Alp Doğu Eser’le Söyleşi

Alp Doğu Eser, 2019 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünden bölüm birincisi olarak mezun oldu. 2021 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü Batı Sanatı ve Çağdaş Sanatlar alanında Akdeniz Işığını izleyen Felix  Ziemden Venedik, Martigues, İstanbul adlı teziyle yüksek lisansını tamamladı. 2022 yılında aynı kurumda doktora eğitimine başladı. 

Yapıtları
Çağdaş Sanat Sahtekâr mı Dürüst mü? Avelina Lesper Değerlendirmesi (2021)
Sanat Eserinin Biricikliği Fenomeni Non-Fungible Token ve Sanat. (2022) 
Modern Sıkışıklar – Bir Sanat Tarihçesi Güncesi (2022)
Akdeniz Işığını İzleyen Felix Ziem 1821 – 1911 (2022)
Hayat, Sanat, Sanat Tarihi (2023)
Sanatın NFT Hali (2023)
Is Contemporary Art a Fraud or a Truth? Avelina Lesper Analysis (2023)
Yapay Zekâ ve Sanat / Sanatçılarla Tartışmalara Bir Bakış (2023)

Alp Doğu Eser:
“Görünen o ki yapay zekâ hayatlarımızın her köşesinde yer bulacak.”

Sevda Müjgan: Son kitabınıza gelmeden önce 2021 ve 2023 yılları arasında okurla buluşan dokuz kitabınız çok üretken bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu söylüyor bize. Kutluyorum sizi. Üretkenliğinizin arkasında bir sır var mı yoksa çalışkan genç bir yazarla karşı karşıyayız mı diyelim? Yazmanın hayatınızda nasıl bir yeri var? 

Alp Doğu Eser: Aslına bakarsanız nicelikten çok nitelikle ilgileniyorum. Adı anılan yayınlarla ilgili değiştirmek istediğim çok şey bulunuyor. Bu konuda ilk adımımı Çağdaş Sanat Sahtekâr mı? adlı yayın ile atmış oldum. 

Üç sene içerisinde birçok şey değişti. Yaptığım okumalar, gözlemlediğim kimi anekdotlar, eğitim sürecinde bulunduğum nokta alana bakışım anlamında kırılmalar yaratmış oldu. Bu nedenle sayı olarak sekiz fazla gibi gözükse de benim için yol henüz yeni başlıyor. 

Özellikle şu an hazırladığım Yapay Zekâ ve Sanat: İkinci Perde adlı yayın başta olmak üzere, Sanat Eserinin Biricikliği Fenomeni: Non – Fungible Token ve Sanat, Sanatın NFT Hali ve Yapay Zekâ ve Sanat: Sanatçılarla Tartışmalara Bir Bakış adlı yayınlar, yaklaşık yetmiş farklı ismin katkısıyla oluştular. Kolektif bir üretim süreci söz konusuydu ve bu çalışmaları kitap olarak değil, bir tür sanat projesi olarak nitelendirmek taraftarıyım. 

Her araştırmacı gibi ben de meraklarımın ardından gitmeyi deniyorum. Özellikle son iki yıldır yaptığım çalışmalar merak duygumun getirileriydi. Bir sanat tarihçisi olarak sanat özelinde bir şeyleri kurcalamak, bir şeyler söyleme tasarrufunda bulunmak gerçekten keyifli bir durum. Bu bilgileri sanatçılardan, yani işin mutfağında yer alan isimlerden edinmek, bunun üzerine bir değerlendirme inşa etmek süreci daha anlamlı kılıyor. Hubert Damisch, Ali Akay ile gerçekleştirdikleri bir röportajda, sanat tarihi özelinde, “sanat tarihini yapanların sanatçılar olduğunu unutan bir disiplin bu” ifadelerini kullanır. Kendisine katılmak taraftarıyım. 

İkinci yapay zekâ ve sanat kitabı sonrası bir kenara çekilip bir şeyleri uzaktan takip etmek arzusundayım. Son derece keyifli olan bu çalışma süreci, beraberinde fiziki ve manevi yorgunluğu getiriyor. 

Sevda Müjgan: Son kitabınız Yapay Zekâ ve Sanat.  Bu konu kapsamında görüştüğünüz on yedi sanatçıyla görüş alışverişinde bulunuyor ve genel değerlendirmeler yapıyorsunuz. Yapay zekâ, gelişen bilgisayar teknolojisiyle birlikte bizi bir ikilemde bıraktı: Yapay zekâyı geleceği güzelleştiren bir ütopya olarak mı görmeliyiz ya da bizi yok edecek bir distopya mı? (Stephen Hawking’i de anabiliriz bu noktada: “Yapay zekâ ya insanlığın başına gelen en iyi şey ya da en kötü şey olacak.”)

Alp Doğu Eser: Herkes gibi ben de “Yapay Zekâya Hayır” şeklindeki paylaşımlara tanık oluyordum. Bunun bir benzerini “NFT’ye Hayır” paylaşımlarında görmüştük. Bu noktada soru sormanız gerekiyor. Anlamadan, olumlu ya da olumsuz nelerin yaşanabileceğine dair bir fikir sahibi olmadan her şeye hayır demek anlamlı gelmiyor. Bir bakalım, neler oluyor? Mesele sanat ise sanatçılarla, alanda çalışmalar yapan araştırmacılarla bir konuşalım bakalım, neler diyorlar? 

Yapay zekâ olgusu hakkında net yorumlarda bulunmak alanım gereği beni aşacaktır. Bizler daha ziyade sanat alanındaki neliği özelinde tartışıyoruz. Bugün için gördüklerim, büyük konuşmanın anlamsız olduğunu gösteriyor. Buradaki kastım, yapay zekâ bizleri işsiz bırakacak şeklindeki popülist yaklaşımlardır. Örneğin şu an Google’a girin ve “yapay zekâ ve sanat” yazın; karşınıza, “Yapay zekâ sanatçıların işlerini elinden mi alıyor? Sanatçılar işsiz mi kalacak? Yapay zekâ sanatı bitiriyor mu?” gibi başlıklara sahip haberlerin çıktığını göreceksiniz. İyi ama şayet varsa, olumlu yönlerine de bir bakmak gerekmez mi? 

Bugün her ne oluyorsa insandan bağımsız bir şekilde yaşanmıyor. Araştırmacılar da süreci üç farklı dönem etrafında yorumluyorlar; Yapay Dar Zekâ, Yapay Genel Zekâ, Yapay Süper Zekâ. Şu an içinde bulunduğumuz dönemin Yapay Dar Zekâ olduğu ifade ediliyor. Buna göre ben müdahalede bulunmazsam yapay zekâ kendi kendine ben görsel üreteceğim ve bu sanat olacak demiyor. Bunu tüm alanlar için bu şekilde düşünebiliriz. İnsan olgusu aradan çıkmış değil. Çıkarsa ne mi olur? Yaşayarak göreceğiz.

Sevda Müjgan: Kitabınızda Ece Gauer’in dediği gibi “Algılamadığımız şeyleri önce red ederek yok sayarız, bu insan beyninin hayatta kalma içgüdüsüdür.” (s. 140) reddetmemizin arkasında yatan algılayamamak mı?

Alp Doğu Eser: Algılamamayı tercih etmek demek belki de daha doğru olur. Bugün yapay zekânın güncel sanat ortamında neye sebep verip vermediğini algılamamak gibi bir durumun söz konusu olduğuna inanmıyorum. En basitinden bir YouTube videosunda bile neyin tartışıldığına yönelik ciddi çıktılara erişebiliyoruz. Hocalarımızın iki saati bulan yayınlarını, eğer algılamayı tercih ederek dinliyorsak, neyin ne olduğu zaten ortaya çıkıyor. 

Bu noktada Ece Hanım’ın söylediği şeyin bağlamının, benim şu an söylediklerimden farklı olduğunu düşünmüyorum. Ama şunu da bir eklemek lazım; bir şeyleri hemen kabul etmemiz, o araçla süratle bir üretimde bulunmamız da gerekmiyor. Örneğin sanatçı Candaş Şişman ile bahsettiğim ikinci kitap için yaptığımız röportajda, yapay zekâya bakışıyla ilgili çok güzel bir değerlendirme yapıyor. Henüz denediğini, neler yapabileceğini anlamaya çalıştığını, bir deneyci olduğunu aktarıyor. O yüzden Ece Hanım’a bir ek yapmak istiyorum; algılamamayı ‘tercih ettiğimiz’ şeyleri önce reddediyoruz. Oysa Candaş Şişman örneğinde olduğu gibi, algılama tercihinde bulunup olanaklarını irdeleyebiliriz. Tatmin olmadıysak da araç havuzumuza dahil etmeyebiliriz. 

Sevda Müjgan: Kitabınızda şöyle diyorsunuz: “Herkesin sanatçı olduğu bir dünya daha mı kötü olurdu? Bugün yapay zekâyla herkesin sanatçı olabileceği tartışılıyor. Yaratıcı insanların artışını olumsuz görmüyorum, bir derdi var ve sanat ile bunu aktarmak istiyor.” (s. 165) Bu noktada “Sanatçı kimdir?”sorusunu da yeniden yanıtlamamız gerekecek. Sanatçıyı yaratıcı insan olarak görüyorsak yapay zekâ ve yaratıcılık nerede/nasıl buluşacak? 

Alp Doğu Eser: Joseph Beuys… Kendisinin sanatçı tanımı dikkat çekici. Ona göre, eğitim hayatını sürdüren bir öğrenci de, onun hayatını şekillendirmesine katkılar sağlayan öğretmen de birer sanatçı. Keza, bir insanın hayatını kurtaran doktor da aynı şekilde. Özetle bir şey yapanlar ve yapmayanlar… 

Beuys’un bu tanımı bir tarafa, bugün sanatçıyı, yalnızca bir resim ya da heykel üreten bir kişi olarak okuyamıyoruz. Kanımca ben harika resim yapıyorum, teknik becerilerim hat safhada ve bir sanatçıyım denilebilecek bir çağda yaşamıyoruz. Günümüzde bir atı ya da herhangi bir nesneyi gerçeğe yakın bir şekilde resmedebiliyor olmak, sanatçı olarak anılabilmek için yeterli olmayabiliyor. Sanatçı eserleriyle bizlere dünyayı görme biçimini aktarıyor. Bunu sorgularıyla, fikirleriyle, aktarmak arzusunda olduğu bakış açılarıyla yapıyor. Burada teknik beceri de elbette kendisine yer buluyor. Aktarmak istedikleriyle aktarma şekli aynı otoyolda kesişebiliyor. Eserini, hem söylev anlamında güçlü, hem de biçimsel yetkinliğin varlığıyla inşa edebiliyor. 

Bu noktada Bager Akbay’ın bir ifadesini gündeme alacağım: “Ben lezzetli yemekler yapabiliyorum ancak aşçı değilim. Aynı zamanda iyi bir resim de yapmış olabilirim ancak sanatçı olmayabilirim.” diyor. Sanatçının bir yolculuğu vardır ve onu yaptığı çalışmaların bütününe bakarak anlamdırırız. Peki, bu yolcuğunun arasına yapay zekâyı bir eşlikçi olarak yerleştirir ve bu aracı kullanıp bir şeyler aktarmayı sürdürürse? Tekniklerin, araçların ya da malzemelerin sınırlılıkları bulunur. Burada sanatçı, aktarmak istedikleri doğrultusunda istediği araca gitmekte özgürdür. Gerçekleştirmek istediğim iş için en uygun araç yapay zekâ diyebilir. Asıl önemli olan bir amaç değil, araç olmasıdır. Niye bu aracı kullanıyorum sorusuna yanıt verebiliyor olmaktır. 

Soruda geçen bu ifademi biraz romantik bulmakla birlikte, herkesin bir şeyleri sanatla aktarabilmesi fikri hoşuma gidiyor. Bu herkesi sanatçı yapar mı? Sanmam. Bir şeyleri daha kötü kılabilir mi? Sanmam.

Sevda Müjgan: Bir yanda sanatçı, yazdığı bir metin üzerine hazır bir görüntüye ulaşırken diğer yanda o görüntüyü kendisi meydana getiriyor. Bu durumda o görüntünün (yapay zekânın oluşturduğu) sanatçının emeğini ne kadar yansıttığı sorulabilir. Bu, kolaya kaçmak olarak nitelendirilebilir mi?  Yapay zekâ, sanatçı emeğini öldürüyor mu? Buna ek olarak üretim süresinin bir sanat eserinin değerini belirlemede ölçüt olarak kabul edilip edilemeyeceğini de sormak isterim.

Alp Doğu Eser: Bütünün arasına eklemlenen artı bir olarak görebilirsek yapay zekâyı anlamamız, bir şeyleri öldürmediğini görmemiz mümkün olur. Yapay zekâ sanatçı emeğini öldürüyor mu? Nereden bakıldığına göre değişir. Yalnızca cümleler kullanarak görseller elde eden kişilerin de ciddi mesai harcadıklarını biliyorum. Daha sonra bu görsellere müdahale etmek ihtiyacı da hissediyorlar. 

Örneğin bu konuda Ender Diril, kitap kapsamında bazı ifadelerde bulundu. Birçok farklı deneme yaptığını, zaman zaman bilgisayarın başından kalkmayı tercih ettiğini, bu sürecin, sanatı eğer emek vermek üzerinden de okuyorsak emeksiz bir şekilde ilerlemediğini aktardı. Bir görüntü elde etmek için birkaç cümle girilen bir olgu olarak değerlendirilen yapay zekâ mevhumu, kendi içerisinde de belirli bir emeğin gereklilik olduğu senaryolar içeriyor.  

Kitabın düşünsel zemini 1917 yılına dayanıyor. Marcel Duchamp, sanat söz konusu olduğunda dünyaca bilinen isimlerin başında geliyor. Bunun nedeni, sıradan bir tesisat nesnesini seçip, ters çevirip R. MUTT şeklinde imzalaması ve jürisi olduğu Bağımsızlar Sergisi’ne eser olarak yollamasıdır. Bunun üzerine pisuvar, sanat eseri tanımına uymaması gerekçesiyle reddedilir. Bu noktada sanatçının sorduğu bazı sorular dikkati çeker. Bunlardan birincisi sanat yapıtlarının retinaya/göze hitap etmesinin bir gereklilik olup olmadığı, ikincisi ise sanatın, sanatçının teknik becerisi üzerinden okunup okunamayacağıdır. Özetle sanata, el becerisine, retinaya hitaba ve değerlere bir saldırı söz konusudur. Müdahale ederek işlevsiz kıldığı hazır nesneleriyle Duchamp, bu nesneleri başka bir bağlamda sunarak sanatın neliğini sorgular. Tabii bu noktada Duchamp’ın bu eyleminin meydana geldiği tarihlerde dünya savaşının yaşandığını, bir buhranın varlığını göz ardı etmemeliyiz. Onun bu sorgusuyla ilgili Jean Baudrillard, Sanat Komplosu (İletişim Yayınları) adlı yayında verdiği röportaj kapsamında, “Duchamp bir yol ayrımıydı, güçlü bir kırılmaydı ve onunla bir derdim yok ama bizler de bu kırılmanın suç ortağı olduk.” ifadelerinde bulunur. Baudrillard haklıdır; bu bir suç ise bizler de bunun ortaklarıyız. Buna göre sanat yapıtları, artık ne söyledikleri, sanatçının eseriyle ne aktardığı üzerinden okunuyor. Sanatçı bir emek sarf etsin ya da rastgele bir buluş yapmış olsun, eserin ne anlattığına, hikayesine odaklanıyoruz. Bunun da 100 yılı aşkın bir geçmişi bulunuyor. 

Bugün karşımıza ne çıkarsa çıksın yorumlar yaparken sanat tarihini, bahsini geçirdiğim 100 yıllık yolculuğu, bir noktadan sonra ucu bucağı olmayan sanatçı pratiklerini görmezden geliyoruz. Bir gün uyandık ve sanat bir anda pisuvara, duvara bantlanan bir muza, bir sanat galerisindeki kütleye kendisine sürterek çeşitli formlar oluşturan sanatçıya dönüştü sanıyoruz. Bu konuda günaşırı videolar karşımıza çıkıyor. Beğenmiyorum, tasvip etmiyorum diyebilirim ama böyle bir gerçekliğin varlığını, buna hangi nedenle olursa olsun değer atfeden kurumların olduğunu göz ardı edemem. 

Noel Carroll sanat felsefesine yoğunlaştığı kitabında, estetik ve sanat kuramları üzerinde duruyor. Carroll, kurumsal sanat kuramını en kapsamlı tanım olarak öne çıkarıyor. Bu kurama göre bir sanat yapıtı ilk olarak insan yapımı olmalıdır ve eğer bir insan herhangi bir hazır nesneyi sergilemek amacıyla ortaya koymuşsa da insan yapımıdır. Emeğin az olması bu gerçeği değiştirmez. Ancak son kertede, o hazır yapıta, sanat yapıtı adayı konumu bahşedecek bir değerlendirme süreci gerekmektedir. Bu değerlendirmeyi yapacak olanlar sanat dünyası kurumu adına hareket eden kişiler olacaktır. Bu kişilerin başında da sanatçının kendisi gelmektedir. Bir sanatçı, izleyicinin değerlendirmesi amacıyla bir şey üretir ya da Duchamp örneğinde gördüğümüz gibi bir nesneyi seçer, bu üretim/seçki sonucunda sanat yapıtı olmaya aday bir örnek oluşur ve kabul edilmesi halinde izleyicilerin değerlendirmesine sunulur. Sunuş aşamasına geçiş yani Carroll’ün sanat dünyası adına statü verme olarak ifade ettiği eylem, sanat dünyasındaki profesyonellerin bilgi, anlayış ve deneyimlerine bağlıdır.. Bu konuda, ilk aşama için Donald Judd’ın, “Birisi bir şeye sanat derse, o sanattır.” sözü de akıllara gelir. 

Bir sanatçı; işe, bir sanat yapıtı ortaya koymak amacıyla başlar ve herhangi bir hazır nesneyi sanat yapıtı olarak sunarsa en azından bu aşamada o nesne, onun için bir sanat yapıtıdır:

  • Marcel Duchamp, bilgi, anlayış ve deneyimlerine dayanarak Çeşme adını verdiği pisuvarı sanat yapıtı olarak değerlendirilmesi amacıyla aday konumuna taşır. 
  • Sanat profesyonelleri bu pisuvarın bir sanat yapıtı adayı olabileceğine kanaat getirerek değerlendirmeye sunar.
  • İzleyici, ona kendi perspektifiyle değer atfeder/atfetmez.
  • İtimat edip etmeyecek olanlar izleyiciler olacaktır. Bir izleyici daha o nesneyi sanat yapıtı olarak tanımlarsa, bir kişi için daha sanat yapıtı olmuş olur. 

Bir diğer yazar Terry Barrett ise bu tartışmaları, doktor arkadaşı Peter ile aralarında geçen diyaloglar üzerinden ele alır. Peter, Damien Hirst’ün formaldehit dolu tanklara konmuş parçalanmış inek heykelleri hakkında Barrett ile inatlaşmaktadır. “Bu şey nasıl sanat olabilir?” sorusu üzerine tartışırlar. 

Barrett, söz konusu eserin bir biyoloji laboratuvarında değil saygın bir müzede yer aldığını, Hirst’ün sanat eseri üretme anlayışıyla hareket ettiğini ve üretimini sanat dünyasındaki bir kitleye sunulmak üzere ortaya gerçekleştirdiğini, bunun sonucunda söz konusu yapıtın sanat kitaplarında yer ettiğini vurgular. Carroll’ün kurumsal sanat kuramı başlığı altında ifade ettikleriyle Barrett’ın sınıflandırıcı tanım olarak öne sürdüğü anlayışlar benzerlikler taşımaktadırlar. Her iki yazarı da bu noktaya getiren, tarihtir ve tarih bir günde oluşmaz. Bunun için bir yolculuk gerekir, bu yolcuğun bilincinde olunması gerekir. 

Bu nedenle günümüzde baktığımız başat husus sanatçının sarf ettiği emek olmayabiliyor. Bu demek değil ki emek denklemden tamamen çıkıyor. Bugün her şey iç içe geçmiş durumda. Yoğun emekler harcayarak, el becerisini hakim kılarak, biçimsel bir yetkinlik sunarak da bir şeyler söylüyor sanatçı. Bazen sadece biçime de yoğunlaşabiliyor, resmin kendi sorunlarıyla da ilgilenebiliyor. Hepsini farklı taraflarıyla, kendi alanlarında düşünmemiz gerekiyor. Sanat bu, bir bütün. Bütünün de parçaları var. 

Belki bir sanatçı çok emek vermiştir ancak o kadar da büyük bir şey yapmamıştır ya da bir diğer sanatçı hiç emek vermemiş, bir anda çok yaratıcı bir fikir yakalamış ve bize farklı bir bakış açısı sunmayı başarmıştır. Önce emeğin yerini doğru saptamamız gerekiyor. 

Sevda Müjgan: İşin telif hakları boyutu da henüz açıklığa kavuşmuş değil sanırım. Yapay zekânın meydana getirdiği ürünleri (telif haklarını göz önüne alarak) eser olarak kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz?

Alp Doğu Eser: Telif hakları konusu özelinde hukukçular,  net sınırlar çizemiyorlar. Yapay zekâ sürekli olarak güncel açılımlarla karşımıza gelmeye devam ediyor. İki hafta sonrasını göremediğiniz bir senaryoda kesin kararlar alabilmeniz de çok mümkün olmaz. Bunun için bir zamanın gereklilik olduğu açık. 

Avukatlarla ya da patent vekilleriyle yaptığım görüşmelerde de henüz neyin ne olacağı özelinde net cevaplar veremiyorlar. Örneğin Amerika’da yapay zekâyla işbirliği geliştirilerek üretilen çalışmalar, kamu malı olarak değer kazanıyor. İngiltere’de ise durum Amerika’ya göre farklı işliyor. Sanatçının bir katkısı, müdahalesi, az ya da çok emeği varsa bunu korumanın anlamlı olacağına yönelik bir yapı sergiliyorlar.  Biz de henüz durum belirsiz. Bu ifadeleri, ikinci kitapta yer alacak iki farklı ismin değerlendirmelerinden hareketle kullanıyorum. Henüz gri bir alan ve net konuşmak zor. 

Bu noktada telif konusunda kimsenin zarar görmeyeceği, düzenlemelerin de bu düşüncenin merkeze alınarak yapılacağı bir süreç diliyorum. 

Bir örnek vermek istiyorum. Bazı sanatçılar, akıllarındaki her ne ise ona ulaşmak için veriler topluyorlar. Yapay zekâyı kendi saptadıkları verilerle eğitiyorlar. Bunun için bir araştırma süreci yaşanıyor, verilere ulaşılıyor, daha sonra o verilerle elde edilen yeni bir ürüne tekrar müdahale ediyorlar ya da cümleler yazıp elde ettikleri görseller arasından bir seçkide bulunuyor, bu seçkiyi başka bir bağlamla/anlatıyla lanse ediyorlar. Onu bir hikayeyle aktarma tasarrufunda bulunan kişi de bir insan. Herkesin kabul etmesi, böyle bir anlayışın oturması elbette ki zaman alacaktır. Ancak ben burada bir sanatçı müdahalesini gözlemliyorum ve bazı koşullarda eser olarak kabul edilmesinden yanayım. Önemli olan sanatçının ne yapmaya çalıştığı…

Sevda Müjgan: Kitabınızdan alıntılıyorum: Amerikalı Eleştirmen Jerry Saltz, “Şayet yapay zekâ bir sanat olacaksa kendi dinamikleriyle olabilir.” ( s. 127) diyor.  Dolayısıyla bu, sanatçı ve yapay zekâ sanatçısı diye bir ayrımı da beraberinde getirebilir mi/getirmeli midir?

Alp Doğu Eser: Jerry Saltz bu noktada yapay zekânın kendi estetiğini ortaya koymasından söz ediyor. Bu eleştirisini değerlendirdiğim bir yazı da kaleme aldım. 

Yapay zekâ şu an kendi başına bir şeyler üretmiyor. Ben sanat eseri üreteceğim seviyesine ulaşmış değil. Böyle bir durumda nasıl olur da kendi dinamikleri, estetik anlayışı ya da sanat görüşü devreye girebilir? Aynı zamanda yapay zekâ sanat olmayacaktır. Yapay zekâyı kullanan sanatçılar, sanat yapıtları üreteceklerdir.  Bu nedenle yapay zekâ sanatçısı şeklinde bir kavramdan da söz edemeyiz. Sanat diye bir şey var; bunun malzemesi, tekniği ve araçları var, yapay zekâ da mümkünse aralarına ilişir. Sanatçı da dilerse bu aracı kullanır ve üretir.   

Refik Anadol şakayla karışık bir şekilde, benimle bir kez olsun diyaloğa geçmedin ve beni eleştiriyorsun gibi bir ifade kullanmıştı. Diyalog, en azından yapay zekânın nasıl işlediğine dair bilgi almak adına önemli olacaktır. Ben bu yayınları neden kendi başıma değil de sanatçılarla yapıyorum? 

Sevda Müjgan:Sanatçı olmak; araştırmacı, bilim insanı gibi daima bir şeyleri anlamaya çalışmayı, böyle bir içgüdüye sahip olmayı da gerektirir.” dersek kafa yormamız gereken yapay zekâyı nasıl kullanacağımız mı olmalı? (Siz de kitabınızda altını çiziyorsunuz: Yenilikleri takip etmek, günceli yakalamak; geleceğe dönük işler yapmayı daha kolay hale getirecektir.) Yapay zekâyla dans edebilen bir sanatçı” olmak gerekir diyerek sözü bağlayalım mı?

Alp Doğu Eser: Görünen o ki yapay zekâ hayatlarımızın her köşesinde yer bulacak. Örneğin Iphone 16 yapay zekâyı devreye sokmak üzerine çalışıyor. Yarın Androidlerde de görmeye başlayacağız. Farkında olalım ya da olmayalım kullanacağız ve belki de alışacağız. 

Sanatçılar bugün eserleriyle sorular sorarken, aynı zamanda bir araştırmacı gibi bilimle iç içe bir süreç yaşıyorlar. Bazen bir kavram ilgilerini çekiyor, onun üzerine uzmanlaşıp çalışmalar yapıyorlar. Yaptıkları belki bilim değil, ancak farklı bakış açılarını göstermek anlamında katkılar sunabiliyorlar. Bu noktada bir şeyleri topyekun bir şekilde kendilerini kapatmalarının mümkün olmadığına inanıyorum. Bunların arasında teknoloji de kendisine yer buluyor. Yapay zekâ da bundan bağımsız okunamaz.  

Bu ifadeyi Ece Hanım kullanmıştı; yapay zekâyla dans edebilmek… Gerçekten güzel bir ifade.  Sanatçıların yapay zekâdan korkmadığını biliyorum. Kendisini ve hedeflerini bilen, yapmak istediklerine dair güçlü bir farkındalığa erişen bir sanatçı için yapay zekâyla dans etmek işten bile değil.  İhtiyaç halinde dans da edeceklerdir, şüphem yok.

.