Sabahattin Ali ve Kuyucaklı Yusuf

15 Mart 2024
DÖNDÜ KAYGUSUZ

Sene 1931. Sabahattin Ali, Aydın Cezaevinde. Havalandırmadalar.  Kuyucaklı Yusuf’la birlikte sırtını duvara dayayıp çömelmişler. Gözleri, bacakları arasından sarkan ellerinde. İyice ellerine bakıyorlar. Yusuf’un gözü durup durup kopuk başparmağına takılıyor. Yaşadıklarını günlerdir Sabahattin öğretmene anlattığından mıdır nedir son zamanlar da sık sık oluyor bu. Kana bulanmış yatakta annesinin ve babasının ölüsünü bekleyen hali geliyor gözünün önüne. Tüyleri ürperiyor. O günü yok saymak ister gibi yarım parmağı sol avucunun içine alıp bütün gücüyle sıkıyor. Derin bir iç geçiriyor. 

“Bugün on yedinci gün.” diye düşünüyor Sabahattin Ali. Evet, on yedi gündür hapis. Burada ne kadar kalacak, bu iş ne kadar sürecek bilmiyor. “Bütün dertlerin en gücü geçmiyor günler geçmiyor.” diye mırıldanıyor.  Ellerini dizlerine dayayıp doğruluyor. Volta atanların arasına karışıyor. Gidip gelirken göz ucuyla Yusuf’a bakıyor. Yusuf hâlâ parmağını sıkıyor. 

“Bir öksüz oğlan Yusuf.” diye düşünüyor. Evet, hâlâ bir öksüz oğlandı Yusuf. Kaymakam Selahattin Bey, Yusuf’u anasıyla babasının ölüsünün başından alıp evine getirmişti getirmesine de o yine öksüzlüğün yükünü atmamıştı üzerinden. Okumayı söktükten sonra okulu bırakmıştı. Edremit’in delikanlılarına kaynayıp karışamamıştı. Yabancı gelmişti bu insanlar ona. Başka bir dil konuşuyorlardı adeta. Eşrafın çocuklarından bilerek uzak duruyordu. Özellikle kasabanın en zengin eşrafı Hilmi Bey’in oğlu Şakir’den. Kasabaya yaka silktirmişti Şakir. Ayyaştı, hovardaydı, ahlaksızdı. Her türlü yol vardı onda. Bir tek Yusuf’a söz geçiremezdi. Yusuf’un ise tek arkadaşı vardı, o da Ali. Konuşmaktan çok susarak anlaşırlardı Ali’yle. Yalan dolan bilmezdi Yusuf, suskundu, en önemlisi yalnızdı. “Suskunluğu pasif bir direnişmiş aslında, bir karşı duruş, bir kendini koruma biçimi.” diye düşündü Sabahattin Ali. 

Gardiyanın uyarısıyla kendine geldi. Yusuf’a başıyla işaret etti. Yan yana sessizce yürüdüler, koğuşa girdiler. Sabahattin Ali ranzaya uzandı, Yusuf yandaki ranzaya oturdu. Sabahattin Ali, “Benim babamın adı da Selahattin biliyor musun?” dedi. Yusuf, yüzüne bakmadan başını salladı. Kaymakam Selahattin Bey temiz bir adamdı. Ömrü boyunca hiçbir zaman kirli ilişkilere, kirli işlere bulaşmamıştı. Ta ki o gece pusuya düşürülünceye kadar. O gece, kaşla göz arasında oturdukları rakı masasını kumar masasına dönüştürmüşler, Kaymakam Selahattin Bey’i üç yüz yirmi lira borçlandırmışlardı. Yusuf  “Meğer Kübra’nın ırzına geçenlerin üstüne gitmesin diye babamı borçlandırmışlar. Irz düşmanları da Hilmi’yle oğlu Şakir’miş.” demiş “Bir de…”  dedikten sonra yutkunmuş, gerisini getirememişti. 

Bir de Hilmi Bey, Muazzez’i oğlu Şakir’e alabilmeyi aklınca garantilemişti. Biliyordu, bu parayı ne etse ne yapsa ödeyemezdi Kaymakam. Muazzez’i vermeye razı olacaktı sonunda. Sabahattin Ali, “Kaymakam Bey de babam gibi hayatı bir teslim oluş, bir boyun eğiş gibi yaşamış meğer. Belki de adamın ömrünü karısı tüketti! Annem gibi!” diye aklından geçirdi. Başını yana çevirdi. Yusuf uzanmış, ellerini göğsünün üstünde birleştirmiş, gözlerini yummuş, düzenli aralıklarla nefes alıyordu. 

İnsanın yüreğine dokunan içli bir türkü gibiydi Yusuf acıları birike birike çoğalan. Yerini bulamaz bir taş gibiydi Yusuf kasabanın orta yerinden sessizce duran. Kimsenin eğip bükemediği bir demir gibiydi Yusuf hayatın ortasına kendi gibi dimdik uzanan. 

“Ali, babamın borcunu ödemeyi teklif edince Muazzez’le evlenmek istediğini anladım. Kabul ettim. Temiz delikanlıydı Ali.” demişti Yusuf. Ali, parayı ninesinden alıp Yusuf’a vermişti. Yusuf borcu ödeyip senedi alınca Şakir’in nevri dönmüş, köyün orta yerinde, bir düğün sırasında Ali’yi kurşunlamıştı. Babası gide gele yol etmişti mahkeme kapısını ama ne çare! Tez zamanda hile ve rüşvet gücüyle Şakir’in beraatına karar verilmişti. “Eşraf, asker, avukat hepsi el ele… Kimi kime şikayet edeceksin!” diye düşündü Sabahattin Ali. 

Kaymakam Selahattin Bey’in evle bir ilişkisi yoktu. Gece yarıları eve dönüyordu. Muazzez, annesinden çekiniyordu. Şahinde Hanım ise koca evinde bulamadığı lüksün peşine düşmüştü. Kızını Şakir’e verebilmek için yine kolları sıvamıştı. Ali ölünce Yusuf ilk kez fark etmişti Muazzez’e karşı duygularını. Hissettiklerinin adını koyamıyordu. Dünyanın ortasına atılmış gibi duran Yusuf bir şey arıyordu hep. Aradığının Muazzez olmadığını biliyordu ancak aradığı şeye Muazzez olmadan gidemeyeceğini zannediyordu. İçindeki depreme dayanamadı, Muazzez’i kiraladığı bir yaylının arkasına atıp kaçırdı. Bir köye sığındı. 

Sabahattin Ali düşüncelerine ara verip yastığın altında uyuyan defteri çıkardı. Sayfaları ağır ağır çevirdi. Yusuf’un hayatıyla ilgili aldığı notları göz ucuyla hızla inceledi. Yeşil mürekkeple yazılmış sayfanın sonuna “Yusuf Edemit’e geri dönmeseydi ne olurdu?” diye yazdıktan sonra kocaman bir soru işareti koydu. 

Babası yerini tespit edince mecburen kasabaya dönmüştü Yusuf. O kirli kasabada, paragöz Şahinde’yle birlikte babasını yalnız bırakamazdı. Selahattin Bey gelir gelmez Yusuf’u yanında işe başlattı. Yusuf katip olacaktı. 

“Yusuf, hükümette işe başlayınca hayatında ilk kez değişmeye çalıştı.” cümlesiyle yazdıklarına devam etti Sabahattin Ali. “Soylu vahşiyi masaya oturttu. O da boş boş oturdu. Aynı saatte işe gitti, aynı saatte eve geldi. Zamanla toplum kaidelerine uygun herkes gibi ışıltısı kaybetmeye başladı. Tabiri caizse sönükleşti. Ne zor kendini korumak. Ne zor kendin olmak.” yazarak defteri kapattı. 

Yusuf uzun süre düşündüğü bir şeyi bulmuş gibi başını Sabahattin Ali’ye çevirdi. “Babam ölünce hayatımız yokuş aşağı gitmeye başladı.” diye fısıldadı. Sabahattin Ali “Bilirim… Benim de öyle olmuştu.” dedi. 

Kasabanın tanrılarını kızdırmıştı Yusuf. Ne yapsa bükememişlerdi bileğini.  Tehdit, kumar, kadın, para, rüşvet gibi hiç tanımadığı araçlarla yürüyorlardı üzerine. Babasının yerine gelen Kaymakam İzzet Bey Yusuf’u masadan kaldırmış, süvari tahsildarı olarak görevlendirip kasabadan çıkarmıştı. Günlerce bazen haftalarca eve uğrayamıyordu Yusuf. Şahinde Hanım damadının yokluğunu fırsat bilip zenginlerin içki masalarına oturmaya başlamıştı. İyice yalnız kalan Muazzez ilkin direndi ama nihayetinde annesinin peşine takıldı. Önce rakı acı geldi, sonra tadına, ardından uyandırdığı duyguya alıştı. Sabahattin Ali üzülerek “Aslında direnmeye çalıştı Yusuf! Kendi yöntemince, bildiğince… Ama savunamadı kendini…” diye düşündü. Sonra içinden geçenleri Yusuf duymuş gibi tedirgin oldu. Doğruldu, ranzada bağdaş kurdu. 

Yusuf son zamanlarda tahsilat koçanını doldurup köye girerken bilmediği, kimsenin onu tanımadığı bir yerde olduğunu sanıyordu.  Köyün sınırına adım atar atmaz kuşlar ötmeyi bırakıyor, meydandaki çeşme sessiz akmaya başlıyor, kahvedekiler birden susup önüne bakıyor, kadınlar onu görür görmez içeri kaçıyordu. Bir şey oluyordu. Ne olduğunu anlamıyor ama kötü bir şey olduğunu seziyordu. Kafasında sorular soruları kovalıyor, sorular çoğaldıkça Yusuf’un öfkesi artıyordu. Günlerden bir gün işi gücü bıraktı, soruların peşine düştü, yıldırım hızıyla köye girdi. Evin yolunu tuttu. Eşiğe adım atar atmaz anason kokusu çarptı yüzüne. Müziğin geldiği odaya yürüdü. Odanın ortasına kurulmuş masanın çevresinde Kaymakam İzzet Bey, Hilmi Bey ve oğlu Şakir, Jandarma Bölük Komutanı, Avukat Hami Bey, eşraftan birkaç kişi, Şahinde ve Muazzez vardı. Kemancılar kenardaydı. Hepsi sarhoştu. Dünya başına yıkılmıştı Yusuf’un. Yüreği hızla atmaya başladı. Sağdan sola hepsinin yüzlerine tek tek baktı. İçinden yükselen isyan dalgasına sarıldı. Belinden silahı çıkardı. Çığlıkları, haykırışları duymuyordu artık. Tetiğe ardı ardına bastı. Artık sadece masadakilere ateş etmiyordu.  İçinde boşalan çarkı durduramıyordu. Dünyayla hesaplaşma vakti gelmişti. Anasının babasının katillerine, öksüzlüğüne, kimsesizliğine, adaletsiz dünyaya, kendini ezen hayatın üzerine kurşunları boşalttı. Vakit kaybetmeden atının başını dağlara doğru çevirdi.

Yusuf, bir gün laf arasında “Başıma gelenleri gazetede yazarsan cümle alem duyar. Sana kötülük eder bizim oranın adamı.” demişti. Aynı günlerde Sabahattin Ali, arkadaşı Konur Ertop’a başladığı roman taslağından bahsetmiş, yaşanmış bir olayı kaleme alacağını söylemişti. Sabahattin Ali “Konur da hemen hemen aynı şeyi söylemişti.” düşüncesini tekrar aklından geçirdi. Konur Ertop gönderdiği son mektupta “Kuyucaklı Yusuf’u tefrika etmenin mutlaka sonuçları olacaktır. En iyi ihtimalle olayın geçtiği bölgede tedirginlik yaratır diye düşünüyorum.” satırlarıyla düşüncesini dile getirmişti. 

“En içerden anlatmalı. En sahicisini yazmalı.” diye düşündü Sabahattin Ali.  Eline kalemi alıp yazmaya başladı. “Yakup Kadri’nin Yaban‘ındaki Ahmet Celal, Hâlide Edip’in Vurun Kahpeye’sindeki Aliye, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece‘sindeki Şahin Bey gibi olmayacak Kuyucaklı Yusuf. Aksine taban tabana zıt olacak. Bu roman kahramanları adeta bir bilim misyoneri ama Yusuf onlara benzemiyor ve benzemeyecek. Halktan biri, yaşanan olayların birinci elden şahidi… Biraz Köroğlu, biraz Çakıcı Efe…” diyerek sayfayı doldurdu.  

Başını kaldırdı, gözü Yusuf’u aradı. Yusuf yataktan kalkmış, karşı ranzanın önüne çökmüştü. Başında duran iri kıyım adam durmadan bir şeyler anlatıyordu. Yusuf üzerine yağan kelimelerden korunmak ister gibi tortop olmuştu.  Dişleri arasında ezdiği sigaradan derin nefesler çekiyordu. Yusuf’a baktıkça Yusuf durmadan çoğalıyordu. Tarlada Yusuflar, dağda Yusuflar, camide Yusuflar, zeytinlikte Yusuflar, hükümette çalışan Yusuflar, fabrikada Yusuflar… “Yusuf, Yusuflar…” diye mırıldandı. Başını iki yana salladı. Üzüntüyle kendine geldi. Arkasına yaslanıp yazdıklarına baktı. “Ne Kuyucaklı Yusuf ne de bu memleketin insanı tek kitaba sığmaz.” diye düşündü. 

Kuyucaklı Yusuf’u üç cilt olarak tasarlamıştı Sabahattin Ali. İlk cildi bildiğimiz Kuyucaklı Yusuf, ikinci cildin adı Çineli Kübra olacaktı. Bu ciltte dağa çıkan Yusuf’un eşkıyalık hayatını ele alınacaktı. Böylece bir kahraman eşkıya tipi yaratacaktı. Üçüncü ciltte ise kahramanları elinden tutup Ankara’ya götürecekti. Ankara’ya göçen kahramanlar aracılığıyla Ankara’nın toplum yaşamını gözler önüne serecekti. Maalesef sadece Kuyucaklı Yusuf’u yazabildi. Kuyucaklı Yusuf büyüdükçe büyüdü, çoğaldıkça çoğaldı. Roman kendi sınırlarını aştı. Öncü bir romana dönüştü. Türk romanında kendinden sonra yazılacak eşkıya romanlarının prototipi oldu. Bu prototip zaman içinde köyden kente göç eden, toplumsal düzene baş kaldıran tiplere dönüştü. Belki de Sabahattin Ali’nin üçüncü ciltte yapmak istediği yere roman kendiliğinden gelmişti. Daha ileriki evrede ise bu baş kaldıran tipler toplumsal yaşama uyum sağlayamayan varoluşçu tiplere dönüştü. 

Sabahattin Ali, sigarasını olanca gücüyle ranzanın demirine bastıran Yusuf’a bakarken “Bakalım nereye kadar yürüyeceğiz Yusuf?” diye mırıldandı. Yönünü bulmaya çalışan dünyanın sarsıntılarını düşündü. Tarihin basamaklarını düşündü. Bu basamaklarda el yordamıyla ilerleyen Yusuf’ları düşündü. 

Sabahattin Ali Kuyucaklı Yusuf’un serüvenini tamamlayamayacaktı ama Kuyucak köyünde başlayan Yusuf’un serüveni kendi kendine devam edecekti. Yusuf değişen tarihler, değişen kasabalar, değişen evler, değişen yüzler, değişen işler arasından yürümeye devam edecekti. Kimi zaman yalnız, kimi zaman sevdikleriyle, kimi zaman diğer Yusuf’larla… Hilmi’leri, Şakir’leri, Kaymakam İzzet Bey’leri, Jandarma Komutanı Kadri’leri, Ethem’leri tarihe gömerek tarihin sayfaları içinde yarına doğru yürümeye devam edecekti.

.

Döndü Kaygusuz’un Diğer Yazıları
Köprü