Şubat 2024
.
Toplumsal sorumluluğum, sosyal adalete olan inancım, söyleyemediklerim için yazmasam olmaz.
.
Yazı, insanlık tarihi boyunca söylemek istediklerimizi, duygularımızı anlatma biçimidir. Yazar, yazma eylemiyle kafasındaki soruların yanıtlarını arar, söyleyemediklerini, söylemek istediklerini anlatmak için yazma edimini gerçekleştirir.
Yazmasam olmaz mı ya da yazılmasa?
Usumdan gelip geçen, birbiriyle çatışan, savrulan düşünceler:
Bu soru aklıma Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta ” öyküsünü getiriyor. Yazmamak için direnen bir yazarın duyguları…
“Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Bir yazarlık tutumu mu yazmamak ya da insana, dünyaya, iyiliğe güzelliğe, kötülüğe eleştirisel bir yaklaşım mı?
Doğal ki her yazarın dünyayı algılayış biçimi farklıdır. Yazdıklarımız bizim dünyaya bakış açımızla ile yakından ilgilidir.
Sabahları gözümüzü açtığımız andan başlayarak başka ülkelerin neredeyse bir yılda yaşadıklarını yirmi dört saat içinde yaşamak nasıl bir duygudur?
Her gün, bir ya da birkaç kadın öldürülürken, cesetleri yakılıp parçalanırken, çocuklar istismara uğrayıp çocuk gelinler gazete sayfalarında boy gösterirken, kadın ve çocuk cinayetleri, gazetelerin üçüncü sayfasında küçücük bir haber haline gelmişken…
Merhaba hüzün!
Yerin yüzlerce metre altında iş güvenliği olmadan çalışan madenciler, iş kazalarında can veren emekçiler…
Ailenin geçimine katkı için küçük yaşlarda çalışmaya mecbur edilen; eğitim, yaşama, barınma hakkı elinden alınan, yarınları ve düşleri olmayan çocuklar…
Her ölüm erkendir ama yirmili yaşlarda ölüm hiç yakışmıyor gencecik bedenlere. Acıdır ki yitirilen canlar birer sayıya dönüşüyor. Analarımız evlat acısıyla gözyaşı dökerken dilsizleşiyorsun. Yalnız analar mı? Babalar, kardeşler, eşler, çocuklar, sevgililer…
Öğretilmiş çaresizliğin dayatıldığı bir iklim…
Gittikçe zorlaşan yaşam koşulları, onun getirdiği acılar ve onca yoksulluk varken, en adaletsiz zamanlarını yaşadığına inandığım dünyada ekmeğe ulaşmak bu denli zorken…
Ormanlarımız içindeki canlarla birlikte yanarken; zeytin ağaçlarımız, tarım alanlarımız elimizden kayıp giderken; göllerimiz, denizlerimiz, havamız, en önemlisi vicdanlarımız kirlenirken…
Soruyorum kendime: Yazmasam olmaz mı?
Küçük bir kıyı kasabasının yasemin kokulu sokaklarında, dağlardan kopup gelen rüzgârın getirdiği yabanıl ot kokusuyla esrik dolaşırken duyduğun hüzne şaşırıyor musun?
En güzel düşlerimizi süsleyen deniz, kulağımıza ne acılar fısıldıyor?
Derinlerden gelen ağlamaları duyuyor mu yüreğin? Boşluğa karışan çocuk seslerini…
Mühürleniyor dudakların, kırılıyor kalemin.
Orta Doğu’nun binlerce yıldır kanla, acıyla yoğrulan kadim toprakları, dünyanın efendileri tarafından yeniden şekillendiriliyor. Ateşe verdikleri topraklardaki insanların cansız bedenleri Ege’nin, Akdeniz’in güzelim mavi sularında can veriyor, kıyılara vuruyor. Yeni acılar karışıyor bin yıllık ağıtlara. Bir yenilgi yaşıyor tüm dünyada insanlık savaşlarla, göçlerle, çaresizliklerle.
Toplumsal sorumluluğum, sosyal adalete olan inancım, söyleyemediklerim için yazmasam olmaz.
.