22 Ekim 2024
SEVDA MÜJGAN YÜKSEL

Çocuk Romanı Yarışması
Yapı Kredi Bankası, 1964 yılında kuruluşunun 20. yılı dolayısıyla Türk yazarları arasında “çocuk romanı yarışması” düzenler. Yarışmaya katılan 44 yazardan biri de Aziz Nesin’dir. Dönemin önde gelen yazarlarından oluşan jüri üyeleri, Nesin’in Ağzına Biber Doldururum adını verdiği romanını hiçbir ödüle değer bulmaz. Nesin, romanını daha sonra adını değiştirerek yayımlatır: Şimdiki Çocuklar Harika.
İlk baskısı 1967 yılında Düşün Yayınevi tarafından yapılan roman, Nisan 2024’te 68. baskıya ulaşır, yüz binlerce okura ulaşır. Aziz Nesin’in en çok satan kitaplarından biri olur.
Çocuklar, Ergenler, Ebeveynler, Öğretmenler İçin
7-18 yaş arası çocuklar için düzenlenen bir yarışmaya “çocuk romanı” olarak katılan yapıtın adının altına açılan bir ayracın içinde “Bu kitap ergenler içindir.” yazmaktadır. Bununla yetinmeyen yazar, romanı salt çocuklar için değil, ebeveynler ve öğretmenler için de yazdığını belirtmektedir. Yanıt aranan soru “çocukların gözünden büyüklerin nasıl göründüğü”dür. Bu yönüyle bakıldığında Ağzına Biber Doldururum adının, yanıt aranan soruya daha uygun olduğu düşünülebilir. Ancak anne-babaların, öğretmenlerin, büyüklerin eleştirildiği bir kitabın çocuk kahramanlarının onlardan ilerde olması, eleştirilerin dikkate değerliği açısından önem kazanacağından şimdiki çocukların harikalığına vurgu yapmak yerindedir.
Romanın yarışmaya katıldığı tarih göz önüne alındığında 1964 yılının harika çocukları, bugünün anne-babaları, hatta büyük anne babalarıdır artık. Bu durumda kitapta dile getirildiği üzere çocuk eğitiminde gerekli sanılan birtakım değer yargılarının, o günden bugüne (Yarım yüzyıl geçti üzerinden.) değişip değişmediğini sormadan edemeyeceğiz. “Ölen babasından ileri, doğacak çocuğundan geri olmak isteyen”ler için yaşamın hep iyiye, güzele, doğruya doğru aktığına inanmak esas olsa da yaşama soran gözlerle bakmaktan vazgeçmek de olmaz.
Okurun kitaba bağlanması, orada kendinden izler bulmasıyla yakından ilgilidir. Ancak bu kez bulunan her iz, toplumda süregelen bir yanlışın altını çizeceği için rahatsız edicidir. Yazar açısından baktığımızda ise geleceğe uzattığı köprünün işlevini yitirmediğini söyleyebiliriz.
Zeynep, babasının işi nedeniyle İstanbul’da dört yıl birlikte okuduğu arkadaşlarından ayrılmak, Ankara’ya gitmek zorunda kalır. Ancak sınıf arkadaşı Ahmet’le birbirlerine bir söz verirler: Başlarından geçecek önemli olayları birbirlerine yazacaklardır.
Sınıf arkadaşı iki çocuğun birbirlerine yazdıkları mektuplarla onların dünyasına konuk olan okur, bu dünyada anne-babalar, öğretmenler, kardeşler, ablalar, arkadaşlar, komşular… ile karşılaşır. Okurun kitaba bağlanması, orada kendinden izler bulmasıyla yakından ilgilidir. Ancak bu kez bulunan her iz, toplumda süregelen bir yanlışın altını çizeceği için rahatsız edicidir. Yazar açısından baktığımızda ise geleceğe uzattığı köprünün işlevini yitirmediğini söyleyebiliriz.
“Gözü çıksın bu bozuk düzenin!”
Pek çok soru ve sorunla karşıladığımız yeni eğitim öğretim yılında yine “eski öğrendiklerinizi unutun” durumuyla karşı karşıya mıyız? Başka bir ile atanan öğretmeninin ardından gelen yeni öğretmeni Ahmet’i düş kırıklığına uğratır. “Çok yazık, çok… Hiç iyi yetişmemişsiniz. (…) Size hiç mi bişey öğretmediler? (…) Eski öğrendiklerinizi hep unutacaksınız. (…) Yeni baştan öğreneceksiniz her şeyi.” (s.33-34) Bu anlayış, yapa boza/boza yapa ilerleyen ya da ilerleyemeyen bir eğitim anlayışına varır ki çıkmaz bir yoldur.
Müsamerede okumak üzere öğretmeninin Ahmet’e ezberlemeyi dayattığı şiir, “Ey’le başlayıp hep böyle ‘Hey, hey’le biten” ve “okurken ayağını yere vurup pencerenin camlarını zangır zangır titretmesi gereken şiir” (s.37-38) ilköğretimin kazanımları arasında geçse de çocuklara şiiri ne kadar sevdirir, o zamandan bu zamana düşünmeyi sürdürdüğümüz konulardan biridir. İlköğretim çağındaki bir çocuğa sevdiği bir şiiri sorsak, sevdiği şiirin hadi hepsini demeyelim de birkaç dizesini ezberden okumasını istesek ders kitaplarındaki şiirlerin çocukları şiirle ne kadar buluşturabildiği ya da buluşturamadığı daha iyi anlaşılacaktır.
“Okul” söz konusu olunca en tehlikeli sorulardan biri kuşkusuz “Sanki biz okuduk, çalıştık da ne oldu?” (s.43) sorusudur. Bu sorunun arkasında kişilerin kendi yetersizlikleri olabilir. Bu, açıklanabilir ancak iş ülkenin “bozuk/aksayan düzeni”ne gelince ilkokulu bile zar zor bitiren “beyinsiz, taş kafa bir adam”ın önünde “patron” diye eğilmek nicedir; onu açıklamak o kadar kolay olmayacaktır. Oğlunuz karşınıza “Çalışmayan daha çok kazanıyor. (…) Ben artık okula gitmeyeceğim. Ben Zeynel Bey’den daha zengin olacağım. Yanımda onunkinden daha çok adam çalıştıracağım.” (s.47) diyerek dikilirse ağzınızı bozmanız gerekebilir: “Gözü çıksın bu bozuk düzenin!” Hâlâ çıkmayan/çıkamayan gözü…
Çocukların Evlerine Sokulsak…
Okul, çocukların zamanının/yaşamının büyük kısmına el koysa da arda kalan zamanlarda rahat soluklar alır deyip… Durmak gerekiyor. Denilebilir mi? Okul dışında çocuklar rahat soluklar alıyor. Çocukların evlerine sokulsak? Bir göz atsak ne var, ne yok? Ahmetlerin okuluna yeni gelen Oğuzların evine sözgelimi… Oğuz, kedi gibi çevik ama kekeme bir çocuk… Çevik ve kekeme belirlemesini birbirine “ama” ile bağlamak yadırganabilirse de aradaki bağlantı açıklığa kavuştuğunda farklı düşünülecektir. Babasının çok dövdüğü çocukcağız dayak korkusundan kekeme olur, babası kızar kızmaz dayak yememek için olabildiğince uzaklara/yükseklere kaçar, ağaçlara tırmanır.
Oğuzların evi, rahat soluk alınacak gibi değil. “Şiddet”e çözüm bulmak, bugüne kadar insanın harcı olamadı. Görmezden gelmeyelim elbette. Ancak alınacak rahat solukları da kendimize çok görmeyelim. Bu kez Zeyneplerin sınıfından Atamanların evine konuk olalım. Zaten ev konuktan yana hayli yüklü. Çünkü Ataman’ın doğum günü ve ailesi onun arkadaşlarının yanı sıra anne babalarını da çağırmış doğum günü eğlencesine. “Eğlence” sözü insanı gevşetiverir ancak bu evde durum öyle görünmemektedir. Zenginliklerini ilk bakışta konuklarına dayatan ev “zevksizlik” örneğidir. Ataman’ın anne ve babasının tutumları ise oldukça rahatsız edicidir. Konuklarına birbirlerini çekiştirmekte, olur olmaz sözler etmektedirler. Ortada “eğlence” değil, “can sıkıntısı” rüzgârı esmektedir. Zenginlikleriyle ulu orta övünmekte ve bu biçimde çevrelerinde üstünlük kurmaya çalışmakta sakınca görmeyen bu ailenin çocukları için kötü bir örnek olacağından çekinen Zeynep’in ailesi, bir an önce oradan ayrılmanın ardına düşer. Okurlar olarak biz de onlara ayak uydursak yerinde olacak. “Dedikodu” toplumsal ya da kişisel tüm ilişkiler üzerinde kara bir lekedir. Ancak o da henüz insanoğlunun baş edebildiği sorunlardan biri değildir. Şiddet, dedikodu… Pek yaşanası değil mi, nedir bu dünya? Yok, demeyelim öyle. Küçültelim çerçevemizi.
Zeynep’in odasının kapısını arayalım. Kapıyı aralar aralamaz, ailesinin Zeynep’e “pasaklı kız” dediği çalınıyor kulağımıza. Annesinin, babasının, ablasının hatta büyükbabasının ve anneannesinin bile onun savrukluğunu, dağınıklığını dillerine dolamaları Zeynep’in canını hayli sıkar. Odasını düzenlemeye koyulur. Koyulur da masasının gözünde bir erkek çorabının teki, kitaplarının arasında ruj, ona ait olmayan kartpostallar… Ortada başka bir dağınıklık daha vardır. Babasının çorabı, annesinin ruju, ablasının kartpostalları da yerli yerinde değildir. Biz daha fazla dağılmadan Zeyneplerin evinden de uzaklaşalım en iyisi. Söylemek başka, yapmak başka, doğru bilmek başka, yaşama geçirmek başka… Bu işin içinden çıkılmaz.

“Yavrularım, yurtsever olunuz. Yurdunuzu çok, çok seviniz. Yurdunuzu yakından tanıyınız. Büyüyünce Anadolu’yu köy köy dolaşınız. Yoksul yerlerde görev alınız. Bu cumhuriyet size emanettir.”
Söz uzar gider, yetişmek kolay olmaz desek de Zeynep henüz bizi bırakmaya niyetli görünmüyor. Büyükbabasının evine de uğramamızı istiyor. Kırmayalım onu. Tanık olmamızı istediği konuşma, büyükbabası ile eve konuk olan iyi giyimli, yaşlıca bey arasında geçen konuşma. Zeynep, bu beyi tanımakta gecikmez. O, Cumhuriyet Bayramı öncesi, okullarına gelip bir söyleşi yapan ünlü bir gazetecidir. Çocuklara cumhuriyeti anlatır ve onlara “Yavrularım, yurtsever olunuz. Yurdunuzu çok, çok seviniz. Yurdunuzu yakından tanıyınız. Büyüyünce Anadolu’yu köy köy dolaşınız. Yoksul yerlerde görev alınız. Bu cumhuriyet size emanettir.” (s.111) biçiminde öğütler vermiştir. O gün, yoksul Anadolu’ya medeniyet ışığını götürme düşüncesi Zeynep’i coşkulandırmıştır. Bu ünlü gazetecinin büyükbabasını ziyaret nedenini öğrenmek Zeynep için büyük bir düş kırıklığı olur. Gazeteci, yedek subay öğretmen olan oğlunun, o şehir çocuğudur, taşrada görev yapmaya dayanamayacağı gerekçesiyle önemli yerlerde bulunan tanıdıklarının yardımıyla onu İstanbul’a aldırır ancak bu da yeterli olmaz. Çünkü, oğlunun evi ile okulu arasında arabayla bir saat süren yola katlanmak zordur. Büyükbaba, oğlunun evine yakın bir okula atanmasına aracılık edebilirse… Zeynep dayanamaz: “Ama efendim, bakımsız, yoksul Anadolu’ya medeniyet nurunu kim götürecek?” (s.111) Babasının sesini kalınlaştırıp araya girmesi, gazeteciyi anlamazdan geldiği soruyu yanıtlamaktan kurtarır. Gönlümüz, Zeynep’in “söylemek başka, yapmak başka” yargımızı çürütmesini dilerdi elbette. Yine de biz bardağın dolu tarafını görmeye kararlıyız.
Ahmetlerin evinde ortada bir uyarı gezmektedir: “Sen daha anlamazsın, büyü de öyle.” (s.72) Bu durum Ahmet’i rahatsız etmektedir: “Niçin bize anlatmaya çalışmıyorlar da anlamazsın diye kestirip atıyorlar?” (s.72)
Aziz Nesin, Ahmet’e kulak veriyor ve kestirip atmak yerine anlatmayı seçiyor. Ne de olsa Şimdiki Çocuklar Harika!
Aslında sözü “Çocuklar her zaman harikadır!” diye bağlamak en doğrusu değil midir? Aziz Nesin’in de bize katılacağına ne şüphe! Çocuklar her zaman harika!
.
Alıntıların Yapıldığı Kitap
Nesin, Aziz, Şimdiki Çocuklar Harika, Adam Yayınları, 28. Baskı, Haziran 2003, İstanbul.
.