Söyleşi: SEVDA MÜJGAN
21 Mayıs 2023

Aysun Kara:
“Muazzam bir güçtür düşleyebilme yeteneği.”
“Kurmacanın tarihle karıştırılması mümkün, “O, öyle değildi!” sözlerine ve eleştirilerine maruz kalmanız olası. Ben de buna benzer durumlarla karşılaştım ama Dünyanın Orta Yeri’nin, edebiyatla tarihin farklı disiplinler olduğuna dikkat çektiğini de düşünüyorum.”
Sevda Müjgan: Kitabınızın sonuna “Kitapta geçen yer ve kişi adları gerçekse de yaşananlar düş ürünüdür.” diye bir not düşülmüş. Dolayısıyla anlatılanların tarihi bir arka planı var. Tarihi olaylar, tartışmalara oldukça açıktır. Yazarları da zaman zaman zora sokabilir diyebilir miyiz? Sizi böyle bir konuya yönelten ne oldu? Bu roman nasıl, hangi duygu ve düşüncelerle ortaya çıktı? Hangi noktalarda zorlandınız ya da zorlandınız mı?
Aysun Kara: Dünyanın Orta Yeri için tarihin olanaklarını kullanarak kurulmuş bir hikâye diyebiliriz. Romanın hikâyesi bir söylenceden ortaya çıktı. Cezayirli Hasan Paşa’nın Çeşme Deniz Savaşından yaralı kurtularak Kidonya sahilinde köyün papazı tarafından bulunması ve yardım edilmesi hikâyesi bir söylentidir. Bu söylentinin gerçekliği beni ilgilendirmedi açıkçası çünkü ben bu çekirdek hikayeyi kurmaca gerçekliğine dönüştürmeye çalıştım. Olma ihtimali olanların hikâyesini anlatmaya cüret ettim bir biçimde. Cezayirli Hasan Paşa, padişah 3. Mustafa gibi gerçek kişiler ve Çeşme Deniz Savaşı gibi gerçek olaylar yer alıyor romanda. Bunlar hikâyenin dayanakları. Kurmaca bu dayanakların etrafında örülüyor. Böyle bir konuda yazmanın riskleri var tabii, kurmacanın tarihle karıştırılması mümkün, “ama o öyle değildi” sözlerine ve eleştirilerine maruz kalmanız olası. Ben de buna benzer durumlarla karşılaştım ama Dünyanın Orta Yeri’nin, edebiyatla tarihin farklı disiplinler olduğuna dikkat çektiğini de düşünüyorum. Bir başka edebiyatçı çıkıp aynı hikâyeyi bambaşka bir bakışla yazabilir tabii. Olma ihtimali olanların hikâyesi sonsuz olasılık barındırıyor.
S. M: Kitabınız okurunu 18. yüzyıla götürüyor. Kahramanlarınızdan Papaz Yanni, yüzünü İda dağına çevirir ve sorar: “Dünyanın orta yeri burası mıdır?” Burası yani Kidonya. Kidonya, Ayvalık’ın eski adı. Bu girişten sonra sözü hikayecilere getirmek istiyorum. Kidonya’nın hikayelerini anlatan hikayeciler vardır. Yazar da bu hikayecilerden biri olsa gerek. Okur kitapta hikayeci olarak önce Maria Ana’yla, onun ölümünden sonra da oğlu Ahmedaki ile tanışıyor. Hikayecilerin Kidonyalıların yaşamında nasıl bir yeri vardır?
A. K: Romanın bir hikâyesi olmakla beraber hikâye anlatmayı merkeze alan bir yapı kurmak istedim. Sanırım beni Dünyanın Orta Yeri’ni yazmaya iten güç “hikâye anlatmak” konusundaki düşüncelerimi kurmaca bir yapıtta dile getirmekti. Bu yüzden Dünyanın Orta Yeri’nin sözlü hikâye anlatma geleneğiyle de ilişkisi var. Sözlü kültür geleneği oldukça güçlü bir toplumuz. Hikâye anlatmak, dinlemek Kidonya’ya has bir durum değil tabii ama romanın coğrafyasında mitolojik söylenceler, karakterler adeta cirit atıyor. Bütün bunlar romanı yazarken etkili olmuştur tabii. Bir taraftan da hikâyelerin içine doğuyoruz. Hikâyelerle çevremizi algılayıp o çevrenin içinde bir yere tutunuyoruz. Yazar olmamız şart değil, her birimiz birer hikâye anlatıcısıyız. Anılarımızın, kendimize ya da başkalarına dair düşüncelerimizin, konuştuklarımızın hep bir hikâyesi var. O hikâye, kim anlatıyorsa onun bakışıyla değişip dönüşüyor, şekilleniyor. Her hikâye içinde bir parça gerçeklik taşıyor olsa da dilden dile, elden ele değişip gelişiyor. Bu ele avuca sığmazlık benim için çok heyecan verici. İşte tam da burada kurmaca devreye giriyor. Dünyanın Orta Yeri’nde hikâyeleri bir arada tutarak farklı anlatıcıların birbirini yalanladığı bir anlatı kurarak bu kadim meseleye dikkat çekmeye çalıştım.
S. M: Kidonya 21 haneli bir köy. Tek ya da birkaç kahramanın ardına takılıp olanı biteni kavramak okur için daha kolayken siz Kidonya üzerinden bir hikaye anlatmayı seçmişsiniz, bu nedenle okurunuz pek çok kahramanla tanışıyor. Hangi duygu ve düşüncelerle okurunuzu tek bir hikaye yerine hikayelerden oluşan bir bütüne yönlendirmeyi yeğlediniz? Bunun okurunuzu zorlayabileceğini düşündüm. Ne dersiniz?
A. K: Abbas Kiyarüstemi’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: “Anlatıcıyla dinleyicinin arasındaki ilişkiyi anlamak elzemdir.” der. Ben de böyle düşünüyorum. Hikâye anlatma meselesinde az önce de söylediğim gibi sözlü anlatılan hikâyelerde anlatılanı bir parça da dinleyici şekillendirir. Hikâye, dinleyicinin bakışıyla, duruşuyla, tepkileriyle değişikliğe uğrar. Romanı, söz ettiğim bu durumun yazılı kültürdeki karşılığı olarak görürsek anlatıcı yazar oluyor, dinleyici de okur. Dünyanın Orta Yeri’nde anlattığım hikâyeleri okurlarımın çoğaltıp farklı anlam katlarına ulaştıracağını umuyorum. Romanda okurla böyle bir ilişki kurabileceğimi düşünüyorum. Metin de buna olanak veriyor bana kalırsa.
S. M: Kidonya’nın hikayelerine biraz
daha yakından bakalım. Mandıracı Stefanos, son nefesini vermeden önce komşusunun oğlu Ahmedaki’den keçilerini sağmasını ancak gebe keçiye dokunmamasını ister. Ahmedaki, kendisinden isteneni dikkate almaz, tüm keçileri sağar. Oysa Zeus, bir keçi tarafından emzirilerek büyütüldüğü için gebe keçilerin sütünün yavrularına ait olduğunu buyurmuştur. Buyruğuna uyulmazsa kursağından o sütün geçtiği ölümlülere rahat vermeyecek, gündüz düşleriyle ömürleri boyunca onların kafasını karıştıracaktır. Kidonyalılara yüce Zeus tarafından verilen ceza: gündüz düşleri. Tanrıların sözlerine kulak asmayan Kidonyalılar, bu cezayı hak etti mi desek? Düş kurmak nasıl bir cezadır?
A. K: Düş kurmak tehlikelidir. Zihnin sınırlarını genişletir, insan bir de düşlerinin peşine takılabilecek cesareti bulabilirse dünyayı değiştirebilir, en azından kendi dünyasını. Kimi zaman başkalarının dünyasını da değiştirir. Düş insana özgürlük sağlar önce, düşünme hayal etme özgürlüğü. Sınırlar, toplum kuralları, gelenekler gibi gündelik yaşantımızda bizi sıkıştıran kuralları düşlerimizde alaşağı edebiliriz. İnsanın evrensel yaratıcılığını ve gerçekleştirme gücünü açığa çıkarır. Muazzam bir güçtür düşleyebilme yeteneği ki herkeste vardır. Romanda Çoban Mikis, sıradan bir çobanken cılız eşeğiyle dünyayı görmek için yola çıkar. Köyün bakkalınınsa bize çok tanıdık gelen süpermarket benzeri bir düşü vardır. Düş kurmak yol açıcıdır ama romanda düş kurmanın bir hastalık gibi algılandığını görürüz, düş kuran kişi için üzülür köylüler. Çünkü düş kurmak bir yandan da gündelik yaşamı küçümsemek gereklerini yerine getirmemek demektir, sınırsız özgürlük talebi, sıradan yaşamı yıkmanın da bir yoludur.
S. M: Gördüğü düşe köle olmak insanın başına olmadık işler açabilir. Bahçıvan Vasil’in İda dağında altın aramaya kalkması ona felaket getirmiş, burnundan olmuştur. Oysa Berber Lefterides, Kidonya’nın susuzluk derdini çözmek için kuyu açmayı düşler. Düşünü gerçek kılar, bir değil yedi kuyu açılmasına önayak olur. Bakkal Aleksi; iğneden ipliğe, gaz lambasından portakala, gazeteden yünlü iç donuna kadar envai çeşit malın bulunduğu devasa bir dükkana sahip olmanın düşünü kurar. Düşünün ona hayır mı, şer mi getirdiğini bilmiyoruz. Düşlerinin insanı nerelere götüreceğinin sorgulamasını okurunuza bırakıyorsunuz desek doğru olur mu?
A. K: Evet tabii, okuru bu konuda düşünmeye çağırıyorum galiba. Her kahramanın düşü kendince. Bahçıvan Vasil günümüzde Kazdağlarında altın arayan çok uluslu şirketlerin oyununa gelen, küçük çıkarlarının peşindeki bir köylüdür. Bakkal Aleksi’yse ileri görüşlü bir vizyonerdir. Papaz İkonomo’nun düşü kendi ikbaliyle ilgilidir ama toplumsal bir yanı da vardır.
S.M: Kitabınızda öne geçen kahramanlardan biri Papaz Yanni. Vaftiz annesi Maria Ana, son nefesini verirken Tanrı’nın onun için bir düş göndereceğini söyler. “Gördüğün düşü gerçekleştirmek için çabaladıkça yükseleceksin. Sen büyük adam olup zülum gören milletini kurtaracaksın.” Yanni, 12 yaşındayken Aynaroz’dan gelen keşişlere teslim edilir. Köyde kalsa çoban, balıkçı ya da kaçakçı olacakken Aynaroz’da din adamı olarak yetiştirilir, köyüne bir din adamı olarak döner. Papaz Yanni’nin gündüz düşlerine baktığımızda hepsinin Kidonya çevresinde biçimlendiğini görüyoruz: köprü, zeytinyağını, sabunu uzak ülkelere taşıyacak, gemilerin yanaşacağı bir liman, hastane, manastır, görkemli kiliseler, bir okul, ünlü hocaların felsefe, edebiyat, matematik dersleri verdiği bir okul, dillere destan bir kütüphane… O, köyünün kalkınmasını istiyor. Kidonya, Osmanlı yönetimi altındadır. Bu durumda “zülum gören millet ve geri kalmış köy” okuru, Osmanlı yönetimi üzerine düşündürmeli midir? Bunlar isyanların arkasında yatan nedenler olarak görülebilir mi? Halk, Osmanlı’dan hoşnut değil midir? Romanınızın arka planında bu sorular da var diyebilir miyiz?
A. K: Romanın tarihsel bir arka planı var. 1453’de İstanbul’un fethiyle Bizans İmparatorluğu yıkılır ve Yunan halkları Osmanlının egemenliğine girer. 1768-1774 yılları arası Osmanlı- Rus savaşı sürer. Romanın geçtiği 1700’lü yıllar ayaklanmalar dönemidir. Başta Mora’da olmak üzere Ruslar din kardeşleri olarak gördükleri Ortadoks Rumları Osmanlı’ya karşı kışkırtır. Mora’da irili ufaklı isyanlar çıkar, bastırılır. Milliyetçilik rüzgârlarının esmeye başladığı zamanlardır. Çeşme Savaşı’nda Osmanlı donanmasını Çeşme limanında yakan İngiliz ve Rus donanmasıdır. Kidonya 1700’lü yıllarda Osmanlı idaresi altında Ortodoks Rum vatandaşlarının yaşadığı bir köydür. Dünyanın Orta Yeri, bu tarihsel zamana yerleştirdiğim bir hikâyedir. Karakterlerden Papaz İkonomo Aynaroz’da katı dini eğitim almış bir Yunan milliyetçisidir, buna karşılık Berber Lefterides kendi halinde yaşayıp giden bir köylüdür ve Osmanlıdan bir şikâyeti yoktur. Her karakterin bakış açısıyla diyalojik bir anlatı kurmaya çalıştım. Bu yolla hikayeyi daha iyi anlatabileceğimi düşündüm.
S. M: Sanırım şunu da gözden uzak tutmamak gerekir: 18. Yüzyıl (1730 – 1770) Osmanlı’nın üç kıtada hüküm sürdüğü kudretli zamanlardır. Osmanlılarla Ruslar arasında kıran kırana bir savaş vardır. Osmanlı toprağı Mora yarımadasındaki Rum ahali de Ruslardan rüzgar bulunca kıpırdanmaya başlar. Rumların bağımsızlık hayallerine Ruslar koltuk verir. Bu kışkırtma Müslümanları da Hristiyanları da etkiler. Oluk oluk kan akar. Mora isyanları bastırılır. (1770) Halkın arasına huzursuzluk tohumları ekenin yine egemen güçler olduğunu görüyoruz. Onların çıkarları, halkın yaşamını biçimlendiriyor. Bu değişmeyen/değiştirilemeyen hikaye üzerine neler söylemek istersiniz?
A. K: Savaşın korkunçluğunu, anlamsızlığını Selman karakteri simgeler. Selman bir askerdir, korkunç bir savaşın içinden tesadüf eseri sağ çıkabilmiştir, belki de bu yüzden yaşamdan yanadır. Cezayirli Hasan Paşa sert, kudretli bir komutan olmasına rağmen insancıl bir bakış açısıyla romanın sonunda emrindeki askere farklı davranır. Selman’a Kidonya’da kalması için izin verirken, gözünün önünden o gece Çeşme Limanında yanan gemilerdeki gencecik askerler geçer.
S. M: Müslüman ve Hristiyan halk birbirine düşman mıdır sorusuna aslında siz kitapta güzel bir yanıt veriyorsunuz. Cezayirli Hasan Paşa ve denizci Selman, Çeşme limanında yakılan Osmanlı donanmasından sağ çıkarak kendilerini Kidonya sahillerinde bulur. İkisi de yaralıdır. Onlara yardım eli uzatan, onların hayatını kurtaran Papaz Yanni’dir. Başlangıçta kim olduklarını bilmez ancak öğrendiği zaman da Hasan Paşa’nın geri dönmesine yardım eder. Oysa aslında Mora isyanını gizlice desteklemektedir. Olandan bitenden haberi vardır. Selman da köyden bir kadına, Katya’ya gönül verir, onunla evlenip çoluk çocuğa karışmak üzere köyde kalır. Siz neler eklemek istersiniz?
A. K: Din, dil, ırk gibi ayrımların anlamsızlığını gösteren en iyi örnek Papaz İkonomo ile Cezayirli Hasan Paşa’nın birbirlerini insan olarak görebilmeleridir. Savaşın, ayrışmanın, dil, din, milliyetçilik kışkırtmalarının anlamsızlığına vurgu yapan; doğadan ve insandan yana bir roman olarak konumlandırmaya çalıştım Dünyanın Orta Yeri’ni.
S. M: Kitabınız oldukça kısa bir sürede 2. baskısını yaptı. Kitabınızın bu başarısı üzerine neler söylemek istersiniz? Okurunuz sizi yine tarihi konuların ardında görecek mi?
Aysun Kara: Sevindirici tabii, çok emek verdiğim neredeyse dört yıl içinde yaşadığım bir hikâyenin okur katında karşılık bulmasından mutlu oldum. Okuyan, hakkında yazan, soru soran, ilgi gösteren herkese sizin aracılığınızla teşekkür etmek isterim. Bu sefer tarihi bir konu değil ama yeni bir roman düşüncem yavaş yavaş filizleniyor zihnimde.
S. M: Söyleşimizin sonunda sizin eksik kaldı dediğiniz ya da eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?
A. K: Roman hakkında hemen her şeyi konuştuk herhalde. Derinlikli sorularınız için teşekkür ederim.
–
