19 Ocak 2024
SEVDA MÜJGAN
Vicdan Efe Eskişehir’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Eskişehir’de yaptı. Açık Öğretimde İktisat okudu. İlk öyküsü 1996’da Damar Dergisi’nde yayımlandı. İlk kitabı Sen de Topla Düşlerini 2004’te okurla buluştu. İlk kitabıyla Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneği Jüri Özel Ödülünü ve Sabit İnce Üçüncülük ödülünü aldı. Onu yeni kitaplar ve ödüller izledi.
Sevda Müjgan: Yaşam öykünüzde dikkatimi çeken “İktisat okudu.” cümlesi oldu. Öğrencilik yıllarınızda edebiyata değil de fen bilimlerine, matematiğe daha yakın duran bir öğrenci miydiniz? Yoksa bunda öğretmenlerinizin, ailenizin mi etkisi oldu? İktisat ve edebiyat nasıl buluştu ya da buluştu mu?
Vicdan Efe: Lisede fen bölümündeydim. Fen derslerim daha iyi olduğu için doğrudan böyle bir geçiş oluyordu. Aslında edebiyat notlarım da fena değildi. Çok kitap okuyan bir öğrenci değildim, çevrede de böyle bir rol model yoktu. Ödevlerimi yapmak için ancak zamanım vardı evde, ev işlerinde de yardım etmek üzere okula gidiyordum. Bu açıkça söylenmese de bir koşuldu, ben öyle algılıyordum. Lisedeyken Dostoyevski’yi, Emil Zola’yı vb. dünya klasiklerinden on kadar kitap okuyabilmiştim. O dönemde okuduğum Pearl S. Buck’un Ana adlı kitabı, kişisel sorunlarımda dünyaya başka bir gözle bakmama, ufkumu açmama aracı olmuştur. Öyle ki bendeki izleği, büyüsü bozulmasın diye tekrar okumaktan kaçınmışımdır.
Edebiyat bölümünde okusaydım neler değişirdi, değişir miydi, bilmiyorum. Ev ve okul kültürü arasında bocalayan, hayata tutunmak için ikisini de idare etmek zorunda kalan ben olunca kitaplara yine de ayıracak zaman bulamayabilirdim. Ödev olarak okumak, aileme karşı bir koz olurdu belki!
S. Müjgan: Konumuz yazmak ve yazarlık olunca öncesinde okumaktan söz etmek durumundayız diye düşünüyorum. Vicdan Efe’nin kitaplarla dostluğu nasıl başladı? Kimlerin etkisinde kaldı? Nasıl yol aldı?
Vicdan Efe: On sekiz yaşımda devlet memurluğuna başlayıp yirmi yaşımda evlendim. Eşim edebiyat öğretmeniydi. Dergilere yazılar gönderiyordu. Ben, yazı yazma ve gönderme kısmında olmasam da hatta karşıyken düzenli kitap okumaya o dönemde başladım. İzmir’deyken İl Halk Kütüphanesinden o kadar çok kitap alıp okuyordum ki sonradan tanıştığım arkadaşlarım içinde kütüphane çalışanları vardı ve benim adımı biliyordu hepsi. Ancak öykü yazmaya giden süreçte, çok daha yoğun okumalar içinde bulunmuştum. Eşim Almanya’da görevlendirilmişti, ben de dört yıl ücretsiz izinli olarak gitmiştim. Münih’te mahallemizdeki kütüphanede bir Türkçe kitaplığı vardı. Kitaplar okunmadığı için kapanma tehlikesi olduğundan onlarca kitap taşıyordum eve. Bir taraftan Almanca kursu, bir taraftan tiyatro çalışmaları, bir taraftan da getirdiğim kitapları okumadan geri götürmemek için okumalar… İşte bu yoğunluk sonrası kendiliğinden çıkan yazma… Özel olarak oturup ben de öykü yazacağım diye çabalamadım. Hatta yazmamak için direnmiş bile olabilirim ama hayat böyle aktı.
“Biraz iddialı gibi gelse de yazmadığım, yazamadığım dönemlerde bile kafamda öyküler barındırmak ve zihnimde yazıyor halde olmak, ayaklarımı yere daha sağlam basmamı sağlıyor. “
S. Müjgan: Herkesin kafasını zaman zaman kurcalayan çok tanıdık bir soru yöneltmek istiyorum. Sizce edebiyat ne işe yarıyor? Genel olarak insanlar edebiyattan ne bekler? Soruyu sizin özelinize indirirsek sizin yaşamınızda edebiyatın yeri nedir?
V. Efe: Edebiyatın gücü, sözcüklerin büyüsü, gerçek yaşamdan daha etkili bir dünya kurar. Bir örnekle açıklamam yerinde olacak sanırım. Kadın Yazarlar Derneğinin bir projesi vardı: Denizi Görmeyen Kadınlar. İzmir’e sonradan gelip de eski kültürüyle yaşayan kadınlarla söyleşi yapacak ya da öyküsünü yazacaktık. Ben de Iğdır’dan göç etmiş, okuma yazma bilmeyen bir kadınla röportaj yapmıştım. Kitap çıktığında, kızı yazdıklarımı sesli olarak okuyor annesine. Ertesi gün kız beni aradığında, sabaha kadar ağladığını, ağlamaktan gözlerinin şiştiğini söyledi. Ben de, annen orada yazılanları sizlere hep anlatıyordu, kanıksamıştınız ve dinlemek istemiyordunuz bazen. Edebiyat böyle bir şey, demiştim. Evet, diye yanıtlamıştı kızı, yazıya dökülünce, kitapta okuyunca bambaşka oldu bakış açım.
Benim özelimde yanıtlamam gerekirse hayatta bulunmama bir anlam katıyor, desem… Biraz iddialı gibi gelse de yazmadığım, yazamadığım dönemlerde bile kafamda öyküler barındırmak ve zihnimde yazıyor halde olmak, ayaklarımı yere daha sağlam basmamı sağlıyor. Öykü yazmayı, yalnızca yazma süreci olarak görmemek gerekiyor. Yazabilmek için gördüklerimizin, duyduklarımızın derinini öğrenme, merak etme, araştırma, okuma, ilgilenme ve duygudaşlık oluşturma alt yapıları gerekiyor.
Edebiyat, insanın kafasındaki dolaşık ve karmaşık bir ip yumağını çözmeyi sağlıyor. Böylece benim açımdan da kendimi daha iyi ifade etmeme aracılık ediyor. İfade etmek dedim ya, neyi ifade edeceksin? Önce kendini tanımayı, tanırken çevreyle, başka insanlarla, yaşadığın olaylarla, analitik düşünceyle birlikte kendini konumlandırmayı öğreneceksin. Her insanın kafasında dolaşık ip yumağı, başka sanatlar içinde en aydınlık şekilde edebiyatla, yazmakla çözülür. Çünkü insan sözcüklerle düşünür. Sözcüklerle iletişim kurar. Müzik ve resim, diğer sanatlar da insanları anlamaya, anlatmaya, birlikte duygudaşlık kurmaya yarasa da kavramlar bağlamında derinleşmeyi edebiyatla yapabiliriz.
S. Müjgan: Aynı soruya bir de yazarlık açısından bakalım. İnsan niye yazar? Buna verilebilecek farklı farklı yanıtları üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Ben Vicdan Efe niye yazıyor, yazmaktan ne bekliyor diye sormak istiyorum.
V. Efe: Kısaca, kendimi anlamak ve anlaşılmak için. Az önce yanıtladığım soruda, okuma yazma bilmeyen bir kadınla yaptığım röportajı dile getirmiştim. Günlük hayatta davranış ve konuşmalarımızla tam olarak kendimizi anlatamayız. Sözcüklerin, dilin, tıpkı bir matkap gibi duyguların derinine inip en ince, en taze, en hassas olanını çıkarması yazarak olur. İlle de başkalarının okuması için de düşünülmemeli yazma eylemini. Kendi yazdığım bir öyküde klavyeye kapanıp hıçkırarak ağladığım olmuştur.
Kendimizi tanırken yeniden yapılandırıyor, aksak yönlerimizi düzeltiyor, bir bakıma hayatı yaşanabilir kılıyoruz. Kim bilir, kendimizle yüzleşiyor ya da kendimize katlanmanın yollarından biri olarak yazıyoruzdur! Yazarken kurgulamak, gerçek hayatın akışında da kendi irademizle bazı şeyleri değiştirebileceğimiz hissi veriyor. Yazmak, son zamanlarda keyif de vermeye başladı. Öncesinde de böyleyse, farkına yeni varmış olabilirim.
S. Müjgan: İlk öykünüz 1996’da yayımlanmış. Öncesine bakabilir miyiz? Yayımlanan ilk öyküye nasıl geldiniz?
V. Efe: Aslında tiyatroyla uğraşmak istiyordum. Kendimi böyle daha iyi ifade edebileceğime inanıyordum. Tiyatroyla tanışmam, ortaokuldayken okula gelen liseli bir tiyatro ekibiyle oldu. Hah, dedim, işte bu, benim bu sahnede olmam gerekiyor. Sonrasında koşullar elvermediği için olamadı. Münih’teki bir tiyatro grubuyla tanışana kadar… Aralarına katıldım, Dinçer Sümer’in Eski Fotoğraflar adlı eserini sahneye koyma yolundaydılar. Yönetmen bana da metni getirmişti. Haftada bir çalışılıyordu. Bir hafta sonra, hiç yazı yazma yeteneğim olmadığı halde, el yazısıyla on sayfalık bir çözümlemeyle gittim tiyatro çalışmasına. Yönetmenin çok hoşuna gitti bu durum. Rol dağılımı çoktan yapılmıştı, zaten böyle bir talebim olmadı, benim için o ekibin içinde olmak değerliydi. Bir oyuncu gelmediğinde o hafta provalar yapılamıyor, provalarda da ellerinde metinler, ağır aksak yürüyordu. Oyunu sahneleme günü gelince rolü olmayıp metni en iyi bilen biri olarak suflörlük yaptım. Her replikte takılıyorlar, verdiğim sufleyi duymuyor, anlamıyorlardı. Son sahnede ortaya atılması gereken bir demet fotoğraf unutulmuştu. Sonuçta başarısız bir çaba, beni ekiple bir sanat yapmaktan alıkoydu. Tiyatro oyunu yazmayı planladım. O dönemde Özdemir Nutku’nun iki ciltlik sahne bilgisi kitabını da okumuş, kendi kendime alt yapımı güçlendiriyordum. Şu anda bile düşündüğümde, bunca öykü yazdıktan sonra bile hâlâ tüylerimi diken diken eden bir konunun havasına girdim. Yazdıklarım yarım sayfa tuttu. Hayal kırıklığına uğrayarak yırtıp attım. Tekrar denemeliydim. Sanırım bir süre daha okumalarım aynı yoğunlukta devam ettikten sonraki bir süreçte, elime tekrar kalemi aldığımda yazdım ve yazdığımın öykü olduğunu o zaman fark ettim. O dönemde Almanya’da çıkan bir dergiye de daha çok anlatı özelliği taşıyan öyküler gönderiyordum. Ardından sanatsal ağırlığı olanları da ülkemizdeki edebiyat dergilerine yollamaya başladım. İlk yazım, aslında bir tiyatro eseri çözümlemesidir. Burada belki analitik düşünmem etkili oldu.
S. Müjgan: İlk kitabınız 2004’te yayımlanmş. İlk öykünüzün yayımlanmasından sekiz yıl sonra. Sizi tanımıyorum ancak okuduklarımdan, izlediklerimden titiz ve en iyisini ortaya koymaya çalışan bir insan olduğunuz düşüncesi oluştu bende. Yazmak ve yayımlamak aceleye gelmez mi diyorsunuz? (Günümüzde tersi bir yaklaşım olduğunu görüyoruz, iki-üç öyküsü bir yerlerde yayımlanan kişi kitap çıkarmanın ardına düşüyor.)
V. Efe: Bana kalsa, şu an hâlâ kitabım olmayabilirdi. Öykülerim yayımlanmaya başladıktan sonra sekiz yıl geçti. Bir gün bile kitap çıkarmayı düşünmedim. Eşim, artık kitaplaşma zamanı geldi, dediğinde hemen reddettim. Hayır, ben yalnızca öykü yazıp dergilere gönderiyordum, hepsi buydu. Kitap çıkarmak, çevrede yazar olarak bilinmek ağır sorumluluktu. Eşimin teklifi beni korkuttu. İkna etmeye çalıştı. Birkaç ay geçti. Israr edince, tamam, öyle olsun, sana bırakıyorum, dedim. Dedim de, o zamana kadar onlarca yayımlanmış öyküler arasından bir kitaplık dosyayı oluştururken çoğuna kıydım, dosyaya almadım. Haklısınız, bunca zaman edebiyatın içinde olunca insan, önce okuduklarında seçici olmayı öğreniyor. Bir kitabın içinde yer alacak metinleri ki bunlar kendi metnim bile olsa, titizlikle ayırıyorum.
Yazmak ve yayımlamak… Dergilerde yer alsa bile, kitaba girinceye kadar geçen sürede biz de dıştan kendi öykümüze bakma zamanı elde ederiz, edebiyatta biraz daha olgunlaşırız. Dergi okurlarından farklı, daha geniş okuyucu kitlesine ulaşmayı hedefleyince özenli davranma zorunluluğu daha fazla. Gelecek her türlü eleştiriye savunma mekanizmasını hazırlıklı tutup enerjini böyle harcamamak ve üzülmemek için. Ben, yayımlarken acele etmiyorum, o kadar çok yazan ve kitap yayımlayan var ki! Ben de yayımlasam ne olacak? Kendi kendime geliştim mi, Türk öykücülüğüne bir katkı, bir yenilik, bir nitelikli kitap verebiliyor muyum? Ben kitap çıkarmasam, edebiyatımız eksik mi kalır? Deli sorular… Neyse, bakarsınız daha sık kitap çıkarırım, bu yanıtlar bana koz olarak geri dönmesin.
S. Müjgan: İlk kitabın yayımlanma süreci genelde zorludur. Siz bu süreçte neler yaşadınız? Kum Yayınları tarafından basılmış kitabınız. Kum Yayınlarıyla yolunuz nasıl kesişti? İlk kitabını bastırma yolları arayanlara önerileriniz olabilir mi?
V. Efe: İlk kitaba kadar edebiyat çevresinde ismim ve öykülerim belli bir bilindikliğe ulaşmıştı. Her ay en az bir dergide yazıyordum. Dergilerdeki öyküleri okuyup kendi öykümün diğerleri içinde nerede olduğunu gözlemleyip değerlendiriyordum. Az önce de söylediğim gibi, eşim üstlendi yayınevlerine gönderme işini. Hazıra kondum diyelim. Kitap çıktığında birine imzalayıp vermek istediğimde utanıyordum. Koltuğumun altından çıkaramadığım anlar olmuştur.
Kum Yayınlarında Aydın Şimşek, Damar Dergisinde editördü sanırım. O zamana kadar bir kez görmüştüm. En çok da Damar’da yayımlanıyordu öykülerim. Öyküleri en iyi bilenlerden biriydi Aydın Bey. Bu yönde bir tercihti belki, gerçekten bilmiyorum. O yıllarda bütün bu söylediklerimin farkında olmadığımı da belirtmek istiyorum. Birilerini tanımak, tanıdık yoluyla iş yapmak ve yaptırmaktan uzak bir yol izliyordum. Şimdi bile bu anlamda edebiyatın tam içinde sayılmam. Bu alan ayrı bir enerji gerektiriyor. Toplam yedi kitaptan yalnızca Komşu Duvarı’nın yayınevi hikâyesi var. Diğerleri, kendiliğinden oldu.
Komşu Duvarı da, başka yayınevince kabul edildiği halde salgın nedeniyle vazgeçtiler. Vicdan, dedim içimden, sen dur dur da yıllar sonrla bir dosya gönder, kabul edilsin, sonuca bak. Artık öykü, kitap, edebiyat… hepsi silindi, bir süreliğine büyük bir boşluk. Hiç bitmeyecekmiş hissi veren bekleme. Salgın dönemi stresi.
Gençlere, edebiyat dergilerini izlemelerini, yazmaktan çok okumayı öncelemelerini, acele etmemelerini salık veririm.
S. Müjgan: Sizin yazarlık merdivenlerini nasıl çıktığınıza baktığımız zaman dergilerde adını duyurmak, ödüller kazanmak, kitapların yayımı gibi klasik (ve bence doğru) bir yol izlediğinizi görüyoruz. Sabır ve emek. Vazgeçmemek. “Niye yazıyorum, niye uğraşıyorum ki?” diye umutsuzluğa kapıldığınız/umudunuzu kıranlar oldu mu? Olduysa öyle anlarda nasıl dağıttınız o umutsuzluk bulutlarını? Kimlerin desteğini gördünüz? Yazarlık yolunuzda kimlerin adını anmak istersiniz?
V. Efe: Evet, bilmeden doğru yolda yürümüşüm. Yarışmalar kısmı bile sonradan eklendi. İlk kitap çıkıp kendime ve öykülerime biraz daha dıştan bakınca yarışmalarda ödül alan öyküleri merak edip alanımı biraz genişlettim. Ödüllü öyküleri okuduğumda, ben de gönderebilirim düşüncesiyle cesaretim arttı. Öncesinde hem cesaretim yoktu hem de yarışmaya öykü gönderip aylarca bekleyemezdi öykülerim, dergilerde yayımlanması daha kısa süreçti. Neyse, böylece hem tek öykülerimle yarışmalara katılmaya başladım hem de bir yarışma için dosya hazırladım. Bir yıl sonra ben de ödüller alan, kitabı olan bir öykücüydüm.
Umut kırılması, günlük hayatla baş etmelerde hep oldu. Öyküler aksadı. Üzerime düşen sorumlulukları yerine getirmek beni zorladı. Zihniniz ince düşüncelerle sarmalanmışken iş yerindeki bürokrasi, hayatın genel geçer rollerinin ağır geldiği oldu. Umut kırmak olmasa da görmezden gelindim, değersizlik duygusu yaşadım zaman zaman. Öykü yazmaya devam etmemde motive edici olarak birincisi eşimi, sonra da Tufan Erbarıştıran’ı anmak isterim.
S. Müjgan: Vicdan Efe’nin yazma evreninde hangi konular/sorunlar ya da duygular/düşünceler (nasıl belirlerseniz) öne geçiyor? Sizin için öncelikli diyebileceğimiz konular var mıdır?
V. Efe: Benim bilinçli olarak öne çıkardığım bir konu olmasa da okurlardan gelen geri bildirimlere göre, kadınları ağırlıklı olarak yazdığım söyleniyor. Elbette bir kız çocuğu olarak bu toplumda var olabilmek için geçirdiğimiz mücadele süreci, kendiliğinden böyle bir sonucu çıkarmış olabilir. Böyle bir soru sorulmuştu bir söyleşide, Komşu Duvarı’nda “Fırıncı Fevzi” öyküsünü örnek verdim. Orada bir erkeği anlatıyorum, yalnızca sonunda iki cümleyle karısı var, dedim. “Olsun, anlatım dili kadın hem de o kadın öyküyü belirleyici biri,” diye karşılık verildi sözlerime. Bilinçli olarak böyle bir seçimde bulunsaydım, erkekleri, ezilen erkekleri yazmayı önceleyebilirdim.
Kullandığım dil belki böyle bir algı yaratıyor. Zaten benim amacım, ne anlatırsam anlatayım okunabilir olması.
S. Müjgan: Komşu Duvarı’nı açıp bir öykünüzden içeri girmek istiyorum. Zülal adlı öykünüz önümde açık. “Zülâl”ın öyküsü sizi kendisine nasıl çağırdı? Zülal, neden öykü dünyanızda öne geçti?
V. Efe: Hayatın değişik dönemlerinde, çocukluğumda bile kırılma noktalarımda ölümün insanlara verilmiş bir armağan olduğunu düşünmüşümdür. Hep cepte taşınan, kullanılmasa da varlığıyla rahatlanan kötü gün parası gibi.
Çocukken ölen, ergenliğinde ölen ve yetişkinliğinde ölen insanların ardında kalanların duygu ve düşünceleri de farklılaşır. Kendi üzerimden de bunların farkına varmışımdır çocukluğumdan. En önemlisi de ne kadar üzüntü duyulursa duyulsun, kalanların kendi hayatlarına bir şekilde devam etmeleri bana ilginç gelmiştir. Çocuğu ölen birkaç tanıdığın, ki bir iki olayda ben henüz beş altı yaşlarındaydım, sonradan tekrar çocuk sahibi olmalarına hayret etmiştim. Cenaze günü ölüp bayılan kadının, yaşaması için bir neden kalmayan annenin, sonraki zamanlarda sevişme eylemini nasıl gerçekleştirebildiğini ileri yaşlarımda merak etmişimdir. Hayata tutunmak için bir çocuk daha yapmak için zoraki bir kabullenişle mi olmuştur, neler hissetmiştir? Elbet bu öyküde yetişkinliğimde de zaman zaman cebimdekini anımsadığımda, o an gerçekleştiğinde neler olabileceğini, sonrasında unutulmanın, artık var olmamanın ince sızısını hissetmişimdir. Doğarken ve ölürken yalnız olduğumuzun bilincinde olarak tek, beklentisiz ve en kötü şeylere karşı hazırlıklı olmanın ruh haliyle yazılmış bir öykü. Elbet benim ruhumdan parçalar barındırıyor.
” İlk cümlenin o kadar hassas bir görevi var ki, öykünün ana yapısı ve kuyruğunun toplamına eşit olsun. İlk cümle lokomotif işlevini görür, ne kadar güçlüyse o kadar risk vardır. Arkasına takılan vagon sayısı kadar, onları taşıyabilecek kadar güçlü olmalı.“
S. Müjgan: Teknik olarak öykünün nasıl yazıldığına bakarsak hep söylenen bir söz vardır: Öykünün ilk cümlesi önemlidir. Zor olan o ilk cümleyi yazmak. Sonrası geliyor.
Öykünüzün ilk cümlesi “Bu dünyadan ayrıldığımın kırkıncı gün duası okunmak üzere…” Ölen bir insanın ağzından aktarılan bir cümle. Kim ve neden öldü? Okur öğrenmek isteyecektir. Ölünün arkasından 40. gün duasının okunması, dinsel bir gerekliliğe işaret ediyor. Ancak ardında bir eleştiri (iğneleme mi diyelim) var. Ölenin 40. gün duasına niye gidilir? O, sevdiğimizdir; acımız tazedir ama burada durum öyle değil. Ölü (Adının Zülal olduğunu öğreneceğiz.) Kendisini tanıyıp da gelenin, içi dağlananın Aynur ve belki birkaç kişi daha olduğunu düşünüyor. Diğerleri için ne diyeceğiz? “Birsen’in görümcesinin kırkına gitim.” Samimiyetsiz bir ortam demek yerinde olur sanırım. Öyle ki “rahmetlinin adını bile bilen yok: Birsen’in görümcesi.” Dedikodular, elalem ne derleri haber veriyorsunuz okurunuza. Dikkatlerimiz Birsen üzerine çekildi.
Öykünüzün son cümlesi de oldukça vurucu: “Birsen’in görümcesi demedi ya Hoca’nım, Zülal dedi. Bu da bana yeter.” (s. 55)
Sağlam bir giriş… Vurucu bir son cümle…
Burada sözü size verip öykülerinizin kurgularına ilişkin ipuçları isteyebilir miyiz?
V. Efe: Evet, ilk cümle benim için de önemlidir. İlk cümlenin o kadar hassas bir görevi var ki, öykünün ana yapısı ve kuyruğunun toplamına eşit olsun. İlk cümle lokomotif işlevini görür, ne kadar güçlüyse o kadar risk vardır. Arkasına takılan vagon sayısı kadar, onları taşıyabilecek kadar güçlü olmalı. Ya da şöyle diyelim, güçlü bir ilk cümlenin ardılları da güçlü olmak zorunda.
Az önce çocukken ve sonrasında gerçekleşen ölümlerin farkına da gönderme yapıyorum. Daha çocukken ölseydi Zülal, henüz Birsen yoktu ortada, dolayısıyla Birsen’in görümcesi sıfatıyla da anılmayacaktı. Kendi arkadaşları gelecekti. Onlar da henüz sağlıklı, cıvıl cıvıldılar. Yaş ilerledikçe belki Aynur’un da hayat sorunları, sağlık sorunları gündeme geldi, duaya katılamadı. Ya da artık uzakta yaşıyor, duymadı.
Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla… Toplumumuzda kız çocukları, anne babanın her türlü nazını, sözünü çeken konumundadır hâlâ. Ben de üç gelinin görümcesi olarak üzerimdeki tortuları bu öyküyle atmış olabilirim.
S. Müjgan: Zaman ayırdığınız için teşekkür ederek söyleşimizi bitirmek istiyorum.
V. Efe: Ben teşekkür ederim, kendimi ve öykü hakkında düşüncelerimi paylaşmama izin verdiğiniz için.
.