26 Nisan 2024
DERYA SİNAN
“İnsanın insan olma mücadelesinde çözüm bekleyen sorunları” ele alan Özyalçıner,
”moda konu yazarı değil, sorunlar yazarı“dır.
Adnan Özyalçıner, İstanbul Karagümrük’te gözlerini dünyaya açar ve bu kentte yaşar. Öyküleri, yaşamına da tanıklık eder. Yazdan Kalma Bir Gün adını verdiği seçkisinin alt başlığı “İstanbul Öyküleri”dir. Yazılanla yaşananın birbirlerini beslediklerine kuşku yoktur. Özyalçıner de bunu onaylar: “Bütün öykü kitaplarımda İstanbul anlatılmıştır. Hepsinde yaşanmışla yaşanan iç içe yer alır.”
Öyleyse Yazdan Kalma Bir Gün’ün rehberliğinde İstanbul’un kenar mahallelerinden başlayarak yola çıkalım.
Çömlekçiler Sokağı’nda bir ezan sesi, yoksul birinin belden aşağısı olmasa da aslında “bizim gibi bir insan”ın (s. 17) ölümünü haber verir. O insan, herkesin onun çekip gitmesini beklediğini bilmektedir. “Kimseyi korkutmaya, tedirgin etmeye hakkım yokmuş.” (s.21) Bostan’daki kuyudan çıkarırlar ölüsünü. Namazı için babasından başka mescidin önünde sebze satan adamı bulurlar yalnız. Taşınmasına kahvelerden toplanmış bir iki işsiz yardım eder.
Ölüm her yerdedir. Yoksulluk, Çömlekçiler Sokağı’ndadır. İnsanlar işinde gücündedir. Sabahın dördünde kalkıp çoraplarını yıkarlar. Parklarda kabak çekirdeği, leblebi satarlar. Kestane… Yoksa körpe badem hıyarı… Yorgun işçiler, dedikoducu kadınlar… Evlerde halalar çocuklara “Pis!” diye seslenir. Burası, bir “kenar mahalle”dir. Önüne “İstanbul”un eklenmesi onu ne azaltır, ne çoğaltır. Bütün kenar mahalleler gibidir.
Surlara doğru mezarlığı geçer geçmez ortaya çıkan surlar… Önünde değirmen bozuntusu… Nalbant Ali’nin dükkânı… Bitişiğinde kapıdan girecek tabutları gözleyen taşçı… Sonra öteki ufak tefek satan dükkânlar… Dokumacı… Çayevi… Taşra otobüslerinin kalktığı yerde bilet satış evinin çardağı… Çardağın simitçisi… Surların dibinden yola taşan pazar… Alıcı bulamayan arık atlar… Beş altı tahtaya, bir kutu boyaya, bir avuç yanmış çiviye bakan yenilenmesi kolay arabalar… Arık atına alıcı bulamayan İbrahim… Sinsi bir yel… Kasırganın yol açtığı korkunç kaza… Yaşamını yitiren bir insanın yanı sıra bir de arık attır.
Bu kez at pazarının önüne “İstanbul”un eklenmesi rahatsızlık vericidir. At pazarının pis kokusu, biçimsiz atları ve arabaları; surları gezen, fotoğraf çeken yabancılarda kötü bir izlenim bırakacağı için önlem alınmalıdır. İstanbul surlarından ayrılamayacağına göre at pazarı kaldırılmalıdır.
“İnsanın insan olma mücadelesinde çözüm bekleyen sorunları” ele alan Özyalçıner, ”moda konu yazarı değil, sorunlar yazarı”dır. Ancak “öykülerinden çıkan felsefenin umut felsefesi” olduğu düşüncesinin karşısına önce belden aşağısı olmayan bir adam, arkasından İbrahim ve arık atı (ölüm) çıkınca “umut” birden kovuluverir. Ancak yine de gönlümüz elbette “emeğe güvenmekten, emeğin er geç sömürüsüz bir dünya kuracağına inanmak”tan yana atmak ister.
Varsıllarla yoksulları, kimi zaman yalnızca bir yokuşla ayıran bu kent, yanlışla doğrunun varlıklarını kalın çizgilerle ne yazık ki koruduğu bir kenttir. Çarpıtılmıştır. Mutlu bir kent değildir.
Alçacık kulübelerin sıralandığı yoksul bir sokakta tek göz bir evden çıkan baloncunun ardına takıldığımızda geniş bir alana varırız. Baloncu, ağaçsız, güneşin ve gökyüzünün bütün çiğliğiyle tepeden yükseldiği, tabanını kara bir asfalt kaplayan alanın bir köşesine sabahtan dikilir. Kendisine doğru yönelen her çocukla balon alacak diye umutlanır, umudu boşa çıkar. Alandaki caminin arkasındaki Bakırcılar Çarşısı’nda çalışan, yaşamadan çocukluğunu yitiren, bütün günleri boyunca bir siyah-beyazı yaşayacak çocuklar arada para bozdurmak ister. Bozulan paranın içinden ustaları haftalıklarını verecektir. Oysa onun bozuğu yoktur. İçi ezilince bir simitle açlığını bastırmaya çalışır. Bütün gece boyunca öz soluğuyla üfleyip doldurduğu balonlar pörsümeye başlayınca çareyi alanı koşarak geçmekte, uzun yokuşu aşarak denize inmekte bulur. Burası varlıklı kişilerin yaşadığı kentin kıyı kesimindeki yazlıklardan biri, set üstü, ağaçlık, upuzun bir burundur. Burnun sonunda yelkenli, yelkensiz renk renk teknelerin doluştuğu bir koy vardır. Yolun kıyısını alan bahçeli, büyük yapılar, oteller, lokantalar, gazinolar… Akşamları stadyum kalabalığına ulaşan yola, o kaygısız kalabalığa umut bağlar. Burada çocuklar, siyah-beyazı yaşayan değil; alı, yeşili, maviyi ayırt edebilen çocuklardır artık. Saçları düzgün kesilmiş, renk renk yazlık giysiler içinde, çiçek ve kolonya kokan, oğlanlı kızlı çocuklar… Mutluluk, sevinç, sevgi yanı başlarında… Bu çocukların onun pörsümüş balonlarını almalarına aileleri engel olacaktır: “A, bunlar eskimiş balonlar! (…) Onlar pis çocukların balonlar, kullanılmış balonlar baksana!” (s. 42)
Baloncu, yanmış, eski bir konak kalıntısının bulunduğu bir arsanın kuytusunda balonları taşıyan sicimi çöplükte buldukları eski gazete kâğıtlarıyla sararak ateşe verir, balonları gökyüzüne salar. Gökyüzünde asılı, alevli, onlarca balon… Gökyüzünde patlama vardır. “Sömürüsüz bir dünya” kurulabileceği umudu belki de oradadır.
Varsıllarla yoksulları, kimi zaman yalnızca bir yokuşla ayıran bu kent (Alıntıladığımız “Gökyüzünde Ayaklanma” adlı öykünün 1971 yılında yazıldığını göz önüne aldığımızda) 2024 yılında da yanlışla doğrunun varlıklarını daha kalın çizgilerle ne yazık ki koruduğu bir kenttir. Çarpıtılmıştır. Mutlu bir kent değildir.
Gülhane Parkı’nı “saray artığı bir bahçe” diye nitelendirmek, nitelemeyi yapan bir işçiyse “artık” sözcüğündeki aşağılama yerini bulabilir çünkü o saray, halktan topladığı vergilerle kutsallık ve dokunulmazlık kazanan bir saraydır. Hem ülkenin varsıllığının göstergesi hem üstlerine kan bulaşan bir görkemin… Gözetimi altında bulunan tepelerden yoksul halkı kovmuştur. Göç, ıssız çoraklara doğrudur. Göç edenler geri döndüğünde saray yine tepede dimdik ayaktadır ancak artık yalnızca tarihsel bir yapıdır. Çoraklara yoksul gidenler ise yine yoksul döner. Yoksullukları değişmese de üzerlerinde gözetlenmekten kurtulmanın rahatlığı vardır. Başbuğ ve çevresindeki yönetici seçkinler ölmüştür.
Bunlar olup bittikten sonra dünyaya gelen işçi, önce bir genç olarak saray bahçesinin yolunu öğrenir. İlk şarap içilen, ilk öpüşülen yer… İlk kaçaklıklarda sığınılan… O zaman güzel bahçedir. Uygar kişiler için şehir içi bir koru… Gençlik yıllarında çokça yeri de olsa işçi, bu bahçeyi sevmez. Orada kendi gibi işçiler çalışmaktadır. Sarayı payandalayan ya da duvarının düşmüş bir taşını yerine yerleştiren işçiler… Oysa o, sarayın kendi haline bırakılacağını, çökeceğini, yıkılacağını ummaktadır. İşçiler olmasa… İşi bugünden tezi yok bıraksalar… “Neyle garanti edebilirsiniz geçimimizi, çoluğumuzun, çocuğumuzun geleceğini?” (s.68) Onlar gider gitmez başkalarını bulmazlar mı ?“Bizi burada zorla çalıştırmıyorlar. Tutsak falan değiliz. Sizin gibi özgür bir vatandaşız.” (s.67) Özgür vatandaşın kim olduğunu yeniden mi tanımlamak gerekir? Ekmek parası deyip… İskelede üzerinize atlayan bir kediden korkup kendinizi aşağı atarsanız… Başınız yarılırsa…
Sarayın işçilere/halka bir iyiliği görülmediği gibi saray artığı bahçenin de görülmez.
Kentlerin çehresi zaman zaman yenilenir. “Yenilenmek” olumlu çağrışımları olan bir sözcük gibi gelse de kulağa kimi zaman bu, “haksızlığı, yoksulluğu, yoksulların sığındığı yerleri ortadan kaldırarak, onları arka sokaklara, kenarlara, köşelere sürerek yok etmeye” (s. 91) yönelik bir eyleme de dönüşebilir. Eski su kemerlerinin oval kapısından içeriye girildiğinde “yıkım günleri”ne rastlanır. İstanbul’da yaşayanlar iyi bilir ki yılın 1972 ya da 2024 olması önemli değildir, “yıkım günleri” hep vardır.
Yaptığı işler mevsimine göre çağla, badem hıyarı, fındık, mısır ya da kestane satmak olarak değişen engelli, yaşlı bir adamı son sığınağında, caddenin arkasındaki iki bölüklü ahşap evin bodrumunda buluruz. Ev yıllardır boştur. Evin sahibi, evi yıktırıp yerine blok bir apartman çıkmak istemektedir. Ancak evin altındaki dükkânların kiracıları çıkmamakta direndiğinden ev yıkılamaz. Ev sahibi çareyi belediyeden “Yıkılma tehlikesi var. Oturulamaz.” raporu almakta bulur, evi mühürletir.
Yaşlı adam, bu evin bodrumunda yatıp kalkar. Manavın boş kaplarını koymak için ardiye olarak kullandığı bodrumda, o boş kaplar yaşlı adamın epey işine yarar. Onları yan yana koyarak bir sedir yapar kendisine. Alta boş çuvalları, üste ince yatağını yayar. Başucuna boş sandıklardan bir de masa uydurur. Kışın ısınmak için küçük bir de saç sobası vardır.
Yıkım onu, sabaha karşı düşte yakalar. Bir geçit töreninde çocuklara çağla satmaktadır. Gürültülerle uyandığında sarsılan duvardan düşen bir kireç parçası masanın üzerindeki mumu devirir. Önce kendisini dışarıya atar, olanı biteni anlayınca yeniden bodruma girer, varını yoğunu yüklenip cami avlusuna bırakır. Artık başını sokacak yeni bir dam altı bulmak zorundadır.
Yaşlı adam; dört beş yaşlarındayken günlerce süren, bütün semti alev alev yakan İstanbul’un öylesini görmediği bir yangında kaybolur. Evinden, annesinden, babasından uzaklara düşer. Zaptiyeler onu ailesini bulur umuduyla Çarşamba taraflarında bir arsalığa bırakır. Bir kocakarı ona torunum diye yapışır. Dokuz yaşına kadar kalıntılardan çatılan bir kulübede onunla yaşar. Kocakarı ölünce akrabaları kulübeye el koyar, onu sokağa atar. Yangınlıklarda yatar, kalkar, dilenir, şeker satar, karnını doyurur. Evsiz kaldığı soğuk bir kışta sığındığı cami yıkıntısında hastalanır. Hastaneden belkemiği eğrilmiş, sırtı kamburlaşmış olarak çıkar. Bir süre gazete satar. Tramvay bacağını keser. Bir ara dul bir kadının kiracısı olur.
Bu arada İstanbul sürekli değişmektedir. Beton blokların meydana getirdiği kocaman yapılar çevresini sarmaktadır. Bulvar Parkı yıkılır. Dar caddeler genişler. Koca koca raylar sökülür. Tramvayların yerini otobüsler alır. Beton her gün oburca bir doğa parçasını yutar. Alanla cadde uygar bir görünüşe kavuşur. Ortalık öylesine açılıp genişler ki gökyüzü bile kat kat büyür.
Tüm bunlar olup biterken herkes bir yana dağılır: Gazeteci Hacı, Pişirici İsmail… Manav, saatçi, berber gibi. Giden bir daha uğramaz. Bir tek engeli, yaşlı adamı olduğu yere mahkûm eder. Ancak kent onu öteleye öteleye Belediye Sarayı’ndan, geçitten, bulvardan, su kemerlerinden, hatta insanlardan uzaklaştırır. Payına düşen, yaşlı ve engelli olmasa o da düşmeyecek bir yer, eski bir türbenin mezarlık duvarıdır. Kestanelerini satmayı orada sürdürür.
İstanbul, Bilinmeyenlerle Dolu Bir Kent. “Yazdan Kalma Bir Gün” ne zaman, kim tarafından okunursa okunsun İstanbul’un değişmeyen gerçekleriyle yüz yüze gelinecektir. Bu gerçeklerin ardında yatan kapitalist düzen değişmediği sürece değişmesi olası olmayan gerçeklerle… Üstelik yanına uğramadığımız niceleri var daha “İki buçuk liraya mis gibi Anadol!” diyerek piyango bileti satmaya çalışan kadın, anasının gitmesini istemese de ekmek parası için gitmek zorunda olduğunu bilen, masallarla avunan hasta çocuk, kendini atlarından ayrı düşünemeyen arabacı, sığıntılar, yersiz yurtsuzlar, Hamal Habip, cıvata fabrikasında ateşçi babanın cambaz çadırına meraklı oğlu…
Tanpınar’ın çok yerinde vurguladığı gibi “küçük-büyük, manalı-manasız, eski-yeni, yerli-yabancı, güzel-çirkin bir sürü unsurun birbiriyle kaynaştığı bir terkip olan İstanbul”u yine de sevmeyi sürdüreceğiz. Umuttan, mücadeleden yanaysak başkası gelmeyecek elimizden. Edebiyat da yanı başımızda olacak.
.
Kaynak Kitap
Adnan Özyalçıner, Yazdan Kalma Bir Gün, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2006.
İnternet Kaynakları
Felsefe ve Sanatta Adnan Özyalçıner ile Söyleşi, Yayına Hazırlayanlar: A. Kadir Şahin/ Nazlıhan Özgül (http://www.insanokur.org) Erişim Tarihi: 5 Nisan 2024
Yalana Karşı Duran, Zafer Köse (http://www.insanokur.org) Erişim Tarihi: 5 Nisan 2024
.