3 Haziran 2024
Söyleşi: Sevda Müjgan

Feyza Hepçilingirler:
“Memleket sevgisi özel bir sevgidir.”
Sevda Müjgan: Çocuklar için Ayvalık’tan Gelen Mektup, Ardahan’dan Gelen Mektup ve Edirne’den Gelen Mektup adıyla üç kitabınız yayımlandı. Öncelikle size bu üç kenti nasıl belirlediğinizi sormak istiyorum.
Feyza Hepçilingirler: Ben ondan önce bu fikre nasıl ulaştığımı anlatayım. Neden mektup, neden Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen mektuplar? Türkü Çocuk adlı bir kitabım var. O kitapla ilgili söyleşi yapmak için gittiğim bir okulda çocuklardan biri “Türkü derlemek nedir?” diye sormuştu bana. Kitapta geçiyor, Barış’ın babası türkü derliyor. Ben de açıklamaya çalıştım. Aklıma o zaman hangi il geldi bilmiyorum, galiba Kütahya. “Kütahya’yı gördünüz mü?” diye sordum. “Diyelim, anneniz, babanız Kütahya’ya gitti, türkü derleyecekler.” diye örnek vereceğim. Salon bayağı büyük ama ses çıkmadı. Aklıma gelen yerleri rastgele saydım. Yine ses seda çıkmadı. Sıra Mardin’e geldiğinde garip bir şey oldu. “Mardin’i görmedim ama Madrid’i gördüm.” diyen bir çocuk çıktı. Onun ardından kimi çocuklar “Ben şuraya gittim. Biz de Venedik’e gittik. Belgrad’ı gördük. Prag’ı…” diye sıralamaya başladılar. Derken biri, “Onlar da bir şey mi, biz Amerika’ya gittik.” diye atıldı. “Anadolu’da şurayı gördünüz mü? Burayı gördünüz mü?” Hayır. Birden dank etti kafama. Anadolu’yu bilmiyor bu çocuklar ama Avrupa’ya hatta Amerika’yı bile biliyor, oraya bile gitmişler. Orada dedim ki kendi kendime, “Ben bu çocuklara Anadolu’yu, kültürüyle, türküsüyle bir biçimde tanıtayım ama nasıl?” Başka bir şey daha vardı kafamda. Mektubu hiç tanımadı bu çocuklar. Bir zarfın içinde, zarfı yırtılarak açılan bir mektup alma mutluluğunu yaşamadılar. Bunu da tanıtmak iyi olur diye düşündüm. Bu fikir böyle doğdu. Ardahan niye, derseniz Türkiye’nin bir ucudur diye Ardahan. Bir de atanmayan, görevlendirilmeyen kimsenin gidip görmediği bir yerdir Ardahan. Mecbur olmayan kimse Ardahan’a gitmez. Oysa kendine özgü bir güzelliği vardır. Evet soğuk mu, soğuk. Kar mı, evet. Ama o karın da soğuğun da bir güzelliği var. Ayrıca orada âşıklık geleneğinin hâlâ yaşıyor olması da beni çok heyecanlandırdı. Ben Dursun Akçam Kültür Evi açılışında bulunmak üzere oğlunun davetiyle gitmiştim oraya. Böylece bir Ardahan deneyimi edindim. Onu da paylaşmak istiyordum. Ardahan seçimi bu yüzden, Türkiye’nin bir ucu. Edirne bunu tamamlıyor, Türkiye’nin öbür ucu. Hatta Cahit Külebi’nin şiirinden ilham aldım, “Edirneden Ardahana kadar/Bir toprak uzanır/Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar/Ardahan’dan Edirne’ye/Edirne’den Ardahan’a kadar.” Ayvalık nereden girdi, derseniz, o iltimaslı. Memleketim olduğu için…
S. M: Emekli Edebiyat Öğretmeni Feride Hanım’ın, çok haklı bir kaygısı var: Torunu Diyar, Amerika’da yaşıyor. Babası Amerikalı. Türkçeyi öğrenme konusunda, kimi zorluklar yaşıyor. Dikkat çektiğiniz bu sorun, yurt dışında doğup büyüyen çocuklarımız için, çok önemli. Neler eklemek istersiniz?
F. H: Bu aslında çok gerçek bir öykü. Benim kızım Amerika’da yaşıyor, Diyar benim torunumun adı. Feride de benim adım. Nüfusta kayıtlı. Feride Feyza’yım ben aslında. Feride teyze, oradaki emekli edebiyat öğretmeni tam olarak benim. Diyar’la da ağabeyi Aras’la da ilgili benim gerçekten böyle bir çabam var: onlara Türkçe öğretmek. Her ikisi de Türkçeyi çok rahat konuşuyor ama okuma ve yazma konusunda çok ürkekler. Benim gördüğüm, bire bir hayatımda olan, yaşadığım bir sorundu bu. Türkiye’nin ne yazık ki yurt dışında yaşayan pek çok çocuğu var, genci var, pek çok kişi yurt dışında. Gidiş hâlâ bütün hızıyla devam ediyor. Bu sorun giderek büyüyecek gibi de görünüyor. Ben bu soruna dikkat çekmek için yazmadım ama doğal olarak böyle bir dikkat de çekme de söz konusu oldu.
S. M: Kitabınızda, bu sorunun aşılması için, önerilen çözüm, mektup arkadaşlığı. Mektuplaşmak aslında dünyanın artık unutmaya başladığı bir eylem. Sanırım sizin, bizim yaşamlarımızda mektuplaşmanın çok önemli, özel bir yeri vardı. Bu önemli, özel yerden, söz edebilir miyiz?
F. H: Benim hayatımda mektuplar çok önemliydi. O mektupların galiba hiçbirini atmadım. Annemden, babamdan, sevgililerden gelen mektuplar… Hepsini ayrı ayrı destelemiş, saklamış durumdayım. Mektup almanın heyecanı beni çok ilgilendiriyor. Belki şu anda bunu yaşayan tek bir kesim var, cezaevindekiler. Onların dışarıyla bağlantısı mektup aracılığıyla kuruluyor diye tahmin ediyorum, onun dışında insanlar elektronik aletlerini kullanıyorlar. Mesaj çekmek daha kolay geliyor. Biz bir zaman bayram tebriği falan yazardık, bunu da artık hayatımızdan çıkardık. Mektupla, zarfla, kartla hiçbir ilgimiz kalmadı. Yeni kuşak bunu bilmiyor. Ama biz günlerce mektup beklerdik. Hatta benim sakladığım mektupların pek çoğunun zarfı yırtılarak açılmıştır. Nasıl bir heyecan duyarak açmışsam… Hiç öyle uslu uslu kenarından, kağıt açacağı vardı o zamanlar, onunla açılmış mektup yok, hepsini bir an önce mektuba ulaşmak için zarfını yırtarak açmışım.
S. M: Facebook’ta şu kadar arkadaşım var, instagramda beni şu kadar kişi, takip ediyor gibi yaklaşımlar, sanki 7’den 70’e herkesi sardı, sanal bir gerçekliğin içine çekti. Ardahanlı Mustafa’nın öğretmeni Zeynep Hanım’ın, (Feride anneannenin yakın arkadaşının kızıdır.) “Bugün gerçek insanlara, gerçek mektuplar yazıyoruz.” sözü, sanal dünyada kurulan ilişkilere, bir eleştiri olarak düşünülebilir mi? Çocukların/insanların kafasında böyle bir karmaşa mı yaratıldı?
F. H: Sanırım öyle bir kargaşa yaratıldı. Biz hepimiz kendimizi arkadaş zengini falan sanıyoruz. Benim de Facebook’ta çok arkadaşım var ama “Aman!” dediğim zaman koşacak kaç arkadaşım var? Arkadaş odur. Arkadaş, Türkçenin güzelliğinden de yararlanalım bu anlamda, arkamızı rahat rahat dayayacağımız kişidir. Arkamızda duran, destek verendir. Sanal alemde kurulan arkadaşlıklar biraz naylon arkadaşlıklar. Gerçek mektuplar gerçek insanlara keşke yazılsa… Bu zamanda kim mektup yazar? Ben yazıyor muyum? Yazmıyorum. Geri dönüşü olmayan bir yola girdik. Umarım arkadaşlarımız gerçek insanlar olarak çevremizde vardır.
S. M: Diyar, Mustafa’nın anlattıklarıyla, Ardahan’a düşsel bir gezi yapıyor. Ardahan’a ilişkin, pek çok şey öğreniyor, orayı gidip görmüş gibi oluyor. Kitabınızı, roman kurgusu içinde, bir gezi kitabı da sayabilir miyiz? Gezi kitapları okumak çocuklar için niçin önemlidir?
F. H: Gezi kitabı sayabilmemizi umuyorum. Gerçekten de Bodrum değil, Marmaris değil, gidip her an görülecek bir yer değil Ardahan. Edirne de öyle… Hatta Ayvalık bile. Ayvalık’a gidenler de yazın gidiyor, denize giriyor, sahilde dolaşıyor, dönüyorlar. Oysa Ayvalık’ın içinde farklı bir dünya vardır, hiç kimse o dünyaya girmiyor. Ayvalık’ı gördüm, orada tatil yaptım, hatta Ayvalık’ta yazlığımız var diyenler bile Ayvalık’ın içine girmeden yazı geçirip dönüyorlar. Oysa bir yeri tanımak, o yerin doğal yaşamını tanımakla mümkün. Misafir olarak gidip lokantalarda yemek yiyip sahillerde çay, kahve içip dönüyorsanız oraya gitmiş sayılmazsınız aslında. Bu anlamda bu kitaplar gezi kitapları da sayılabilir mi? Sayılır çünkü Diyar’ı Ardahan’a gönderemedim. İnandırıcı olmazdı. Çocuk karda kışta Ardahan gibi bir yere inat edip gitmek istiyorum dese de büyükleri izin vermezdi. Buluşturmak isterdim çocukları ama gerçekçi olmayacağının da farkındaydım, o nedenle birbirlerini göremediler ama diğer iki kitapta mektuplaşan çocuklar kitabın sonunda yüz yüze görüştüler, buluştular. Evet, bu üç kitap gezi kitapları olarak algılanabilir. Çocuklara gezi kitaplarının çok şey kazandıracağını düşünüyorum. Sanal alemde pek çok yeri görme, tanıma ya da o yerin fotoğraflarına ulaşma imkânımız var ama bu fotoğraflar bize oradaki yaşamı tanıma olanağı sağlamıyor.
S. M: Romanın ana kahramanları Mustafa ve Diyar, birbirlerinden çok farklı iki çocuk. İki ayrı dünya. Kitabınızın, en çok dikkat çeken noktalarından biri de, bu karşıtlık. Bu mektuplaşma, çocukları nasıl etkileyecektir? Onlarda ne gibi farkındalıklar yaratacaktır? Neler düşündünüz?
F. H: Yalnız benim kitaplarımı değil, ders dışı kitapları okuyanlar genellikle devlet okullarındaki çocuklar değil. Onların yoksul aileleri onlara ders kitabı dışındaki kitabı çok sağlayamıyor. Beni davet eden okullara bakıyorum, hep kolejler. Gidip oralarda konuşmalar yapıyorum. O çocuklar Mustafa gibi çocukların da Türkiye’de yaşadığını, onların varlığını bilmiyor. Kendi etraflarında kendileri gibi çocuklar var, onları görüyorlar, biliyorlar. Sanal âlemde deseniz orada tanıdıkları da kendilerine benzeyen çocuklar. Oysa yaşamın yükünü bütün ağırlığıyla çeken çocuklar var ülkemizde. Mustafa da bunlarda biri. Mustafa diye biri var mıydı? Hayır. Diyar var, Feride Hanım var ama Mustafa hayali bir kahraman. Öyle bir çocuk tanımıyorum ya da tanıdığım pek çok çocuktan oluşan bir kişilik. O kadar çok çocuk tanıdım ki… Kendi çocuklarımı büyüttüm, ben çocukluk yaşadım. Çocuk dünyası benim için yabancı bir dünya değil. Bu yönüyle Mustafa’nın içinde yaşadığı koşulların başka çocuklar tarafından bilinmesini yararlı görüyorum. Belki bazı çocuklar da kendilerini Mustafa ile özdeşleştirecekler. Diyar onlara çok yabancı bir yaşamın temsilcisi gibi gelecek. Aslında Türkiye’de orta halli bir ailenin çocuğu için her ikisi de tanınması uzak kişilikler. Amerika’da yaşayan yarı Amerikalı bir çocuk Türkiye’ye geldiğinde ne hisseder? Bunu Türkiye’de doğup büyümüş bir çocuk çok fazla bilemez. Türkiye’nin bir ucunda, Ardahan’da doğup büyümüş bir çocuk nasıl yaşar, onu da çok fazla bilemez diye düşündüğümden bu iki zıt kutbu bir araya getirmeye çalıştım. Zıtlar beni hep çekmiştir. Yazarlığımın başından beri zıtlıklarla uğraşmayı sevmişimdir.
S. M: Diyar, ailesinin yönlendirmesiyle teknolojinin esir aldığı çocuklardan biri olmak istemiyor. “Dışarıda kocaman bir doğa varken evlerin içine tıkılıp ekrandan gözünü ayırmamak pek iyi değil.” Büyük kentlerde yaşayan çocuklar için dışarıda kocaman bir dünya bulmak ne kadar mümkündür? Çocuklarımıza doğa sevgisi aşılamayı ne kadar başarabiliyoruz sorusuna ben pek olumlu yanıt veremiyorum. Çocuklarımızın teknolojiye esaretleri artarak sürüyor. Siz ne dersiniz? Durum, benim gözüme pek iyi görünmüyor.
F. H: Çocukların teknolojiye esaretleri kaçınılmaz bir şekilde artıyor ama doğal karşılanması ve yaygınlaşması, benim isteyebileceğim bir şey değil. Biz doğanın bir parçasıyız. Kendimizi ne kadar üstün, doğaya hükmeden varlıklar gibi görsek de eninde sonunda biz doğanın parçasıyız. Doğa bizim düşmanımız değil. İlk insanlar açısından elbette uygarlığı kurmak için doğanın yenilmesi gerekiyordu ama şimdi öyle bir noktaya geldik ki… Doğayı yok etme noktasındayız. Doğayı tehdit eden bir uygarlığa sahibiz. Bunun durdurulması için de çocukların bilinçlendirilmesi gerekiyor. Teslim olmak doğru bir tavır olmaz. Artık “Ne yapalım, internet var, cep telefonları var, televizyon var; dışarda ağaç nasıl büyürse büyüsün, bize ne?” diyemeyiz. Ağaç çiçek açtığı zaman bizim tarafımızdan fark edilmeli. Çiçeklerin hangi meyveye döneceğini, meyvelerin nasıl oluşacağını fark etmeliyiz. Doğa bizim dışımızda zaten yaşamını sürdürüyor, biz baksak da bakmasak da. Bakarsak hayatımıza bir renk katılacak. Hayatımız, daha zevkli ve daha hakiki bir hayat olacak.
S. M: İki çocuğun mektuplaşmaları Diyar’da Ardahan’a gitme isteği yaratır. Bu düşünce iki çocuğu da heyecanlandırır. Mustafa, Diyar’a neleri gezdireceğini düşünmeye başlar. Bunları düşünürken yabancılara sorarsan övülecek hiçbir şeyi olmayan Ardahan, Mustafa için “cennet olsa böyle bir yerdir.” Bu çok önemli bir duygudur: memleketini sevmek. Kitabınızın çocukları memleketlerine farklı gözlerle bakmaya çağırdığını düşündüm. Ne dersiniz?
F. H: Ne güzel düşünmüşsünüz! Memleket sevgisi, özel bir sevgi. Ben Ayvalık için hep bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ayvalık’ta bir kütüphane açtım. Kendi adımla. Belediyeden istediğim yeri sağlar sağlamaz buradan kitaplarımı bir kamyonete doldurup gönderdim. Oradaki büyükler, çocuklar kitaptan uzak kalmasınlar istedim. Ayvalık’ın adını bir yerlerde geçirmeye daima çalışırım. Memleket sevgisi önemli bir sevgi. Hiç kimse anne babasını seçemediği gibi doğacağı yeri de seçemiyor. Hepimiz bir yerliyiz. Oraya bağlanmak bizi daha güçlü kılacaktır, bir yere mensup olma duygusu bize güç verecektir. Bunu kendimizden esirgememeliyiz.
S: M: Mustafa’nın annesi, Amerikalı bir kızı konuk etmek düşüncesinden hoşlanmaz. “Delirdin mi oğul? Bizim yemeğe ekmeğimiz yok, Amerikalı konuğumuz mu eksik?” diye karşı çıkar. Mustafa da ABD’de kendisinden çok farklı koşullar altında yaşayan bir kızı hangi cesaretle Ardahan’a davet ettiğini düşünmeye başlar. Onu “Bu kümes gibi evde mi yatıracaktı?” Ben ne yaptım diye düşünerek ağlamaya başlar. “Nasıl ağırlarız onları?” Yoksulluğumuzdan utanmalı mıyız? Sorunun yanıtını siz aslında kitabınızda Mustafa’nın annesinin ağzından çok güzel yanıtlamışsınız. Biz bir kez de bu yanıtı yazarından duyabilir miyiz?
F: H: Ben çocukluğumda yoksulluğumdan utandım, onu söyleyeyim. Benim yoksul olmak için bir nedenim yoktu, babam memurdu. Dönemin iyi kazanan kişilerinden biriydi. Ama ben anneannemin yanındaydım, anneannem dul bir kadındı. Onun koşullarında yaşamak durumundaydım. O yoksulluğu bizim ayıbımız gibi algıladığım çok olmuştur. Oysa yoksulluk kimsenin ayıbı değildir. Yoksulluk namuslulukla paralel bir şeydir. İnsan hâlâ yoksulsa çalmayı beceremiyor demektir. Yoksa yoksul yaşamaya devam etmez, bir yolunu bulur, bir yerlerden çalar çırpar, zenginleşirdi. O yüzden yoksulluk utanılacak bir şey değildir. Namuslu insan yoksuldur. Yoksul kalmak, hırsızlık yapılmadığının bir kanıtıdır aslında. Kitapta ne demişim?
S. M: Annesi Mustafa’ya şöyle söyler: “Sen Ardahan’la ilgili yalan yanlış bir şey söyledin mi? Bizim gerçeğimiz bu, utanıp saklayacağımız bir şeyimiz yok, bizim koşullarımızı bunlar. Ne utanacağın ne üzüleceğin bir şey var.” Yoksulluk kişisel olarak utanılması gereken bir durum değildir.
F: H: Sevda Hanım, söyleşi için çok güzel hazırlanmışsınız. Kitabımın güzel okunması kadar beni mutlu eden bir şey yok. Bazen kitaptan hiç kastetmediğim anlamlar çıkarılıyor. Şunu dediniz ama dememeliydiniz, deniyor. Ben zedelenmesinler diye çocukların her şeyden sakınılmalarını doğru bulmuyorum. Çocuklara ölümü anlattığım kitap da var: Beyaz Gülün Öyküsü. Bu bir döngü. Güller nasıl soluyorsa insanlar da yaşlanır ve ölür. Bunu çocuktan saklayarak onu pamuklar içinde büyütmenin âlemi yok. Balığı ölecek, kedisi, köpeği… Çocuk ölümle bir biçimde tanışacak. Gerçekçi olmaya çalışıyorum. Haklı eleştirilere sözüm yok elbette.
S. M: Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Daha nice kitapta birlikte olmayı diliyorum.
.

Sevda Müjgan’ın Diğer Söyleşileri
Aysun Kara’yla Söyleşi
Ayşegül Bayar’la Söyleşi
Göksu N. Çakır’la Söyleşi
Vicdan Efe’yle Söyleşi
AYŞE SARISAYIN’LA SÖYLEŞİ