12 Mayıs 2023
Söyleşi: AYGÜL AYDOĞDU

.
“Ben kendimi bildim bileli iflah olmaz biçimde umutluyum.”
.
Aygül Aydoğdu: Sıradana Övgü’nün yazara, okura ve yapıta farklı bakış açısı, zihinsel derinliği, sorgulayıcı yapısı, yerinde saptamaları ve iyi niyetli önerileri ile okur, yazar ve yazarlığa soyunanlar için el feneri niteliği taşıdığını düşünüyorum. Bundan yola çıkarak sizi, okur/okuma, özellikle de yazar/yazma konusunda yazmaya iten düşünceleri merak ediyorum. Ne söylemek istersiniz?
Toprak Işık: Sıradana Övgü’nün macerasının başlangıcı yirmi yıl öncesine gidiyor. Genç bir yazar ve okur olarak kendi yolumu ararken üzerinde düşündüğüm konulardı bunlar. İlk iki baskıdan beş altı yıl sonra üçüncü baskı öncesi denemelerin tümünü gözden geçirdim ve önemli değişiklikler de yaptım. Her ne kadar esas amacım kendi yönümü bulmaktıysa da, aynı zamanda doğru bildiklerimi, keşfettiğimi düşündüklerimi başkalarıyla paylaşmak ve tartışmaya açmak da istedim. Yıllardır yazan, okuyan, oyuna emeğiyle katılan biri olarak tecrübe ve saptamalarımı başkalarının yararına sunma arzusunu da bunlara katabilirim. O zaman bu kitabın ortaya çıkmasının gerisinde üç neden olduğunu söylemiş oluyorum: Kendi yolumu bulma gayreti, kendi doğrularımı ilan etme isteği ve aynı yollardan geçen insanlara yardımcı olma arzusu…
A. Aydoğdu: Kitabınız edebiyatı üç temel boyutuyla ele alıyor: Sanat Olarak Edebiyat, Yazar/Yaratım Boyutuyla Edebiyat ve Okur Boyutuyla Edebiyat. Bugünkü edebiyatımızda bu üçlü ayağın dengede olduğunu düşünüyor musunuz?
T. Işık: Hayır, düşündüğümü söyleyemem. Dahası bu bacaklar, kendi yerlerinde de çok dengeli biçimde konumlanmış değiller. Sanat olarak, edebiyat dediğimizde tanımı güç bir alana girmiş oluyoruz. Hangi kitabın sanatsal olarak diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemek kolay değil. Denemelerden anladığınız üzere edebiyatın damak tadına karşılık gelen kişisel bir yönü de olduğuna inanıyorum. Kendi beğendiğim kitabı sanatsal olarak da yüceltmek isteyebilirim. Bilerek ya da bilmeyerek, zevkleri sanatsal incelikle buluşmuş bir insan olduğumu göstermeyi amaçlamışımdır. Bu herkes için geçerli. Öte yandan maddi çıkarı ya da bir zümreye aidiyeti nedeniyle başka insanlar da yukarıda konumlandırmak istedikleri kitaplar için bunu yapabilirler. Dolayısıyla ülkemizde bu bacağın manipülasyonlara açık olduğunu düşünüyorum. Edebiyat eğitimi almış, sektörle çıkar ilişkisi olmayan, bağımsız insanlarımızın değerlendirmelerine güveniyorum. Özellikle edebiyat öğretmenlerimizin yetkin olduklarını sevinerek gözlemliyorum.
Yazar/yaratım boyutuyla edebiyat dediğimizde ise bilimsel bir alana girdiğimizi düşünüyorum. Bir edebiyat eseri nasıl yazılır? Tecrübelerle edinilmiş sezgisel yöntemlerin yanısıra teoriye dönüşmüş bilimsel bulgular da var. Öyle olmasaydı bugün yapay zeka şaşırtıcı derecede iyi metinler çıkaramazdı. Yine de pek çok yazar işin bu yönüyle hiç ilgilenmiyor. Buna rağmen çok güzel eserler yazabiliyorlar. Ben ise mühendisliğim gereği de bilimle yakın olduğumdan edebiyatın bu boyutunu çok önemsiyorum ve kafa yorup araştırma yapıyorum ama kesinlikle çoğunluğu temsil etmiyorum. Bence ülkemizde bu bacak zayıf.
Okur boyutuyla edebiyat dediğimizde kitapları okuyan insanlardan bahsediyoruz. Giyinenler boyutuyla terzilik demek gibi bir şey bu. Dikilmiş bir kıyafet ihtiyacınızı karşılar, size konfor sağlar ya da sağlamaz. Okur da insan ruhu için biçilmiş bir eseri kuşanır ve ruhunun ihtiyaçlarına cevap bulur ya da bulamaz, beğenir ya da beğenmez. Nasıl ki bir kıyafeti giyinen terziliğin inceliklerini bilmek zorunda değilse okurun da edebiyat teorisine ilişkin sorumlulukları yoktur. Bence bu bacak da bizde olması gereken yerde değil. Okurun kişisel değerlendirmeleri konusunda yeterince bağımsız olmadığını düşünüyorum.
A. Aydoğdu: Sıradana Övgü, okura en ciddi kitabı bile koltuğa serilerek okuma, otoritelerin yere göğe sığdıramadığı kitapları beğenmeme, kapalı metinleri “Herkes anlıyor, ben niye anlayamıyorum?” suçluluğuna düşmeden anlamama konusunda yüreklendiriyor. Dolayısıyla okuru özgürleştirip bağımsızlaştırıyor. Açıkçası sıradan bir okur olarak bu özgürlüğü çok sevdim. Okurun üzerine fazla mı gidiliyor acaba? Ne dersiniz?
T. Işık: İnsanları emir komuta gerektiren organizasyonlara dahil ettiklerinde onları ezmek, kendilerinin “hiç” olduklarına inandırmak şeklinde sevimsiz ama çalışan bir yöntem var. Sanırım edebiyatta otorite olmak, okurları gönüllerince yönlendirmek isteyen kişi ya da çevreler de bunu yapmaya çalışıyorlar. Ölçüye tartıya gelmeyen, bilimselliği olmayan değerlendirmelerle özellikle de anlaşılmaz ve bir kısmı da gerçekten anlamsız eserlerle onları ezme yoluna gidiyorlar. Böylece okur kendi başına değerlendirme yetisinden yoksun olduğuna inanacak ve otoriteler ne emrederse onu yapacak. Önceki sorunuza verdiğim yanıtta da belirttiğim gibi… Ruhu için biçilmiş kıyafet ona uymuyorsa, onu rahat ettirmiyorsa yapacak bir şey yok. Otorite olduğunu iddia eden kişi ve çevreleri umursamasın. Gitsin ruhuna uygun başka eserler arasın. Mutlaka bulacaktır.
A. Aydoğdu: Okur özgürleşip bağımsızlaşırken elbette aynı özgürlüğü yazar ve yapıt da kazanıyor. Çok katıldığım bir saptamayla yazara, Tanrı değil ölümlü olduğunu, yapıtının da kutsal kitap olmadığını söylüyorsunuz. Üstelik yazara, elinde kalem heyecanla beklediği esin perisinin tutsaklığından kurtulması için onu öldürmesini teklif ediyorsunuz. Tanrıcılık oynamayı seven yazarın bunları kabul etmesi kolay mı? Size kızmasınlar sonra. Neler eklemek istersiniz?
T. Işık: İzninizle soruyu kitabın bütünü için yanıtlamak istiyorum. Kitap tahminimden fazla ilgi çekti ve hem olumlu hem de olumsuz tepkiler aldı. Küsenler oldu. Bir yazar da kitabımı okuyunca çok beğendiğini ama benim adıma çok endişelendiğini söylemişti. Afaroz edileceğimden korkmuş. Nitekim o zamanlar, ünlü bir yazarın sinsi bir dille beni yayınevime şikayet ettiğini birinci ağızdan duymuştum. Böyle şeyler yazmamdan dolayı müthiş üzülmüş. Bazı yazarlardan da çok coşkulu tebrikler aldım.
Sen kendini yere göğe sığmaz bir sanatçı zannediyorsun ama öyle olmayabilirsin. Hatta kötü bir yazar da olabilirsin. Yazının insana yüklediği tanrısal megalomanlık bu olasılıkları tahammül edilemez hale getirebiliyor. Şunu da belirtmek isterim. Benim için edebiyat ve yazmak neredeyse kutsal bir uğraş ama bu, yazmaya kendi kişisel maceramda çok büyük bir yer verdiğim için öyle… Başkalarına bunu dayatamam.
A. Aydoğdu: “Anlaşılır olmanın en önemli gerekliliği, anlattığınız şeyi sizin çok iyi anlamış olmanızdır.” Bu söylediğiniz bence iyi bir yazar olmanın dolayısıyla iyi bir yapıtın taşıyıcı kolonudur. Siz ne dersiniz?
T. Işık: Hâlâ öyle düşünüyorum. Anlatımı basit olan her eserin derin olduğunu iddia etmiyorum. Karmaşık görünen her kitabın, konuyu anlamamış kafası karışık biri tarafından yazıldığını da düşünmüyorum. Ama derin bir meseleyi basit bir kurguya sığdırmanın ancak onu çok iyi anlamış olmakla mümkün olacağına inanıyorum. Ve karmaşık yazmanın bazen sahte derinlik algısı doğurmak için kullanıldığı görüşündeyim. Bence zaman içinde derin olanla derin taklidi yapan mutlaka fark ediliyor.
A. Aydoğdu: “Onca düşünür ve bilim insanının hayatını onu çözmeye adaması sıradan insanın karmaşık bir problem olarak çekiciliğinin sınırsızlığını kanıtlar.” diyorsunuz. Sıradan insanın, sınırsız çekiciliğine karşın çoğu yazar tarafından görülmüyor ya da görülmek istenmiyor olmasının nedeni yazarın yapıtının sıradanlaşacağı korkusuna kapılmasıdır, diyebilir miyiz?
T. Işık: Bence bunu söyleyebiliriz. Evet, sıradan insanlarla yazılan bir eserin sıradan ve sıkıcı olma olasılığı vardır. Evet, bazı yazarlar bu endişeyle sıradan insana uzak duruyor olabilirler ama sıradan insanlarla sıra dışı eserler yazılabildiğini gösteren sayısız örnek de var. İşlenen malzemenin değil, işleyişin sıra dışı olması gerekir. İyi edebiyatçı, akademik bilgisi olmasa bile psikoloji konusunda derin sezgilere sahiptir. Bu onun sıradan insanın dengeli görünüşünün arkasındaki karmaşık düzeni fark etmesini sağlar. Bence kalem mürekkebini, dengeyi doğuran o karmaşadan aldığında derin eserler ortaya çıkıyor. Hayatı boyunca toplum yargılarına göre ahlaklı yaşamış bir kadının ya da erkeğin kişiliğindeki sapık öğelerin varlığının işaretleri mutlaka ilgi çeker. Uysal bir insanın içindeki fırtınalar da öyle…
A. Aydoğdu: ”…Uygarlaşmanın bedelini nevrozlarla” ödeyen modern insanın “Ben sadece nevrozlarla yetineceğim, sanat falan istemiyorum.” demesinin altında yatanın “pasifleşmiş bir bilinçle yaşama rehaveti” olduğu söylenebilir mi?
T. Işık: Söylenebileceğini düşünüyorum. Bu rehavetle yaşamak kolaysa da sıkıcı ve acılıdır. Sanat insanı etkin ve özgür kılar. Üstüne bir de sağaltır. Özellikle büyük şehirlerde psikolojik sorunları yüzünden hayatı çekilmez hale gelmiş ne çok insan var. Onlara psikologlardan ve psikiyatrlardan uzak durun, demek kesinlikle maksadını çok aşan bir öneri olur ama sevdikleri yazarları bulup ayda bir iki kitap okusalar hayatlarının çok daha güzel olacağından, profesyonel desteğe çok daha az ihtiyaç duyacaklarından eminim. Hatta üşenmesinler kaleme sarılsınlar. Yayımlatıp yayımlatmamayı hiç umursamadan sadece kendileri için yazsınlar. Fırça alıp tuvale saldırsınlar. Müzik yapsınlar. Mutlaka kendilerini daha iyi hissedeceklerdir.
A. Aydoğdu: İnsanların birinci ağızdan okuyup kendi çabalarıyla anlayamamaktan korkarak başkalarının çevirmenliğine sığındığını saptıyorsunuz. Gerçekten de bunun yaygın bir okur davranışı olduğu gözlemleniyor. Böylesine özgüvensiz okurun, bağımsızlığını ilan edip edebiyatı besleyecek devrimi yapmasına daha çok var gibi görünüyor. Katılır mısınız? Yoksa siz daha umutlu musunuz?
T. Işık: Ben kendimi bildim bileli iflah olmaz biçimde umutluyum. Ülkemiz için özellikle umutluyum. Okurun ve yazarın, genel anlamda sanatın ve sanatı kullananın, dönüşmesi birbirinden bağımsız değil. Sorunun büyük ölçüde özgüvensizlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Geçmişimizde Yunus gibi, Mevlana gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, ciltler dolusu yazıyla anlatılabilecek felsefi derinliği, birkaç dizenin içine sığdırmış ozanlarımız, düşünürlerimiz var. Halk deyişlerimizde ve türkülerimizdeki anlam yoğunluğu göz kamaştırıcı. Bunlardaki felsefenin özümsenmesi için yorumlayıcılara çok fazla ihtiyaç duyulmuyor.
Türkiye entelektüelleri ve onun bir parçası olarak edebiyatçıları kendi kültürlerine yabancılaşma çabası içine girmezlerse, kültürlerinden kopmayı kültürlenmenin ön koşulu zannetme yanılgısına düşmezlerse, bu toprakların sanatı, bilgiyi, felsefeyi üretip yayma yöntemlerinden yararlanabileceklerdir. Okur da tıpkı Anadolu’da bin yıldır deyişlerle, türkülerle, şiirlerle kaynağından çıktığı haliyle dolaşan derin felsefeyi anlamakta yetersiz kalmadığı gibi, bugünkü yazarını, şairini anlayıp yorumlarken de zorlanmayacak, bağrından çıkanı bağrına basarak yerli eserlere hem kalbini hem de zihnini açacaktır.

Aygül Aydoğdu’nun Diğer Söyleşileri
Yusuf Nazım’la Söyleşi
Çağın Özbilgi’yle Söyleşi