Biz Seni Seviyoruz Zeze!

14 Ocak 2024
SEVDA MÜJGAN

Şeker Portakalı, Vasconcelos’un yirmi yıldan fazla yüreğinde taşıyıp 1967 yılında on iki günde yazdığını belirttiği, çocukluğundan izler taşıyan romanıdır.  Özgün adı “My Sweet Orange Tree” olan kitap, ilk kez 1983’te Can Yayınları tarafından okurla buluşturuldu. Can Yayınları, 2023’te Şeker Portakalı’nın 40. yılını özel bir baskıyla kutladı. Bu baskıda, kitabın ilk baskısının kapağı kullanıldı.  

Şimdi soralım: Ülkemiz okurlarının kırk yıldır kucak açtığı Zeze’yi niye seviyoruz?

Zeze Kimdir?
Ailesinin ve çevresindeki hemen hemen herkesin “şeytan, baş belası, lanet olasıca bir sokak kedisi” olarak gördüğü, bu nedenle de eninde sonunda hep dayak yiyen beş yaşında bir çocuktur.

Yaramaz Zeze
Sözlük anlamının ikincisine kulak verirsek yaramazdır Zeze. Kendisine yasaklanan şeyleri yapmakta direnen, söz dinlemeyen, uslu durmayan. Ancak birinci anlamına karşı çıkabiliriz: bir işe yaramayan, yararlı olmayan. 

Herkes biliyor ki Paulo’nun azgın oğlu Zeze, Bayan Celina’nın çamaşırlarını astığı ipi, portakal ağacına tırmanıp keskin bir cam parçasıyla kesmiştir. O da bu nedenle ablası Lala’dan güçlü bir tekme yemeye hazırdır: “Beni dövebilirsin!” (s. 28) Ancak tekmeyi atmadan önce bunu neden yaptığını Zeze’ye sorsak mı? Bahçede çamaşır ipine asılı bir yığın kol ve bacak rüzgarda sallanmaktadır.  Şeytan da ona bir vuruşta bütün kol ve bacakları devirebileceğini söyleyince bu ona eğlenceli gelir. Eğlenmek istediği için mi kadıncağızın onca emeğini hiç etmiştir? Bu bağışlanabilir mi? Eğlenecek başka bir şey bulamadı mı? Zeze ne yazık ki bu konuda şanslı bir çocuk değil. Yaşamında eğlenceye yer olduğu pek söylenemez. Evet, yaramaz. Yapmaması gerektiğini bildiği halde yapar. Gerçi “vaftiz babası şeytan”ın bu işte parmağı vardır ama… 

Zeze’nin üç ablası (Jandira, Gloria, Lala), bir ağabeyi (Antonio/Totoca) ve bir erkek kardeşi (Luis) var. Kuzeyli bir ailenin yanına evlatlık verilen ablasının dışında bebekken ölen iki kardeşi daha vardır. Çocuklardan her biri küçük kardeşlerden biriyle ilgilenmek zorunda olduğu için o da “en güzel, en tatlı, en uslu, en küçük” Luis’le (ablası Gloria’yla birlikte) ilgilenir. Kardeşini çok sever. Ona iyi zaman geçirtmek için düş gücünden yararlanır. Evlerinin bahçesini üçe böler: hayvanat bahçesi, yolculuklara çıktıkları Avrupa ve teleferik oyunu oynadıkları köşe. Teleferik oyunu kolaydır. Düğme kutusunu alır, bir ucunu çite bağlar, bir ucunu Luis’in eline verir, düğmelerin (vagonların) hepsini yukarı toplar, yavaşça aşağıya doğru bırakır.  Vagonların her biri tanınmış kişilerle doludur. Bu oyunu kuranın beş yaşında bir çocuk olduğunu anımsayalım. Varsıl bir düş gücü… Ona hazır sunulan bir oyuncak ya da oyun yok ortada. Kendi kurguladığı bir oyun… Bu oyun, kardeşini ve onu eğlendirir mu? Evet. Ardından yeni bir serüvene atılmak için hayvanat bahçesine yönelirler. Pazar günüdür. Çok kalabalıktır. Bu insan bolluğunda kaybolmaması için kardeşinin elini tutar. Gişedeki kadından beş yaşını geçen çocuklar bilete tabi olduğu için kendisi için bir bilet alır. Bir bilet yani iki portakal yaprağı. İçeri girerler. Önce kuşları göreceklerdir. Ardından maynunları, aslanları, panterleri… Zeze kardeşini hayvanlar hakkında hem bilgilendirir hem uyarır. Kara panterin başını okşamak iyi bir fikir değildir. Panter, on sekiz hayvan terbiyecisinin kolunu koparmıştır. Düşlerden gerçeğe dönersek Zeze, hayvanat bahçesine hiç gitmemiştir. Bildiklerini ona Edmundo dayısı anlatmıştır.

Kardeşinin sorumluluğunu paylaşan Zeze için işe yaramadığını söylemek haksızlık olacaktır. Kardeşinin yaşamında önemli bir yeri vardır.

Yaramazlık sorunu çözdük diyelim mi?  Yeri gelmişken dayak sorununu da açıklığa kavuşturalım.

Hep Dayak Yiyen Zeze
Zeze’nin kardeşi Luis’in dışında evde herkesten dayak yediğini söylersek abartmış olmayız. Dayak, neden bu ailenin böylesine bir parçasıdır? Beş yaşında bir çocuk, neden zaman zaman acımasızca da diyebileceğimiz biçimde dövülür?

Bu romanın Vasconcelos’un çocukluğundan izler taşıdığını anımsarsak 1925 yılında (Vasconcelos 1925 yılında beş yaşındadır.) Brezilya’da Rio de Janeiro yakınlarındaki (romanda da adı geçtiği üzere) Bangu kasabasındayız. Anne, altı yaşına gelince bir fabrikada işe sokulur, o gün bugündür çalışmaktadır. Okula gidememiş, okuma yazma öğrenememiştir.  Baba, kavga ettiği için işinden kovulmuştur. Altı aydır işsizdir. Onun da doğru düzgün bir eğitim görmediği (kitapta geçmese de) tahmin edilebilir. Eğitimsizliğin, bu ailenin dayağa meyletmesinde rol oynadığı açıktır.

Anne ve babadan şiddet gören çocuklar da birbirlerine şiddet uygulamayı doğal kabul eder. Ancak bunun asla birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini unutmayalım. Muhtemelen anne babanın da geçmişinde şiddet vardır. Yalnız bu noktada kitapta Zeze’nin dışında başka kimsenin dayak yediğine ilişkin bir olaya yer verilmediğini belirtelim. “Babam, Totoca’yı hiç dövmezdi, beni döverdi yalnızca. Çünkü kötü olan her şey vardı bende!” ( s.111) Bunun nedeni muhtemelen Zeze’nin ablalarının ve ağabeyinin kendi yaşında olduğu dönemlerde henüz dünyaya gelmemiş olması ya da anımsayamayacak kadar küçük olmasıdır. Yapmadığı şeylerden ötürü bile dayak yiyen Zeze ise onu dövmeyi alışkanlık haline getirdiklerini düşünür. 

Ailede hiç kimse şiddetin ne işe yaradığını sormaz. Zeze de bu durumu benimsemiş görünür. Babasının gönlünü almak için şöyle der: “Biliyor musunuz baba, beni dövmek istediğinizde bir daha hiç karşı gelmeyeceğim size. Beni istediğiniz kadar dövebilirsiniz.” (s. 64)  Baba da bunu kabul eder: “Peki Zeze, peki.”

Onlar sormuyorsa biz soralım: Dayak işe yarar mı?

Zeze, sokakta bulduğu yırtık siyah bir çorabı iyi bir yılan olur düşüncesiyle alır, çevresine ip dolar, burnunu keser, ayak sokulan yerine uzun bir uçurtma ipi bağlar. Karanlıkta ipi yavaşça çektiğinde müthiş bir etki yapacak, yılan sanılacaktır. Lambalar sokağı aydınlatmakta yetersizdir. Bahçe kapısında bekler, bir kadının geldiğini görünce çitin arkasına saklanır, ipi çeker. Kadın, sokağı ayağa kaldıran çığlıklar atmaya başlar başlamaz böyle bir şey beklemeyen Zeze korkarak kaçar, mutfakta çamaşır sepetinin içine saklanır. Kadın, altı aylık hamiledir ve “Çocuğumu düşüreceğim!” diye bağırmaktadır. Elbette bu, Zeze’nin hesaba katmadığı bir durumdur. O telaşla suç aletini (çoraptan yılanı) ardında bırakır. Annesi ve ablaları suçlunun kim olduğunu anlamakta gecikmez. Annesi onu kötü döver. O gece son gözyaşı damlalarını içine akıtarak yatar. Sabah uyanır uyanmaz yaptığı ilk iş ise başka zamanlarda gerekli olacağını düşünerek çoraptan yılanını aramak olur. Başka zaman gerekli olacak! Hani annesinden kötü dayak yemişti? Canı yanmıştı. Ağlamıştı. Ne oldu? Aynı eylemi yeniden yapmanın ardına düştü. Bir inip bir kalkan terlik, ne işe yaradı? Akıllandı mı Zeze? Akıllanacak elbette ama o zaman artık beş yaşında bir çocuk olmayacak.  

Aile içindeki iletişim eksikliğine de dikkat çekmek gerekir. Birbirlerini dinlemeye ve anlamaya zaman ayırmak, Zeze’nin aile üyelerinin bildikleri ve uyguladıkları bir yol değildir. Oysa Zeze’nin karşısında alacağı yanıtlarla çözebileceği kocaman bir dünya vardır. Hemen anımsayalım. 

Zeze, babasının iskambil oynadıkları bir adam hakkında “O moruk boktan herifin biri, pis yalancının tekidir.” dediğini duyar. O da ağabeyi Totoca’nın Edmundo dayısı hakkında “kafadan çatlağın biri, biraz da yalancı” demesi üzerine atılır: “Öyleyse boktan herifin biri.” Sövdüğü için ağabeyinden tokat yer. Oysa aynı yorumu yaptığında kimse babasına vurmamıştır. Yaptığı yalnızca babasını taklit etmektir. “Büyükler söyleyebilir.” bir çocuk için ne kadar yeterli bir açıklamadır?

Altın Yürekli Zeze
Öğretmeni Bayan Cecilia Paim, Zeze’nin altın yürekli bir çocuk olduğunu düşünür. Olacak iş midir? Bir bakalım.

Okulda günler, Zeze için mutluluk içinde geçer. Okuldan her gün daha çok zevk alır, daha çok çalışır. Sınıfın en iyi okuyan öğrencisidir. Ondan yakınan hiç kimse yoktur.

Öğretmeni bahçeye çıktıklarında ara sıra ona, pastaneden kremalı börek alması için para verir. Her gün para verebileceğini söyler ancak Zeze buna karşı çıkar çünkü kahvaltı edecek parası olmayan başka çocuklar da vardır. Sözgelimi Dorotilia’nın ailesi de çok yoksuldur. Parayı ona da verebilir. Annesi sahip olduğu en az şeyi bile ondan yoksul olanlarla paylaşmayı öğrettiği için Zeze, böreğini onunla paylaşır.  

Zeze, öbür sınıfların hepsinde öğretmenin masasının üzerindeki bardakta çiçek olduğunu görünce Bayan Cecilia Paim’e kimsenin çiçek getirmediğini fark eder. Yalnızca onların sınıfında masanın üzerindeki bardak boştur.  Bir sabah elinde çiçeklerle sınıfa girdiğinde öğretmeni çok duygulanır ve Zeze’ye bir centilmen olduğunu söyler. Zeze, bir prens gibi iyi yetiştirilmiş erkeğe centilmen dendiğini öğrenince kendisiyle gururlanır. Bir süre sonra Zeze’nin çiçekleri çaldığı ortaya çıkınca öğretmeni, ailesinin yaptığı gibi onu azarlamaz ya da dövmez, karşısına alır ve konuşur. Bu, doğru mudur? Zeze, Serginho’nun bahçesinin oradan geçerken aralık bahçe kapısından içeri girip çiçekleri kopardığını kabul eder ancak öğretmenin bu olayı “ufak çapta bir hırsızlık” olarak görmesine karşı çıkar. “Yeryüzü ulu Tanrı’nındır,  değil mi? Yeryüzündeki her şey de ulu Tanrı’nındır öyleyse. O zaman çiçekler de!” (s. 83) Onların evlerinde çiçek yoktur. Satın alması zaten olası değildir. Oysa o öğretmeninin masasının üzerindeki bardağın boş durmasını istemez. Öğretmeni ağlamaya başlayınca bir daha çiçek çalmayacağına, şimdikinden daha çalışkan olacağına söz verir. Ancak bardak ne olacak, hep boş mu kalacaktır? Kalmayacaktır. “Bu bardak bir daha boş kalmayacak. Ona baktığımda içinde hep yeryüzünün en güzel çiçeğini göreceğim ve bu çiçeği bana en iyi öğrencim verdi diye düşüneceğim.” (s. 85)

Zeze’nin eşsiz bir yüreği olduğunu söyleyen Bayan Cecilia Paim’e Zeze karşı çıksa da biz karşı çıkamayız: “… aldatmak da istemem. Eşsiz bir yüreğim yok. Evdeki durumumu bilmediğinizden böyle konuşuyorsunuz.” (s.85) Ancak kendisini çok sevdiğini düşündüğü öğretmenini hayal kırıklığına uğratmamak için uslu durmaya özen gösterir.

Hemen soralım öyleyse. Ev ile okuldaki durumun farkı nedir ki Zeze hem bir baş belası hem de altın yürekli bir çocuk olabiliyor? Hepimiz biliyoruz yanıtını. Öğretmeni ona sevildiğini, değer verildiğini, önemsendiğini, başarılı olduğunu hissettirirken ailesinde bunların hiçbirini bulamaz.  

Burada elbette adını anmamız gereken bir kişi daha var: Manuel Valadares. Zeze’nin deyimiyle Portuga. Zeze ve Portuga “iki büyük dost” olduktan sonra Zeze değişmeye başlar. Artık yalnızca okulda uslu değildir. “Eskisi kadar azgınlık yapmıyor, zamanımı bahçenin en ucundaki eski yerimde geçiriyordum. (…) eskisi kadar sövmüyor, komşuları rahat bırakıyordum.” (s. 137)

Zeze, Portuga’nın yanında da sevildiğini, önemsendiğini, değer verildiğini hisseder. Portuga, dünyanın en iyi insanıdır ve kimse onun yanındayken Zeze’yi azarlamaz.  Birlikteyken Zeze’nin yüreği mutlulukla, Portuga’nın ihtiyar yüreği sevinçle dolar.

Biz Seni Seviyoruz Zeze!
Vasconcelos, kitabın sonuna eklediği “Son İtiraf” adlı bölümde (Artık kırk sekiz yaşındadır.) sevgisiz hayatın anlamı olmadığını söyler. Kırk sekiz yaşından beş yaşındaki kendisine baktığında gördüğü sevgiye susamış bir yürektir. Zeze, buna isyan eder:“Neden beni kimse sevmiyor?” (s. 122) 
Kitabın yayımlanıp okura ulaştığı 1968 yılından bugüne dünyanın birçok yerinden aynı karşı çıkışın yükseldiğini söylersek yanlış olur mu? “Biz seni seviyoruz Zeze!” 

_____
Alıntıların Yapıldığı Kitap:
Vasconcelos, Şeker Portakalı, Can Yayınları, 8. Basım, İstanbul 1990.

.