18 Aralık 2025
A. E. GÖKAY

Gün akşama dönerken kar yağışı kesilmiş, hava yumuşamıştı. Yaşlı karı koca; ocağın iki yanına karşılıklı yerleştirilmiş, yüksekliği otuz beş kırk santim kadar olan, üstlerine yıpranmış kilimler atılmış toprak sedirde, sırtlarını yastıklara vermiş karşılıklı oturuyorlardı.
Bekledikleri bir misafir vardı.Muhtarın ankesörlü telefonunu arayıp hafta sonu geleceğini söylemişti. O günden beri ortalık gergindi. Neyse ki kar bastırmış, yollar aşılmaz olmuştu da evdeki hava biraz yumuşamıştı. Radyosu olan komşuların dediklerine göre kış şiddetini giderek artıracakmış. Bu haber üzerine evdeki hava biraz daha yumuşamıştı.
Yaşlı kadın, “İnşallah gelmez,” dedi. “Bu kışta kıyamette aklı olan evinden çıkmaz. Şimdi kuş uçmaz kervan göçmez, ne işi var insanın yollarda? İnşallah gelmez.” Yerinden kalktı, kararan havaya hazırlık, ocağın üstündeki raftan aldığı lambanın şişesini bir bezle hohlayıp ovarak sildi. Lambadaki gaza baktı, onu yeterli gördü. Yakmak için daha erkendi. Hava yeterince kararmamıştı. “İnşallah gelmez,” dedi.
Yaşlı adam sakindi. Ortada kimse yokmuş gibi tütün tabakasını çıkarıp habire sigara sarıp içiyordu. Kim bilir kaçıncı sigarasını içip bitirdikten sonra kalktı, dışarı çıktı, bir kucak odunla tekrar içeri girdi, “Hava yumuşamış,” dedi.
Yaşlı kadın, “Ne olacak arabayla bir saatlik yol, daha erken, gelir,” dedi. Öfkeliydi. “İnşallah gelmez ve de gelemez!” diye sürdürdü sözlerini. “Gidecek başka yer mi yok? Gözünü bize dikti.” Tekrarladı. “İnşallah gelmez ve de gelemez.”
Yaşlı adam, başını hınçla karısına çevirdi: “Ne olacak gelmezse? O gelmezse başkası gelecek, elin adamına beddua etme, tanımazsın bilmezsin, günah…”
“Tanımam bilmem de o beni tanır bilir mi? İşini başka yerde görsün.”
“Karı, o geleyim demedi, ben çağırdım.”
“Niye çağırdın? Bana söyledin mi çağıracağım diye?
“Ne fark eder?
“Ne fark etmez? Üç kız, iki oğlan, bir de bu ev, beraber yaptık.”
“Yaptık da…”
“Evet, yaptık da çocuklar gittiler kurtuldular. Hep senin yüzünden.”
“İyi işte gittiler, iş sahibi oldular.”
Yaşlı kadın yerinden kalktı, buğularını silerek evin küçük penceresinden dışarı baktı. “Sordun mu sevip isteyerek mi gitmişler? Herkes gitti. Bir biz kaldık,” dedi.
Ev, yaklaşık bir dönümlük bahçenin içindeydi. Yönü köyün merkezine bakıyordu. İleride, köyün şehirle bağlantısını sağlayan yol karda kaybolmuştu.
“İnşallah gelmez,” diye tekrarladı yaşlı kadın biraz umutsuz.
Hava yumuşamış, sabah ortalığı tepip deviren kar fırtınası geçmişti. Yaşlı adam yerinden kalktı, sofaya çıktı. Ayakkabılarını giyip askıdan siyaha boyanmış neredeyse yüzyıllık gibi duran, askeri kaputtan bozma paltosunu sırtına geçirdi. Atkısını boğazına dolayıp başına kasketini oturttu.
Sofaya çıkan karısıyla göz göze geldi. Yaşlı kadın, “İnşallah gelmez,” dedi tekrar. Dedi demesine ama içinden de “Gelecek gelir, tüm kötüler bizi bulur,” diye geçiyordu.
Kocası sofanın kapısını kapatıp bahçe kapısına doğru yönelirken yaşlı kadın, içeri geçip pencereye yaklaştı. Buğulanan camı sildi, yüzünü cama dayadı, bahçe kapısını kapatan kocasının dönüp eve baktığını görünce geri çekildi.
Yaşlı adam, köy odasına doğru yollanırken yaşlı kadın, bahçedeki meyve ağaçlarının arasından azametiyle ayrılan, üzeri karla kaplanmış görkemli iki ceviz ağacına baktı. İncecik kabukları hemen kırılıyor, içindekileri ezmeden bütün olarak bırakıyordu. Tadı da güzeldi, yağı da. Köyde böyle, başka bir ağaç var mıydı? Yoktu. Bu ağaçların tohumlarından dikilmiş birkaç tane vardı ama onlar daha gençti.
Yaşlı kadın, kendi kendine söylendi: “Biz de vaktiyle niye bir iki tane daha dikmediysek? Ama dibinde bir şey yetişmiyor, bahçe de küçük…” Dönüp sedirdeki yerine oturduğunda hava kararmaya başlamıştı. Ocakta sacayağının üstüne koyduğu yemeğe baktı, pişmeye yakındı.
Neden sonra köyün üstünde bir ışık yalabıdı şimşek çakmış gibi ama hemen gitmedi, dalgalanarak köyün üzerinde dolaştı. Yüreği tıp tıp etti. “Gündüz dememiş, gece dememiş, gelemeyesice de geldi herhalde!” diyerek pencerenin kenarına gitti. Camdaki buğuyu silip dışarı baktı, karşı yolda beyazlıkların arasından bir ışık huzmesi gelip köyün içinde kaybolmuştu.
Avlu kapısının yanında askeriyeden çıkma, İkinci Dünya Savaşı yıllarından kalma bir cip durdu, içinden iki adam indi, kadın baktı: “Biri bizimki!” dedi. Öbürü gelmemesi için dualar ettiği adamdı.
Yaşlı kadın, elinde petrol lambasıyla gelenleri kapıda karşıladı. Buyur etti. Hakkında düşündüklerini belli etmeden gelen adamı süzdü, kendi kendine “Çok da genç!” dedi. Sonra içinden kendine kızdı: “Çok genç ama gözünü de bize mi dikti?” Düşündükleri başka yaptıkları başkaydı. Genç adamı, “Yollar kötüydü, üşümüşsündür,” diyerek ocağın yanına, baş köşeye oturttu.“Açsınızdır,” dedi. Genç adamın “Yok, teşekkür ederim” lerine aldırmadı. “Biraz dinlen,” dedi.
Kocası misafirle karakıştan, yollardan, yaşamın zorluklarından bahsederken yaşlı kadın, ortaya serdiği sofra bezinin üzerine bir sofra ayağı, üstüne de siniyi koyup içindeki kızgınlığı misafir işte ne yapılır ki diye engelleyerek onu yemeğe buyur etti. Genç adam, hiç zorlanmadan sininin etrafına bağdaş kurup oturdu. Yaşlı kadının içinden “Bizden gibi,” diye geçti. “Bizden gibi de…”
Yemeklerini yiyip geri çekilirlerken yaşlı kadın gene de lafı sokuşturdu: “Bağdaş kurmaktan rahatsız mı oldun?”
“Yook, ben alışkınım!”
“İyi öyleyse kalkma.”
Yaşlı adam kalktı, ocağa biraz odun daha atıp yerine oturdu. “Neyse ki odunumuz bol.”
Yaşlı kadın, yaşından beklenmeyecek kadar hareketliydi, siniyi kaldırıp götürdü, gelirken bir kalbur cevizi de sininin yerine koydu. Bağdaş kurup sofradaki yerine oturdu.“Buyurun yarasın,” dedi. Genç adam, tebessüm ederek bir kadına bir adam baktı; birbirleriyle o kadar az konuşuyorlardı ki onların birbirlerine dargın ya da küs olup olmadığını anlayamadı. Saygısızlıktansa eser yoktu.
Yaşlı kadın, “Bizim beş çocuğumuz oldu, üç kız, iki oğlan, büyüdüler bahçedeki ağaçlarla beraber. Erik, kayısı, şeftali… meyve verdi. ağaçlar. Kuruyanların yerlerine yenilerini diktik. Şu iki cevizi kaynatamlar dikmiş, ellerine sağlık. Diyeceğim çocuklar evlenip gittiler. Ne diyebiliriz ki? Biz de baba evimizi terk ettik, el oğlunun evine geldik. Çocuklarımız doğunca ev, eloğlunun değil bizim oldu. İşte orası burası.”
Genç adam, “Ne güzel,” dedi
“Güzel de hiçbir güzellik sonsuza kadar sürmüyor. Elde iken kıymetini bilmek gerek.” Lafın nereye geleceğini anlamayan genç adam, “Evet…” filan diyerek geçiştirmeye çalışırken iki parmağı arasına aldığı cevizin zorlanmadan kırılışına, kabuğundan ayrılışına, aromasına, ağzındaki tada bakıp hayran kalmıştı. “Çok güzel,” dedi.
Yaşlı kadın mutlulukla misafire bakıp gülümsedi: “İşte siz bunun için geldiniz. Bunları veren ağaçları, son mutluluk kaynağımı da kesip götürecekseniz. Dolap mı yapacaksınız, yakacak mısınız, bilmem.”
Genç adam şaşırdı. “Yok!” dedi. “Yakar mıyım hiç? Güzel mobilya olur, kaplaması çok değerlidir.”
“Değerli olan her şey bizi terk ediyor.” Kocasına dönerek “Aha bu farkında değil,” dedi.
Ses çıkarmadan konuşmaları dinleyen yaşlı adam dolmuştu. “Konuşuyorsun, farkında değil miyim? İçerdeki zahire kışı ya çıkarır ya çıkarmaz. İneğin yemi bitti bitecek. Şurada ne kadar ömrümüz kaldı? İki ceviz olmasa da olur, yenisini dikerim, bir yerine beş.”
Yaşlı kadın kocasına baktı, acıyla gülümsedi. “Bakıp büyütecek ömür mü kaldı?”
“Kalmadı işte! İki cevizin yüzünden perişan mı olsak? Gaz kalmadı, tuz kalmadı, şeker yok, çay yok!”
“Tütün demeyi unuttun. Şimdiye kadar perişanlığın cevizlerin yüzünden mi? Sat ineği, olursa paran yaza yenisini alırsın, kesersen cevizleri mutluğumu alırsın. Kimimiz kaldı bu evi yaptığımızdan beri bize mutluluk veren? Çocuklarımız bizi terk etti. Sen, ben ve bu cevizler… Bak bu cevizlere biz evlendiğimizde kaynatam kırk yaşında diyordu, elli de biz evleneli oldu. Doksan yıl… Bizden önce yerleşmiş, bizimle yaşıyor, bizi terk etmeyen bir onlar kaldı. Kaç kez inek alıp sattın? Hatırlayamayacağın kadar çok değil mi? Bayramdan bayrama gelirlerse görebildiğim çocuklarımın çocukken oyun bahçesiydi onlar. Şimden sonra gelirlerse de torunlarımıza salıncak kuracaktım, sat bakalım. Sen zannediyorsun ki ben bunları sadece verdikleri ceviz için seviyorum.”
Yaşlı kadın dolmuş taşıyordu. Ne kadar sohbetin konusunu değiştirmeye çalışsalar da laf dönüp dolaşıp cevizlere geliyordu.
“Aha şu delikanlı kalkmış, adını sanını bilmediği bir yere para kazanacağım diye cevizlerimi kesmeye gelmiş. Sor bakalım hayatında hiç ceviz dikmiş mi? Diktiyse de birisine fidanını kırdırmış mı? Şimdi bunlardan ne kadar para kazanacağını hesaplıyordur.”
Yaşlı adam karısına baktı, ilk defa mülayim dinleyen hâlini bırakıp sertleşti. “Hanım, misafir!” dedi.
“Olsun, ben kötü bir şey mi dedim? Tanrı misafirinin yeri başımın üstünde.”
Sohbetin fazla uzamasını istemeyen yaşlı adam “Geç oldu,” dedi. “Yatsak artık.”
Oturdukları odada sedirin üstüne bir döşek attılar, üstüne de bir yorgan. “İyi geceler!” dileyip odalarına geçtiler.
Kışın geceler uzundur ya sanki bu gece biraz daha uzundu. Dinlenme havuzunda hamur gibi olmuş, ince ince dilinmiş, kaplama olmaya hazır ceviz kütükleri, dünyanın tüm güzellikleri işlenmiş kaplama desenleri genç adamın gözünün önünde uçuşuyordu. Daha gündüz gözüyle görmediği görkemli ceviz ağaçları için kazanç planları yapıyor, ne kadar kaplama çıkacak, ne kadar para kazanacak hesaplamaya çalışıyordu. Arada bir onu buraya gönderen akrabasını hatırlıyordu. Gidince ona teşekkür etmeyi unutmamalıydı. Bir de çocukluğunu düşünüyordu düşünmek istemese de. Küçükken senin velin yok diye, büyüyünce de yaşın büyük diye çocuk parkına alınmadığı için binemediği salıncaklar geçti aklından, güldü. Cevizler çok güzeldi. Sanki böylesini daha öncesi hiç yememişti. “Ceviz işte,” dedi, gözlerini yumdu. Yaz gelsin çocuklarını salıncağa binmeleri için parka götürecekti. Binmezlerse kendileri bilirdi. Ne kaybettiklerini sonradan anlarlardı.
Yaşlı kadın ne diyordu? “Misafirin başımın üstünde yeri var.” Sonra “Onlar benim mutluluğum. Torunlarıma salıncak kuracağım.”
Genç adamın uyuması zor oldu. Sabah erken kalktı, pencerenin önüne gelip camın buğusunu sildi. Hava açıktı, dünkü fırtınadan eser yoktu. “Şimdi de buz tutar,” diye geçti aklından.
Tıklayan kapı sonrası ev sahibi içeri girdi: “iyi sabahlar, erkencisiniz!” dedi.
“İyi sabahlar.” dedi. “Sizin kadar değil!”
Yaşlı adam küllenmiş ocağı karıştırdı, hâlâ sıcaktı. Kül altında kalmış korun üstünü açıp ince kıyılmış çalı çırpı attı, üfledi. Tutuşup alevlenen ateşin üzerine ince odunlar koydu.
Genç adam, dışarı çıkar çıkmaz bahçenin kenarındaki karla kaplanmış görkemli ceviz ağaçlarına doğru yürüdü. Sağlıklı gövdeleri sütun gibi yükseliyorlardı. Birisinin gövdesinde iki buçuk metre kadar yüksekte kol atmış kalın bir dalı vardı. Gülümseyerek “Herhâlde salıncaklık olan bu,” dedi.
Eve döndüğünde kapının önüne bırakılmış ibrikteki suyla elini yüzünü yıkadı, ibriğin yanına konan havluyla yüzünü sildi. Yaşlı adam, misafirinin elinden havluyu aldı.
Genç adam, “İki ağaçtan ne kadar ceviz alıyorsunuz?” diye sordu.
“İki yüz kilo kadar.”
“Ya! O kadar veriyor demek?”
Yaşlı adam güldü. “Veriyor ya bu sene satamadık. Her yıl almaya geliyorlardı, bu sene ürün bol, yüzüne bakan yok, biz de götürüp satmadık. Bol bol yiyoruz. Ağaçları satalım da ölmeden biraz rahat yüzü görelim diyorum.”
“Teyze pek öyle demiyor ama…”
“Onun demesine bakma, durum ortada.”
“Ya çocuklarınız?”
“Herkes yaşam derdinde… Onların da çocukları var. Bizimle de ancak bu kadar ilgileniyorlar.” Sesinde azıcık sitem gizliydi.
“Anladım, sen bunlara ne istiyorsun??
“… TL” diyorum.
Misafir cevizlere baktı, alınabilir bir fiyattı hatta daha fazlası da verilirdi. Cevap vermedi. Yaşlı kadının onları kahvaltıya çağıran sesi duyuldu.
Yaşlı adam, misafirinden cevap alamayınca “Sen ne diyorsun?” diye sordu.
“Düşünüyorum.”
İçeri girdiler. Yaşlı kadın bir yandan genç adamı süzerken bir yandan da taslara sütlü düğürcük çorbası koyuyordu. İçinden “Fena bir adama benzemiyor ama cevizlerimi de kesmese ne iyi olurdu. Ben ölünce alıp kesse göz görmeyince gönül katlanır, zaten ne kadar ömrümüz kaldı? Çocukları da varmış iki tane. Offf!” dedi. Of çekmesi, genç adamın gözünden kaçmadı. İki erkek çorbalarını içtiler, dışarı çıktılar, cevizlere varıp dibinde durdular.
Yaşlı adam, sorusunu tekrarladı: “Bir şey demedin, sen ne verirsin?”
“Cevizler çok güzel, böylesini görmedim. Soğan gibi boy atmışlar. Şu bir kol atmış ya o da başka bir güzellik. Bunlar için istediğin para az bile fakat şimdi ben ne söylersem söyleyeyim boş. Yüz yaşından genç ceviz ağaçlarına kesim izini yok. İzinsiz kesmek de benim işim değil. Ama sen bir yolunu bul, bunları kesme. İzni olsa bunları satar, Ankara’dan ev alırsın.”
Yaşlı adamın rengi uçtu, bütün umutları söndü. Ta Ankara’dan bunca masraf edip gelen adam yalan söyleyecek değildi ya.
Karşı yoldan gelen cipi gördüler. Genç adam “Ben bir hoşça kal diyeyim,” deyip evin kapısına yöneldiğinde yaşlı kadın elinde bir torbayla dışarı çıktı. Elindeki torbayı genç adama uzattı.
“Bu ne ki?”
Kadının gözleri dolmuş, sözleri boğazına düğümlenmişti. “Önümüzdeki sene olmayacak. Bu sene çocuklarınla bol bol yiyesin diye verdim. Helal, helal! Sen kesmezsen başkası kesecek, çok laf ettim, kusuruma bakma.”
Yaşlı adam karısına baktı. Durumlarına bir çıkar yol bulmak için uğraşmış, olmamıştı. Üzgündü. Karısına “Olmadı,” dedi. “Cevizler genç olduğu için kesim izni verilmezmiş.” Karısı sevindi. Sevincini gizlemedi.
Cip gelmişti. Genç adam “Biz ceviz yemeyi çok severiz, aile de çok kalabalık, akrabalar neredeyse kırk elli hane var. Şu çuvallarda dediğiniz cevizleri bana satsanız da elim boş dönmesem.”
Yaşlı adam karısına baktı, karısı ona. Yüzleri ışıdı. “Olur,” dediler.
“Fiyatı ne kadar?”
“Komşular … liraya satmışlardı “
“Uygun, olur.”
“Bir tartsak, ne kadar kalmış bakalım.”
“İki yüz kilo demiştiniz ya…”
“Yok o kadar, yarısını yedik.”
“Şimdi oyalanmayalım, ben gidince tartarım, eksiğini önümüzdeki sene tamamlarsınız.”
Cipin sürücüsü ne olduğunu anlamadan son sahneleri izliyordu. Ceviz çuvallarını arabaya koydular. Genç adam, yaşlı kadının hazırladığı ceviz torbasını ise ona geri verdi. “Bu sizde kalsın, bizde çok,” dedi gülümseyerek.
Yaşlı kadın onu yanaklarından öptü, vedalaştılar. Araba hareket ederken genç adam “Parasını verdim, eksik çıkanı almaya geleceğim unutmayın,” diyordu.
Kış geçti, bahar tüm yeşilliğiyle doğayı kapladı.
Otomobil, tozlu dağ yollarını geçip köye ulaştı.
Yaşlı kadın “Bizim kapıya hiç böyle araba gelmez, ne ola ki?” diye bahçe kapısına yöneldi. Otomobildekiler ceviz ağaçlarının dibine varıp salıncaklarını ağacın yana açılmış kalın dalına asmışlardı bile. Kıpır kıpır iki çocuk salıncakta sallanmaya başladığında yaşlı kadın sevinçle genç adamın boynuna sarıldı. “Oğlum!” dedi.
Yaşlı adam da geldi, gözlerinin içi gülüyordu. İki adam, iki çocukla ilgilenen kadınları baş başa bırakıp bahçedeki meyve ağaçlarına bakmak için yürümeye başladılar.
Yaşlı adam, yüz yaşından genç ceviz ağaçlarını kesme yasağını sordu. Genç adam “Satmayacaksın değil mi?” dedi.
“Yo,” dedi yaşlı adam gülerek “Satmayacağım.”
Genç adam “Yalan söyledim,” dedi. “Öyle bir yasak yok.”
Gülüştüler.
