Şenay Eroğlu Aksoy’la Sardunyaların Kışı Üzerine Söyleşi

1 Ağustos 2024
Söyleşi: Sevda Müjgan

Sevda Müjgan: Kitabınız adıyla ve ilk öyküsüyle bizi kış mevsimine götürüyor: Sardunyaların Kışı.  Öykü kişiniz (bir kadın), kış başında ölmesinler diye çiçekleri içeri almış, mutfakta  küçük bir sehpanın üzerine koymuştur. Çiçeklerin ölmemesini istemek, kişinin çiçeklerle kurduğu bu bağ umut vericidir ancak ardından öğreniriz ki onları sulamayı unutmuştur. Üstelik kuru yapraklarını da temizlememiştir. Saksının ortasında sardunyanın gövdesi yeşildir ancak çevresini kurumuş yapraklar sarmıştır.

Siz ona bir ad vermediğiniz ve kadınların onda mutlaka kendisinden bir parça bulacaklarını düşündüğüm için öykü kişinizden “kadın” diye söz edeceğim. Kadına, kurumuş yaprakların çevrelediği yeşil gövdeli sardunyaların hali kocasıyla olan ilişkisini anımsatır. “Bazı sorular cevapları bilinse de durmaksızın sorulur hayatta.” (s. 12)  “Cevabını iyi bildiğimiz sorular sorarız.” Ben de söyleşimize okurun yanıtını bildiği bir soruyla başlamak istiyorum. “Kadın mutsuz mu?”  Mutlu ya da mutsuz olmak kavramlarını biraz açabilir miyiz?

Şenay Eroğlu Aksoy: Evlilik kurumunun açmazlarını dile getiren bir öykü Sardunyaların Kışı. Kadın mutsuz mu demişsiniz, mutsuz elbette ama asıl dert arafta salınıp durması. Yaşamın bazı zamanlarında insanı derinden etkileyen duygu neyse geriye kalan olaylar/ayrıntılar da o duyguyu doğrular şekilde dönenip durur etrafta. Kahramanımızın her alanda zorlandığı bir dönemden geçtiğini anlıyoruz. Böylesi bir ömür diliminde de ilişkisini merkeze koyarak içinden geçtiği zamanı anlamaya/anlamlandırmaya çalışıyor. Mutlu ya da mutsuz olma kavramıysa onlarca farklı tanım taşıyor içinde ama yüzümüzü güldüren şeylerle ilgili mutluluk. İnsandan insana, kültürden kültüre değişse de yaşama sevincimizi artıran, ruhumuza ve bedenimize iyi gelen şey. “Sardunyaların Kışı” adlı öyküdeki kadının mutluluğu yalnızca kişisel yaşamındaki sıkışmışlıkla ilgili değil. Onu kuşatan mutsuzluğunun çıkış noktasına dönüşen toplumsal değerler, olgular da var. Tam da bu yüzden önce kişisel bir dönüşüm yaşaması gerekiyor kanımca.

S. Müjgan: Öykünün bize söylediği kadının mutsuzluğunun arkasında kocasıyla olan ilişkisinin yattığı. Burada okurunuza somut nedenler sunmuyorsunuz. Kadının annesinin söylediği cümleye bırakıyorsunuz sözü: “Kadınlar kocalarını sevmez.” (s.12) “Kadın” annem “erkek” babamı sevmiyor. Ben de sevmiyorum “erkek” seni.” (s. 12) “Erkek” olan baba, “erkek” olan sen neden sevilmez? Bu, tırnak içinde “erkeklik” hali nedir? 

Ş: E. Aksoy: Kadının mutsuzluğu yalnızca kocasından kaynaklanmıyor. İkisi de kurumun parçası olmaktan temel erkeklik ve kadınlık rollerinden muzdarip. Yıllardır yan yana olmanın getirdiği bir yabancılaşma içindeler. Saygı olduğu yerde duruyor ama yakınlık, şehvet, ilgi kaybolmuş. Kadının anlatımından yola çıkarak bir dönem o yatağı ortadan ikiye böldüğünü ve kocasının uyuduğu tarafı uzaklaşsın diye ittiğini görüyoruz ama yine de ayrılamıyorlar. Hem evlilik kurumunun hem kadınlık ve erkeklik rollerinin hem de en kuytuda gizli duyguların kördüğüm olduğunu görüyoruz. Mutsuzsan çek git, diyebilirsiniz ama gerçekliği kavramak asla böyle bir şey değil kanımca. Edebiyatsa dile getirilemeyen mahrem gerçekleri deşmekle mükellef. “Sardunyaların Kışı” tam da bunu yapıyor.

S. Müjgan: Kadın, evini ”farelerin cirit attığı ıslak bir yer” olarak görüyor. “O fareler gece olduğunda tükürüklerini anestezik gibi kullanarak bizi uyuşturup organlarımızı kemirirlermiş.” (s. 11) Bir ev, farelerin cirit attığı bir yere ne zaman, neden dönüşür? En rahatsız edici olanı ise farelerle mücadele etmek yerine onların sizi yavaş yavaş yok etmesine göz yummak olsa gerek. 

Ş: E. Aksoy: Ev değil ilişkiyi kurtarmak için ne zaman uzansa içine düşüğü karanlık onu ürküten. Fareler de tam o anda çıkıyor ortaya. İlişkiyi kurtarma çabasında bile tek başına olması asıl mesele. Kadın kendiyle boğuşurken adam sürekli uyuyor. Bu yanıyla baktığımızda kadınların kendi ilişkilerini sıklıkla deneyimledikleri bir durum bu. Birçok kadın arkadaşımdan duymuşumdur, ben kendimle uğraşırken adam horul horul uyudu, yorumunu. Bizim kahramanımızın kocası da sürekli uymaktadır. Kadın yakınlaşmak, dokunmak ister ama adam derin uykusundan uyanmaz. 

S. Müjgan: Kadın kendisini kocasının çantasında taşıdığı, ihtiyaç anında hatırlanacak bir yakın gözlüğü gibi görüyor. Bu gözlük, kocanın görünmez şeyleri görmesine değil, okuma konforunu artırmaya yarıyor, gözlük vazgeçilmez değil ama çantadan da çıkarılmıyor. Böyle bir lişkinin kaçınılmaz sonucu yalnızlıktır ki kadın da “yapayalnızım” diye düşünüyor. Kadın bir sorgulama içinde ve neyin ne olduğunun da farkında. Bu noktada okurlarınızdan da (kadın ya da erkek) kendilerini sorgulamalarını istediğinizi söyleyebilir miyiz? Biliyoruz ki sorgulamak cesaret ister. Nereye varacağı kestirilemeyebilir. 

Ş: E. Aksoy: Öyküyü yazarken okurlarımın kendini sorgulamasını planlamadım ama en çok istediğim evlilik kurumu ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerine kafa yormak/ yordurmaktı. Bize dayatılan ilişki kalıplarını kırarak özgürce içimize bakmamız gerektiğinin altını çizmek istedim.

S. Müjgan: Kadın, “Kendimizle ilgili soruların cevabı bizde değil,” diye  düşünüyor. (s. 13) Bu noktada kahramanınız ve siz (yazar) çeliştiniz mi? Kadın, düşüncesini “durmadan içimizle konuşuyor olmamıza rağmen acı çekmenin sürmesi”yle destekliyor. (s. 13) İçimizle konuşuyoruz ama bir işe yaramıyor, acı çekmeyi sürdürüyoruz, diyor. Ben de okur olarak doğru soruları soramıyor olabilir miyiz diye düşünüyorum. Kadının bende bıraktığı duygu sürekli kaçış noktaları arıyor, çözüm değil, oldu. Kabullenmeye daha yatkın. Belki de bu, kadınların genel ruh hali. Ne dersiniz?

 Ş: E. Aksoy: Kendimizle ilgili soruların yanıtının bizde olmadığı düşüncesi ve onu destekleyen, yoksa neden bu kadar acı çekelim ki sorusu, üzerinde uzun uzun düşünülebilecek bir yorumlama biçimi. Her şeyin sınırlarını kendisinin belirlediğini iddia eden biri hem insanlık hallerinin karmaşıklığını kavramamış hem kendini sorgulama aşamasına geçmemiş hem de kişiliğini koruyan bir kibre yaslanmıştır bana kalırsa. Kadınlara gelirsek onlar emek verdikleri şeyler kendilerine ne denli yabancılaşsa da hayatlarından çıkarmak için acele etmiyor. Bizim toplumumuzda bu daha da belirgin. Örneğin bu ilişkinin ortasına bir de çocuk ekleseniz bizim kültürümüze göre kadının uzaklaşabilmesi çok daha zor olurdu. Tam da bu yüzden her şeyden yalıtmak mümkün olmasa da bazı şeylerden yalıtarak çekirdeğe evlilik kurumunu koymak istedim “Sardunyaların Kışı” adlı öyküde.

S. Müjgan: “Birden doğrulup var gücümle ittirdim yattığın yeri. Bir an önce kop, uzaklaş istedim.” (s. 13) diyen kadın eyleme geçti, içdökümü/yakınma aşamasını aştı diye sevinecekken sevincimiz biz okurların kursağında kalıyor. Erkek uzaklaşınca ardında bulanık/kirli bir su kalıyor. Kadın, ayakları o bulanık suyun içinde ne yapacağını bilemiyor. Tırnak diplerine çamur doluyor. Erkek uzaklaşınca bulanık su berraklaşmaya başlamıyor. O da yeniden yatağa uzanıyor. Kadınlar yeterince güçlü değil mi? Çizilmeye çalışılacak güçlü kadın imajları gerçekçi değil mi? 

 Ş: E. Aksoy: Aslında o kadar mahrem bir alandan söz ediyoruz ki güç olarak gördüğümüz çoğu şey kişiliğimizde yerli yerinde duruyor olsa da bocalıyor olabiliriz. Sevmenin, sevilmenin onca insan arasından neden bazılarını arzu ediyor oluşumuzun kaba sınırlar içinde yanıtları olsa da her insanın kişiliğinde bambaşka yankılanıyor bu durum. Kadınların zayıf olduğunu söyleyemem belki de biyolojik mirasımız bizi bu denli sakin kılıyordur kim bilir. Tabii tüm bunları “Sardunyaların Kışı” adlı öykü özelinde konuşuyorum. Eşitsiz bir ilişkide her türlü şiddet gördüğü halde katlanmak zorunda hissedenler değil söz etmek istediğim. Zaten öyküde olan da bu değil.

S. Müjgan: “Bir gün uçabilmek hayaliyle bulutlara bakmıyorum artık, üzerinde mavi kuş baskılarının olduğu tişörtlerle avutuluyorum.” (s. 14) İnsan bir gün uçabilmek hayalini neden yititirir? Erkekler, uçmanın tehlikeli olduğunu söylüyor, kadınlar da bunu kabul mu ediyor? Bu, kaçınılmaz bir son mu? Okur olarak buna karşı çıkıyorum. Bir gün uçabilmek hayalini yitiren kadın, beni güçlendirmiyor. O zaman kendime sormadan edemiyorum. Bu kadın (öykü kişisi) benim hayatıma niye dahil oldu? Beş sayfalık kısa bir öyküde ben okur olarak beş sayfayı aşan bu düşüncelere, sorgulamalara niye giriştim? Farkındalıksa kadın da her şeyin farkında. Bunun onun hayatında bir etkisi yok. Farkında olmak yetmiyor. Sonraki adımı atma yolunda bir güç bekliyorum. Bu, ben güçsüzüm, sizden güç bekliyorum anlamında değil. (Öyle de olabilir aslında) Kadınla buluştuğum yerde beni çoğaltabilecek hiçbir şey görmüyorum. Kadına haksızlık mı ediyorum dersiniz?  

 Ş: E. Aksoy: Sonuçta bu bir kurmaca metin. Kadına ya da erkeğe haksızlık ettiğinize takılmam, okur sizsiniz. Yazarın döşediği taşlardan yola çıkarak her yorum yapılabilir.  Öyküde asıl yapılmak istenen arafta salınıp durmanın nasıl da yakıcı olduğu. Bilmiyorum seyretmiş miydiniz Zeki Demirkubuz üçlemesinde Kader filmi de irademizi aşan bir aşk hikayesine odaklanır. Her şey yanlış olsa da kahraman kendini o akıntıya bırakır. Bazı duygular iradenizi aşıp hayatınızın bir dönemini cennete de cehenneme de çevirebilir. Etrafımızdaki hayatlar buna benzer örneklerle doludur. Bunun da ne kadar insani olduğunu bilmek gerekiyor. Öyküyü erkek kahramanın gözünden de yazsaydım bambaşka bir hikâyenin içine düşecekti okur. 

Ama sizi bu denli kızdırdıysa önemli şeyleri başarmış olduğunu düşünürüm. Asıl mesele okuru içine alabilen bir kurgu yaratabilmek.

S. Müjgan: “Bu aşağılık ülkenin karanlığı bitmez bilirsin.” (s. 14) Bu cümleyle kadın, içinde bulunduğu karanlığı ülkenin karanlığıyla birleştiriyor. Bu aşağılık ülke, karanlıkta. Ülkenin aşağılaşmasında ve karanlığa gömülmesinde kendine pay biçmediği gibi yaşamının karanlığından da kendini sorumlu tutmuyor. Evlilik çok kalabalık bir kurum ama biz onu karı ve kocaya indirerek diyelim ki gelinen noktaya tek başınıza değil, birlikte geldiniz. Erkek, durumdan yakınmıyor üstelik. Kadın uyuyabilmek için yatakta çırpınırken erkek derin derin soluk alıp vererek uyumayı sürdürüyor. Biz insanlar, iğneyi kendimize batırmaktan hoşlanmıyor muyuz?

Ş: E. Aksoy: Sardunyaların Kışı’ndaki kahraman daha ne kadar iğneyi kendine batırabilirdi bilemiyorum. Uyuyamıyor, tüm duyguları en derinlerde yankılayacak kadar sarsıcı yaşıyor. Ona neden bu kadar kızdığınızı anlamakta zorlanıyorum doğrusu.

S. Müjgan: Bu kadın ve erkek, aynı yatakta ancak ortasından ayrılmış bir yatakta yatıyor. Kadın, erkeğin kendisini artık bedensel olarak da sevmediğini düşünüyor. Sevdiğini düşünebilmek için erkeğin elini tutup parmaklarını yüzünde gezdiriyor, bunu erkeğin kendisini sevmesi olarak yorumlamak istiyor. “Artık gençliğini yitirmiş tenim, uzun parmakların sıcaklığını derinlerime taşıma konusunda hâlâ cevahir.” (s. 15) diyor. Cinsel istek yerini şefkate bırakmayı aslında istemiyor gibi. Bunlar birbirinden çok farklı duygular. Burada ister istemez “Kadının gidememesinin arkasında gençliğini yitirmiş olmak da yatıyor mu?” diye geçiyor aklımızdan. Bu, ilişkiyi farklı bir noktaya taşıyor. O; gitmek, terk etmek istemiyor, erkek onu sevsin istiyor. Öykü bu noktada kırılmıyor mu? Söz bitmiyor mu/gereksiz kalmıyor mu?

Ş: E. Aksoy: Bana kalırsa tam da burada başlıyor insan olmanın hikâyesi.

S. Müjgan: İnsan kuşkusuz karmaşık bir varlık. Kadın da kendi karmaşasında sıkışıp kalmış. Kışın ardından bahar gelir ancak öykünüzde sardunyalar solacak gibi görünüyor. Öykünüz “gittikçe azalan umut”la başlıyor zaten. Umut yoksa bahar da gelmez. Ben kadınların kendilerini bu duruma düşürmelerinden rahatsız oluyorum. Edebiyatın dönüştürücü gücüne inanmaktan yanayım. Şenay Eroğlu Aksoy, edebiyatın böyle bir rolü olmasını öncelikli görmüyor dersem bu, yerinde bir belirleme olur mu?

Ş: E. Aksoy: Size katılamayacağım maalesef. İnsanın ara tonlarını, karanlığını, yaşadığı toplumla koşut hastalıklı hallerini o gerçekliği bozamadan anlatır edebi metinler. Güçlü kadınların salındığı mitler sizi tatmin edebilir belki ama o da ne kadar sahici olur bilemiyorum. Edebiyatın gücü, anlatmak istediği her neyse kurmaca gerçekliği sahici- burada kurmaca gerçekliğin sahiciliğinden söz ediyorum elbette- biçimde bir araya getiren metinler yaratabilmesindedir.  Don Kişot’u Moby-Dıck düşünün. Kahramanlar gündelik hayatta hiç de olumlu bulacağınız tipler değildir ama insanın görünenden uzak yanlarını, takıntıya dönüşen bir durumdan yola çıkarak ustalıkla anlatır. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı filmi de en güzel örneklerdendir. Yalnızca bir fotoğrafa aşık olur kahraman ve film ilerledikçe daha karmaşık alanlara doğru kayar yönetmen.  Absürt bir durumdan yola çıkarak insanlık hallerinin sınırlarını sorgulatır.

Hiçbir metin doğrudan kadınları ya da erkekleri güçlü göstermek ya da dönüştürmek için yazılmaz. O metinden geriye böylesi bir şey kalabilir. Tam tersine arketiplerimiz nasılsa o zeminde hareketle insana yakınlaşırken yeni kanallar açabilmektir aslolan. Böyle bakıldığında insanın en karanlık yanlarını işleyerek metnin asıl meselesi kılan yazarları yargılayabilir miyiz? Kahramanınızı sahici bulmadım demeniz daha fazla düşündürürdü beni. Edebiyatın birincil işlevi bazı şeyleri öğretmek değildir, yaşamı ve insanı bazen toplumu derinden kavramanızı sağlarsa ne mutlu. Ona böyle bir misyon yüklemek gerçekçi değil, propaganda kokan metinlerdir bunu yapanlar onlar da yarına kalmayı başaramadılar. 

Son olarak söyleşi için teşekkür ediyorum.

S. Müjgan: Zaman ayırdığınız için Bizim Çağ Edebiyat adına ben de teşekkür ederim.

.