Yazılıkaya’nın Çocukları

3 Şubat 2025
DİLEK ÜSTÜNDAĞ

Dilek Üstündağ

Kent kavramı bizim için ne anlama geliyor? 
Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde
Kentlere, son bir aşk şiiri gibi bir şey yazdığımı düşünüyorum.

(Italo Calvino /Görünmez Kentler)

Doğduğum yer değil ama dört yaşında geldim Eskişehir’e. Yirmili yaşlarda sadece birkaç yıl civar il ve ilçelerde yaşadım. O yüzden benim için “Bugüne kadar yaşadığınız kent veya kentler nelerdir?” sorusuna verilecek tek cevaptır, Eskişehir.  

Eskişehir, kent kavramının farklı boyutlarını içinde barındıran, tarihsel miras ile modern yapısını aynı potada eritebilmiş, dinamizmi yüksek, sosyal etkinlik ve sanatsal faaliyetleri zengin, bir yandan köklerine bağlı, diğer yandan çağdaş bir yaşam olanağı sunan ve yakın zamanda bizlerin yaşam düzeyini arttıracak bir değişim ve yenilenme geçirmiş, klasik söylemle, kökleri derinde yepyeni bir kent.  

Kent kavramı sadece bir yaşam alanı değil kuşkusuz.  Dolayısıyla Eskişehir’in de kültür ve anlam alanıyla, coğrafi özellikleriyle, mekânlarıyla benim estetik bakış açımı doğrudan etkilediğini düşünüyorum. Ne de olsa burada yaşayan ve yazan insanlar olarak biz, Hitilog Emilia Masson’nun dediği gibi, “Yazılıkaya’nın bir çocuğuyuz.”  Ardından Yunus Emre’nin ve Nasreddin Hoca’nın.

“Gönül” sözcüğünün dünya dillerinde sadece Türkçede bulunduğunu öğrendiğimde aklıma hemen Yunus Emre gelmişti. “Bir ben vardır bende, benden içeru,” diyen  Türkçenin söz üstadı Yunus Emre, sakin akan Porsuk Nehri’nin kıyısında yaptığım yürüyüşler sonrası kahramanın içsel yolculuğunu yazarken “Öyle üstten bakıp geçme, en derinden bak,” diyor bana. Ardından tıpkı Porsuk Nehri gibi usulca toplumsal belleğime yaklaşıp, gördüklerimi yadırgamadan, yargılamadan yazmak bu kentin verdiği bir destek olabilir mi?

Yazma arzusu duyduğunda, kentte yaşayan bir gözlemci olmaktan çıkıyor gerek bilinçli gerekse farkında olmadan şehrin ritmini, gizemlerini, mevsimlerini, nehrini, ayazını, sıcağını satırların içine gizleyen bir aktarımcı haline geliveriyor insan. Mesela, sert geçen bir kışın ardından, bunaltıcı yaz sıcağına savrulurken kalemimin ucundaki kişi de hayatta tutunabilmek için önceleri bir uçtan diğerine savrulabilir ve benim mevsimlerle kurduğum denge gibi satırlar ilerledikçe o da hayatla arasında bir denge bulmaya çalışıyor olabilir.

Veya bir Pazar günü Sazova Parkı’na gittiğimde beni karşılayan Masal Şatosu’nun görkemine kapılıp çocuklar için kalemi elime alabilirim. Tam bu sırada masal kahramanlarını ilgiyle izleyen, yeşilliklerde koşturan, Korsan Gemisi’nin her yerini inceleyen çocukların mutluluğu, canlılığı, heyecanı bana Fırtına Filler ile fıkır fıkır fıkırdayan Fındık ile Fincan’ın hikayesini yazdırmış olabilir. Hatta bu hikayeyi yazarken Türk halk kültürünün büyük sözlü kaynaklarını harekete geçiren, nesilden nesile aktarılmasını sağlayan simge kahramanlardan  Nasreddin Hoca, belki de kulağıma bir tekerleme fısıldayıvermiştir. Olamaz mı?

.