13 Haziran 2024
ŞÜKRAN ŞAHİN

Çocukluk, çabuk geçer, gelincik gibi soluverir fakat anıları yaşadıkça hiç yitmez güzelliği.
Bazen çocukluk penceremi açıyorum, belleğime yolculuk yapıyorum. Anılar, tüm masumiyetleriyle beni rengârenk karşılıyorlar.
Biz beş kardeş büyüdük, diğer arkadaşlarımız gibi. Onlar da çok kardeşti. Kardeşler arkadaştık, kardeşlerimizin sayısından daha çok arkadaşlarımız vardı. Anayurdumuz çocukluğumuzdu.
Benim belleğimde sakladığım bir ”çocukluk kumbaram” var. Yaşadıklarımı unutmamak için kumbaramın içine anılarımı doldurdum. Anlattıklarım; belleğimde sakladığım kumbaramdan çıkardığım anılarım, arkadaşlarım, oyunlarım, hayallerim…
O zamanlar oyuncaklarımız pek yoktu. Büyük kentlerde satılanlar da plastik bebekler, teneke arabalar, helikopterler tahta at vb. oyuncaklardı. Mahalle bakkallarında topaç, çember, sapan, gazeteden uçurtma, çıngıraklı araba ve bilyeler (misketler) satılırdı.
Ayrıca mahallede oyun aralarında mahalle bakkalından ve sokak satıcılarından satın aldığımız macun şekerinin, pamuk şekerin, nohut tozunun da tadını unutamam. Şimdi bunlar yok. Yüzlerce çeşit şekerler, şekerlemeler, hazır gıdalar, binlerce elektronik oyuncaklar, yüzlerce çeşit bebek vb… Hangisini yiyeceğinizi ya da hangisiyle oynamayı seçeceğinizi şaşırıyorsunuz belki de.
Biz çocuklar üzülmezdik oyuncaklarımız az diye. Zaten şimdiki oyuncakları hayal bile edemezdik. Fakat biz çocuklar hep oyun oynardık. Kendi yaratıcılığımızı da kullanırdık oyunlarda ve oyuncaklarda. Ağaçlar, taşlar, tahtalar, merdivenler, duvarlar, kurumuş ağaç dalları oyunlarımızda rol alırdı. Oyuncaklarımız olurdu.
Evcilik, cinguldeş, beştaş, dokuztaş, üç taş, beş taş, çelik çomak, çember çevirme, çizgi, seksek, tentene, birdirbir, sobe, yağ satarım-bal satarım, misket, körebe, halat çekme, köşe kapmaca, yakar top, saklambaç, istop, ip atlama, âli baba saat kaç, tekerleme söylemece, güzellik mi-çirkinlik mi, isim-şehir-hayvan-bitki-eşya, kim kiminle ne zaman nerede- ne yapıyor, top yetiştirme, mendil kapmaca, uzun eşek, kibrit oyunları, sessiz film, nesi var, eşya bulmaca, komşu-komşu, aç kapıyı bezirgân başı, don, kutu kutu pense, tahterevalli, ip atlama, misket, lades, uçurtma, topaç, şaka maka… O kadar çok ki saymakla bitmez. Şimdiki çocukların binlerce hazır oyuncağından oyun oynamaya sıra gelmiyor. Oyunların birçoğu da bizim çocukken kendimizin bulduğu gibi değil, hazır oyunlar ve oyuncaklar. Bunlara bilgisayar başında oynanan vurdulu, kırdılı, şiddet içeren oyunları da ekleyebiliriz!
Benim yaşadığım yer kasaba olduğu için oyuncaklardan çoğunu bulamazdık. Onlar büyük şehirlerde olurdu çoğunlukla. Bu yüzden çocuklar hep oyun oynardık. Kendi hayal gücümüzü kullanarak kibrit kutularından, çamurdan, tahtalardan taşlardan, iplerden, şişelerden, kurumuş ağaç dallarından, artık kumaşlardan, düğmelerden, kutulardan oyuncaklar da yapardık. Bu dönemdeki gibi zor sınavlar olmadığı için oynamak için bize çok zaman kalırdı.
Ayrıca bahçelerde kendi yarattığımız oyunlarımız da olurdu. Mahallede budanan, kuruyunca kesilen ağaçlar yere düşünce biz onlardan çadır gibi evler yapardık. İçinde evcilik, komşuculuk, okulculuk vb. oyunlar bulur oynardık.

“Benim zamanımda anne babalar çocukları hayvanların dostluklarından mahrum kalmasın diye birçok hayvanı bir arada beslerdi.”
İki ve üç katlı ahşap evlerimiz, konaklarımızın merdivenleri, cumbaları, tırabzanları, kapı kolları, taşları, çıkıntı ve girintileri bize oyun oynamak için göz kırpardı sanki. Evlerin, sokakların, bahçelerin, kentin her köşesi oyunlara davetti.
Ağaçların sağlam dalları salıncağımızdı. Sallanırken gökyüzünde bulutların arasında kaybolduğumu hayal ederdim. Kuşlarla yarıştığımı düşünürdüm. Şimdiki çocuklar bulutların arasında uzaylıları, ilginç uzay araçlarını, sihirli yaratıkları, avatarları vb. hayal ediyorlar sanırım.
Her yer güvenli ortamlardı bizim için. Erkekler ağacın en tepesine çıkar, korkmadan salıncakta ayakta sallanırlardı. Bazı kız arkadaşlarımız da bunu başarırdı. Ağaçlara dallarını koparmadan sevgiyle çıkardık. Ağaçların tepesine çıkınca oranın evimiz olduğunu düşünürdük, evcilik oynardık. Sokakları kendi yuvamız gibi düşünür, her köşesinde oynanabilecek oyunlar bulurduk. Şimdi sokakların her yeri park etmiş özel otolarla dolu. Yürüyecek, oynayacak yer bile kalmadı.
Tüm evler ahşaptan ve çok büyük olduğu için evlerde bazen fareler olurdu. Fareleri yakalasınlar diye her evde en az iki kedi yaşardı. Bizim de kedilerimiz vardı. Tekir, Mırmır, Miavv, Duman, Boncuk… Bir gün bizim Teki,; fareleri yakalamaktansa onlarla oyun oynamayı tercih etmişti! Babaannem bir ona çok kızmıştı. Hemen evimize başka kedi getirdi. Adını Duman koyduk. O bahçeden avluya girmek isteyen fareyi hemen yakaladı, ağzına alıp her çeşit meyvenin bol olduğu geniş bahçemize kaçtı. Babaannem de Duman’ı en sevdiği yiyecekleri vererek ödüllendirdi. Tekir, Dumanı kıskandığı için evi terk etti. Bir gün tek bacağı kan içinde eve geldi. Bacağının yarısı yoktu. Çok üzüldük. Sonradan komşulardan öğrendik, Tekir’in ayağını kamyon ezmiş. Babaannem Tekir’in ayağına hemen kendi yaptığı ilaçlardan sürdü ve yaranın olduğu yere bağladı. Ayağı iyileşti. Ancak Tekir artık aksayarak yürüyordu. Uzun süre bizimle yaşadı. Bir gün evden uzaklaştı ve bir daha da geri dönmedi.
Bahçelerimizde çeşit çeşit bitkilerin yanı sıra, köpekler, kuşlar, kaplumbağalar, kirpiler, tavuklar, horozlar, ördekler, kazlar olurdu. Şimdiki çocukların şanslı olanları bahçelerinde ya da evlerinde hayvan bakıyorlar.
Benim zamanımda anne babalar çocukları hayvanların dostluklarından mahrum kalmasın diye birçok hayvanı bir arada beslerdi. O zamanlar evler müstakildi yani bağımsız. Her evin bahçesi vardı.
Biz çocuklarımızı büyütürken onları hayvan dostlarımızın sevgisinden mahrum etmemek için kedi, köpek, muhabbet kuşu, kanarya, hemstır, hatta bir müddet zehirsiz Karadeniz su yılanına dahi bakmıştık. Sitemizdeki yılanımızı duyan çocuklar onu görmeye gelirlerdi. Çocukların henüz hayata karşı ön yargıları olmadığı için hiçbirisi korkmazdı yılanı görünce. Hatta elleriyle okşarlardı bile yılanımızı ancak yetişkinler, komşularımız yılanı beslediğimiz iki aylık sürede evimize gelemediler!
Çocuklarımız yılanı severek beslediler ve ona baktılar. Kapağında delikler olan çok büyük bir kavanozun içinde yaşıyordu. Ara sıra büyükçe bir plastik kabın içinde onu özgür bırakır ve hareket etmesini sağlardık. Petshoptan 1-2 cm’lik minicik bi kurbağa alırdık. Yılan onu bir haftada ancak sindirebilirdi. Ara sıra su ve süt de içerdi. Sonra komşularımızın baskısına dayanamadık, onu sitemizin arkasındaki ormanın yanındaki dereye, doğaya salıverdik. Zaten doğal ortamında yaşaması daha uygundu!
Çocukluğumda evlerimizin su ihtiyacını karşılamak için bahçelerde su kuyuları olurdu. Bizim mahalle çocuklarıyla bu kuyularla büyüklerimizden habersiz gizlice oynadığımız bir oyun vardı: Dibi görünmeyen, bir metrelik çapı olan derin su dolu kuyulara bakar, kendi yüzlerimizin siluetlerini görüp hayaller kurardık. Alis Harikalar Dünyası’nı okumamıştık ama kuyunun içinde o masaldaki gibi çeşit çeşit hayvanları hayal ederdik. Böcekler, sihirli şeyler, vb. uzayıp giderdi. Bazen korkar, aynı anda bağırarak çil yavrusu gibi dağılırdık. Şimdiki çocuklar bu kuyunun içine bakarken ne hayal ederlerdi acaba?
Oyunlarımızın bazılarında mahallemizdeki hayvanlarımız da olurdu. İçinde koşma olan her oyunda kedilerimiz, köpeklerimiz bizlerle koşardı. Bazen onlardan saklanır, saklambaç oynardık. Hemen bizi bulurlardı.
Her yıl baharda leylekler kentimize gelir, evlerin bacalarına yuva kurarlardı. Bizim karşımızdaki evin bacasında da yuva yapmışlardı. Alaturka kiremitlere uygun rahat ve geniş bacalar leylekleri beklerdi her baharda. Leylekler de gelince tüm görkemiyle kanatlarını açar ve çocukları selamlardı.
Leylekleri havada, yerde, yuvada gördüğümüzde neler olacağını tahmin ederdik. Eğer leyleği havada görürsek çok gezeceğimizi düşünürdük.
Mahallemizdeki Çetin, çok yaramazdı. Leyleklere taş atardı, onları korkuturdu. Çetin’i engelleyemezdik bir türlü. Leylekler sonraları gelmeyince Çetin’e çok kızmıştık, onun yüzünden olduğunu düşünmüştük. Bir müddet oyunlarımıza almadık Çetin’i. O da özür diledi ve bir daha leylekleri korkutmayacağını söyledi. Sonra biz de Çetin’i oyunlarımıza kabul ettik. Sonraki senelerde leylekler yeniden gelmeye başlamışlardı! Çetin de hiç taş atmadı leyleklere.
Her akşam aynı vakitte öküzlerin çektiği tahta arabalar geçerdi mahallemizden. O tıkırtıları duyan mahalledeki çocuklar aynı anda yetişerek öküzlerin çektiği bu tahta arabanın içine zıplayarak otururlardı. Küçücük alanda en az 8-9 kişi olurduk.
Anne babalarımızdan en fazla 500 metre uzağa gitme iznimiz olduğunu hepimiz bilirdik. Bu yüzden karşıdan Bartın ırmağını, gemileri, takaları görünce tahta tekerlekli, tahta çubuklu arabadan atlar, geri dönerek evimizin yolunu tutardık. Çocuk sevinçlerimizi ırmak boyunca giden arabada bırakarak…
.

Şükran Şahin’in Diğer Yazıları
Eski Evlere Özlem
.