20 Temmuz 2024
AYŞE YILMAZ SAÇ
Çocukluk tarlası
Ayağımı bassam mayın
Ayağımı bassam çiçek…
Sırt çantasını tıka basa doldurduğundan fermuarı kapatamıyordu. Son bir hamleyle iki tarafı sıkıca birleştirip fermuarı hızla çekti. Daha fazla zamanı yoktu. Pijama, çorap, iç çamaşırı, kazak, pantolon, mont koyduğu minik valizini de hızla kavradı, kapıyı hafifçe çekip dilinin yerine oturmasını beynini sıkarak bekledi. Merdivenleri nefes almadan indi. Üst tarafı buzlu camlı, demir apartman kapısını ses çıkarmaması için yavaşça açtı.
Aynı kapıdan defalarca çıkmıştı da köşedeki bakkal, bitişik evler, eski model arabalar, bozuk kaldırım, çöpün içinden çıkan kara kedi, kuyruğunu kıvırmış karşıda uyuyan yaşlı köpek son kez gördüğü için mi böyle insan insandı? Ya bu rüzgar! Sırtına usul usul vuruyor, hızını arttıracak gücü veriyordu ya da o öyle duyumsuyordu, biraz da olsa desteklenmeye hiç olmadığı kadar susuzdu bu sabah. Şu an serinleyip sakinleşmeye gerçekten de çok ihtiyacı vardı.
Yeni yaşamına eşlik edecek birkaç parça yeni giysinin, hava alanına gideceği taksinin, memnuniyetsizlik ve sevgisizlikten kaçacağı uçuş biletinin parasını beş aydır biriktiriyordu. Çalıştığı mağazada günde yüz defa dağılan giysileri özgürlüğe kanatlandıracak birer serçeymiş gibi diğer çalışanların sezemeyeceği bir sevinçle katlıyor, diziyor, katlıyordu.
3 Ağustos sabah 05.30’da çantasında bileti, birkaç ay idare edecek barınma ve yiyecek parası; küçük bavulunda giysilerin arasına sıkıştırdığı çokça hayal, fazlaca umut, şiddetsiz bir yaşam özlemi… Daha ne isterdi ki? Yalnızlık arttıkça insan ne varsa onunla konuşmaz mıydı? Bavulu yoldaşıydı bugün, ahını da heyecanını da o duyacaktı.
Çok şeyi geride bırakıyordu dönmemek üzere ama bu rüzgar, Almanya’da da onunla olacaktı, halasının kokusunu getirecekti hem de. Birkaç ay öncesi rüyasında göremeyeceği uzak şeyleri yaşamaya adımlıyordu. Bakkal Selma ablasıyla ayak üstü konuşmalarından bir yol açılmıştı, o yoldan dimdik gidecekti. Babası beyninin içinde bağırarak konuşmaya devam etse de gidecekti.
“Anan da senin gibi hayırsızdı. O kaçtı, sen bir yere gidemezsin. Zaten mağazada çalışmana bile gönülsüzüm ya halana dua et!”
Halası gençti, aralarında on bir yaş vardı. Baskının hapsinden kaçış aradığında hemen ona gider, kapısı kapalı salona girip albümleri çıkarır, ağlardı. Annesinin resimlerini göreceği tek yer bu ev ve bu odaydı. Babası buraya hiç gelmezdi çünkü halasının eşini de sevmezdi. Eniştesinin de ona bayıldığı söylenemezdi, karısının ağabeyi tarafından sürekli azarlamasına hiç tahammülü yoktu. Babasını seven kaç kişi vardı ki? Kalın kaşlarına oturmuş öfkesi hiç kalkmıyordu. Bayramlarda bile gülmüyor, akşamları kızının açtığı kapıdan yemek kokan eve girmek ona huzur vermiyordu. Huzursuzluğunun çamurunu çevresine dağıtarak yaşıyordu.
Babasına göre annesi “evden kaçtığında”, halasının dediğine göre “babası tarafından defalarca tehdit edilerek kovulduğunda” Şule, beş yaşındaydı. İlk günler çok ağlamıştı.
“Anne” sözcüğünü seslenmede karşılık bulamayınca halasının kokusuna iyiden iyiye bağlanmıştı. O günlerde genç kız olan halası Şule’yi yıkar, giydirir, yemek yapardı. Kendi annesi de öldüğü için yeğenine annesizliğini duyurmamaya çalışırdı. Evde ses çıkarmadan halasının eski giysilerden yaptığı bebekleriyle oynardı Şule. Babası sesini duyduğu zaman halasına kızar, onu uyutmasını isterdi. Böyle bastırılmış uyku sessizliğinde sekiz yıl halası bakmıştı, sonrasında babasıyla baş başa azar işitmek korkusuyla yaşadığını belli etmeden, gülmeden, sevmeden, eğlenmeden altı yıl daha geçirmişti. Babası kafasının içindekileri yaşıyordu; başkaları hep suçlu, hep kötüydü. “Sen saçma sapan bir şeyler yapmadan sana adam gibi bir koca bulmalı,” derdi.
Bir akşam anladığı kadarıyla bu bahsettiği “adam gibi adam”la eve gelmiş, “Hayırlısı neyse o olur,” demişti.
Adamın gevrek bakışlarından, tüm dişlerini gösteren gülüşünden bütün gece başına kramplar girmişti. Hiçbir şeyi beğenmeyen babası, bunun neyini beğenmişti ki “adam gibi adam” olarak görmüştü? Hiç bitmeyecek ağır ceza uyguluyordu. Suçu belliydi: annesinin kızı olmak! Babasının memnuniyetsizliğini çözmek mümkün değildi. Halasının dediğine göre annesi de onu mutlu edememişti ne kadar uğraşsa da. Tepeden tırnağa her şeyden hoşnutsuzdu babası. Kendisini sevdirmek gibi bir kaygısı da olmamıştı hiç ne karısına ne de kızına. Asla vermediği sevgiyi onlardan ödünç bile alamazdı ki… Şule, bazen annesine de kızıyordu ya onu da alsaydı yanına ya da kalıp korusaydı.
Karşılarındaki bakkalın sahibi Selma abla, birkaç yıl önce Almanya’dan kesin dönüş yapmıştı. Şule ne vakit ekmek almaya gitse, çay ya da pirinç almaya gitse hep diğer müşterilerden birkaç dakika aralık bulur, kapı önünde onunla söyleşirdi. Babasının baskısını soluk yüzünden, titrek sesinden anlardı. Almanya’yı, orada kız kardeş gibi bildiği can arkadaşını anlatırdı hep.
“Benim de diğerlerinin de yurt dışına gidişleri kendiliğinden olmamıştır. Lüks nedir bilir misin? İhtiyacın olup da ulaşamadığın her şey. Sadece para mı, ev mi, araba mı? Değil, sevgi de lükstür örneğin, özgürlük de eğer bunlardan yoksunsan. Çok pahalı olmaz her zaman lüks. Bir bardak su bile lüks olur, susuzsan; bir lokma ekmek de açsan. Nefesini korkudan sayarak alacağına git kendi rüzgarını savur. En azından başkalarının hatasının günahını çekmezsin. Acıların da anıların da sana ait olur. Uçamadıktan sonra iki kanadı niçin taşırsın? Almanya’da tanıdıklarım çoktur, gitmeyi bir düşünsen hayatını kurtarırsın. Münih’te kardeşim dediğim dostum, sana mutlak yardım eder. Sen yelkenini doğrult bakalım denize, illa iten bir dalga bir yel olur arkandan. Biz de öyle gittik, bir bavulla. Gitmeseydik bir şeyler hep uzak, hep lüks kalacaktı bize. Yaşamak da bu değil mi? Onurunla, ölü taklidi yapmadan. Dünya İstanbul’dan çok büyük. Bir ömürlük hakkını burada harcama bence, git, kurtul. Evlat sevgisi olmayan babadan merhamet mi bekliyorsun?”
Babası bunları duyuyormuş gibi ürperirdi. Bugün bir şeyler iyi olacak, derken her gün öncekinin aynısını acıta acıta sunuyordu. Üstelik bu adam da çıkmıştı şimdi, adam gibi adam(!) Hiç gülmeyen bir babadan iğrenç gülüşlü bir adamın sofrasına oturamazdı. Ekmek taş olur da boğazına dizilirdi. Sade gözleri olsa elleri de kör olurdu, bedeni de. Işığı göremediği kuyunun dibindeki hayatı nasıl alırdı içine? Babası onu eliyle salıyordu o pis kuyuya. Susmak zorunlu oldukça, acı çekmek basitleşir miydi? Hak mı olurdu? Yok, “Hadi!” demeliydi biri. “Kaç kurtul! Bu pis kuyuda yılanlar var, acır canın, nefes bile alamazsın, boğulursun!”
Selma ablası doğru söylüyordu. O görüyordu karanlık kuyuyu, “Yılanın zehrini içme!” diyordu, “Git!” diyordu, gitmeliydi. Babasının gelmeyeceğinden emin olduğu saatlerde bakkalın arka tarafındaki küçük odada her şeyi planlamaya başladılar. Gidiş zamanını, uçak biletini, nerede kalacağını, Münih’te iş için birkaç adresi…
Selma abla “Bak, bu parayı o çok sevdiğim can arkadaşım yolladı Almanya’dan. ‘Rahmetli annemi rüyamda gördüm, sen tanıdığın iyi birine ver. Dua bekliyor benden annem,’ diye rica etti. O da zamanında çok acı görmüş. Akrabalarından bir aile Almanya’ya gitmek için hazırlık yaparken onlarla birlikte ailesinden gizli başvuru yapmış. Burada ölürsem sevdiklerimi hiç göremem ama yaşarsam özlesem de bir gün kavuşurum nasılsa, demiş hep. Yardımı çok sever,” dedi. Ardından hemen ekledi: “Kabul et gülüm. İlk kez bu kadar uzaklara uçacaksın, yanında bulunsun. Münih’te küçük bir pansiyonun da ortağıdır. Alışıncaya kadar orada kalırsın, istersen hep de kalabilirsin.”
Şifa gibi geldi o para, mağazadan kazandıklarına ekledi. Yanında fazla para olmasının verdiği güven onu iyice rahatlatmıştı. Saat 09.00’da kalkan uçakla yaşadığı ama yabancısı olduğu İstanbul’u, sokaklarında hiç oynamadığı mahalleyi, perdeleri gece gündüz kapkara çekili evini, bakışıyla tokatlayan babasını, Selma ablasının sırdaş bakkalını, arka sokaktaki halasının evini, orada gizlice baktığı fotoğrafları, babasının yerini alacak “adam gibi adam”ı dünde bırakıyor, Almanya’ya umutla nefes nefes yaklaşıyordu.
Münih havaalanına indiğinde ilkin memleketlisi rüzgar onu karşıladı, hızını kesmemesi için iteledi, ciğerlerinden gelen derin bir oh’la gülümsüyordu. Doya doya gülebilmekti özgürlük, karanlığa süzülen cılız ışıktan yol bulup çıkmaktı. Selma ablası, sevgisizlikten kaçış planının üçüncü ortağı can dostu annesine çoktan haber vermişti. Küçük pansiyonda en güzel oda Şule için hazırlanmıştı. Bir yolun iki ucundan aynı güvercinin iki kanadı birleşip bugün maviye doyacaktı.
.