8 Ağustos 2024
OYA USLU
Enkazın üzerinde çömelmiş, üşüyerek, acı ve endişe içinde kayınpederinin getireceği yardım ekibini bekliyordu. Oturdukları beş katlı apartman pestil gibi ezilmiş, yükseltisi iyice azalmıştı. Katlar arasındaki betonlar merdiven gibi dizilmişti. Aralarına ve üzerlerine molozlar, tahtalar, kırılan beton direkler arasından çıkan ince demir teller, eşyalar saçılmıştı. İki kişilik karyola ve üstündeki yatağın bir kısmı dışarıda, bir kısmı yıkıntılar altındaydı. Bir hurç az ötesindeydi. Üstünde iki çatal, kırık tabaklar, kenarında ruj vardı.
Makyaj malzemesini görünce heyecanlandı Bülent. Hemen kalkıp oraya gitti, ruju eline aldı. Büyük olasılıkla bunun dün burada olmadığını düşündü. Herhalde artçı sarsıntılar nedeniyle yüzeye çıkmıştı. Zaten bir gün önce karyolayla yatağın daha az kısmı görünüyordu. Bu ruj karısına ait olabilir miydi? Belki de öyleydi. Kapağını açıp rengine baktı. Turuncu olduğunu görünce hem sevindi hem de kalbine ok saplandı. Karısı en çok turuncuyu sever, bu rengin neşeli olduğunu söylerdi. Güzel canı ciğeri şimdi yıkıntılar altındaydı. Dört gündür dondurucu havada, ağır betonlar, molozlar arasındaydı. Yaşam savaşı veriyor muydu hâlâ? Bunun tersini düşünmek bile istemiyordu.
Üç gün önce üst kattaki komşularından biri ufak tefek yaralarla kurtarılmıştı. Zaman zaman tak tak sesi geliyordu aşağılardan. Buna herkes gibi seviniyor, tüm komşularının sağ salim çıkmasını diliyor ama herkes gibi önce can, sonra canan diyordu.
Sesini karısına duyurmak için enkaza eğilip bağırdı: “Nuray, Nuray…”
Sonra belki başkaları duyar diye ünledi: “Sesimi duyan var mı?”
Hiç yanıt gelmedi. “Dilerim en azından ses çıkaran hâlâ yaşıyordur,” diye düşündü.
Zaman daralıyordu. Buralardaki depremzedeler kendi kaderleriyle baş başa bırakılmıştı. Kurtarma ekipleri çoğunlukla sitelerde ya da ana cadde tarafında çalışıyorlardı. Zaten onlar da yeterli değildi. Depremin olduğu gün aslında jandarmalar gelmişti ama ekipmanları yoktu. Buna ve sık yaşanan şiddetli artçılara rağmen askerler canlarını tehlikeye atarak birkaç kişiyi çıkarmışlardı. Bülent, onların enkaz yanından geçerken botlarını ellerine aldıklarını görmüş, bu soğukta niye böyle yaptıklarını önce anlayamamış, daha sonra göçük altındakilerin seslerini duyup yardım çığlıkları atmamaları için çaresizlikten öyle davrandıklarını anlayıp üzülmüştü. Artık hemen herkes, özellikle alt kattakilerin üzerlerine çöken binadan ölmedilerse soğuktan donduklarını düşünmeye başlamıştı. Yine de bir umut, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek istiyorlardı.
Elindeki ruja baktı hüzünle. Depremin olduğu gün karısının makyaj malzemeleri aldığını biliyordu. Çünkü telefonla onu aradığı sırada kozmetikçide olduğunu söylemişti. “İşten çıkınca annene git, çocukları getir. Ufuk çok küçük, bensiz duramaz,” demişti. Kendisi, “Sen de oraya gel. Beraber yemek yiyip evimize döneriz,” demiş ama karısı istememişti. Keşke dediğini yapsaydı, şimdi büyük olasılıkla yanında olurdu.
Bülent, çocuklarıyla birlikte depreme orada yakalanmıştı. Öyle güçlüydü ki sarsıntı, sanki dünya yıkılıyordu. Çığlıklar atan iki oğluyla konsolun önüne yatmış, onlara kanat germiş; aynı anda annesiyle babasına büyük koltuğun önünde üçgen oluşturmalarını söylemişti. Depremin her saniyesi yıl gibi uzun gelmişti hepsine. Tavandaki ve duvardaki yuvarlak ışıkları gören annesi kıyamet kopuyor sanmış, babası “Kayalık buralar, ev de tek katlı,” diyerek korkularını yatıştırmaya çalışmıştı. Ama kendi evi düzlükteydi. Neyse ki henüz bir yıllıktı ve deprem yönetmeliğine göre yapılmıştı. Yine de karısı için korkuyor, her sarsıntıda içinden Nuray geçiyordu.
Deprem bitince hemen telefonla onu aramaya davranmıştı ama hatlar çalışmadığı için ona ulaşamamıştı. Sonra da çocuklarını anne babasına bırakıp evine koşmuştu. Yollarda gördüğü manzara karşısında gözlerine inanamamış ancak o zaman felaketin boyutlarının tahmin ettiğinden büyük olduğunu anlamıştı. Pek çok yerde taş taş üstünde kalmamış, koskoca apartmanlar dümdüz olmuş, bazıları eğilmişti. Zavallı insanlar çığlık çığlığaydılar. Kimileri yaralanmış, ağlayan çocuklar büyüklerine sarılmış, kimileri olayın etkisiyle donup kalmıştı. Hayvanlar da korkuyla kaçışıyor, köpekler durmadan havlıyorlardı.
Endişeyle, toz toprak içindeki yollarda yokuş aşağı koşarken evine nasıl ve ne kadar zamanda vardığını bilememişti. Sokağına adım attığında yerle bir olmuş apartmanlarını görünce kalbi yerinden fırlamış, karısını kaybetmiş olabileceği düşüncesiyle dünyası başına yıkılmıştı. Enkazın üzerine koşmuş, orada olan birkaç kişiyle birlikte deli gibi bağırıp sesine ses beklemiş, taşları kaldırmaya çalışmış, bu sırada yanındakilerle birlikte çatı katında oturan komşularından dördünü üzerlerinde fazla moloz olmadığı için kurtarmış ancak karısına ulaşamayınca çaresizlikle oturup bağıra bağıra ağlamıştı. Dört gündür de çocuklarına annelerinin göçük altında olduğunu ama sesini duyduğunu söylüyor, bu yalanla onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Eğer annelerine bir şey olursa yavruları ne yapardı. İkisi de henüz çok küçüktü. Onsuz yapamazlardı ki. “Allah’ım, Nuray’ı bize, bana bağışla!” dedi yeniden.
Harap halde enkazdan inip aşağıda bekleyen insanların yanına gitti. Üstten ezilerek hurdaya dönmüş iki arabanın içinde üç kadın, iki yaşlı erkek vardı. Arabaların arasında da üç erkek büyük taşlara ya da araba lastiklerine oturmuş, tenekeye koyup yaktıkları odunlarla ısınmaya çalışıyorlardı. Bunlar daire bir ve ikinin yakınları, beşinci kattaki komşularıydı. Kendisi üçüncü katta oturuyordu. Daire dördün yakınları orada yoktu çünkü uzak kentte yaşıyorlardı. Hepsi sevdiklerinin zayıf bir umutla da olsa kurtarılmasını ya da çok acı ama cesedini almayı bekliyorlardı. Yüzlerine çaresizlik ve acı oturmuştu. Bu duyguların karanlığı umudun zayıf ışığını baskılıyor, en kötü olasılığa hazırlıklı olmalarını sağlıyordu. Birbirleriyle dertleşmeleri, dayanışmaları da kendilerini koyuvermelerini engelliyordu.
Bülent ısınmak için ellerini tenekenin üzerine koyarken depremin olduğu gün kurtardıkları komşusu Nedim, ona elma uzattı. “Aşağı mahalledeki göçük üzerinde buzdolabı gördüm. Dimdik, kapısı açık haldeydi. İçinde yiyecekler vardı. Bir poşet elma aldım. Umarım sahipleri yaşıyordur,” dedi.
Diğer komşusu bir çift ayakkabı bulduğunu söyledi.
“Kardeşimin ayağına uydu. Giymek istemedi önce. Ölü soyduğumu sandı. Öyle olmadığına zor inandırdım. Hepimizin ayakkabıları göçüklere inip çıkmaktan paramparça oldu.”
“Öyle. Bu dondurucu havada perişanız. Çoğumuzda mont yok.”
“Yardım tırları yollarda ama bize ne zaman ulaşırlar bilemem.”
Ulaş sözcüğünü kullanır kullanmaz daire birin yakını kır saçlı adam, “Ulaş’ım!” diye inledi. “Civanımı cenaze namazsız, kefensiz toprağa verdik.”
Bülent, onun yarasını deştiğini anladı. Üzüldü. Tabii adamın bu isimde, başka apartmanda oğlu olduğunu bilemezdi ama yine de ona pot kırmış gibi geldi, özür diledi.
Kır saçlı adamın akrabası, “Allah’ın hikmetinden sual olmaz,” diyerek onu teselli etmeye çalıştı.
Daire ikinin yakını söylenenlere karşı çıktı: “Hadi deprem, ölümler Allah’tan; bu binaları da mı Allah yaptı?”
Diğerleri başlarını salladılar.
Konuştukça “Binamız yeniydi. Güvenli sanıp almıştık. Yıkılan apartmanların müteahhitlerinden, onlara izin verenlerden, denetlemeyenlerden hesap sorulmalı,” sözünde birleştiler.
Az sonra yanlarına Bülent’in kayınpederiyle üç kişi geldi. Adamlardan birinin elinde hava kompresörü, diğerlerinde kazma ve kürek vardı. Toz toprak içindeydiler. Yüzlerinde fırtına esiyordu. Bakışları, “Çok ceset gördüm. Çocukları, kadınları, erkekleri, gencecik fidanları taş toprak altından çıkardım, yüreğim buna nasıl dayansın!’ diyor, çizgileri ise kendilerini metanetli ve gayretli olmaya davet ediyordu sanki.
Onları görünce sevindiler. Hemen ayağa kalktılar. Kadınlar da arabadan çıktılar.
“Dün ses geliyordu göçükten. Sanki biri elindeki metalleri birbirine vuruyordu,” dedi çatı katında oturan delikanlı.
“Bugün duydunuz mu?”
“Hayır.”
Adamların umutsuz bakışlarını görünce ellerinden kaçacaklar korkusuyla, “Az önce duydum. Göçükteydim, arkadaşlar buradaydı,” dedi Bülent.
Kayınpederi de, “Sizi boşuna getirmedim ya!” diye adamlara çıkıştı. Zaten göçük altında kızı olduğu için onları asla bırakmaz, gerekirse boğazlarına yapışırdı.
Ekip, birbirine bakışıp karar vermeye çalıştı. Her saniye değerli olduğu için canlının bulunmadığı yerde boşuna çalışmak istemedikleri belliydi. Daire ikide oğlunun ailesi oturan yaşlı kadın kurtarma ekibinden birinin elini tuttu. “Üç torunum, oğlum, gelinim aşağıda. Ne olur yardım edin!” diye yalvardı.
Elinde kürek olan adam, onların kaçıncı katta oturduklarını sordu. Birinci katta olduğunu duyunca yüzüne umutsuzluğunu yansıtmamaya çalışarak “Teyze, biz kurtarma ekibi değiliz. Bunları temin edince kendi kendimize görev verdik sadece. İnan ki üç gündür uyumuyoruz. Kimseden de para almadık. Büyük makinelerimiz yok, görüyorsun” dedi.
Bülent’in kayınpederi diğerlerine döndü. “Vinç operatörleriyle de konuştum. Saatliğine dünyanın parasını istediler utanmadan.”
Depremzedeler bunun çok aşağılık bir davranış olduğunu konuştular.
Kısa zaman sonra elinde kazma olan adam, “Madem ses geliyor, elimizden geleni yapalım,” dedi.
Onlarla birlikte yakınları göçükte olanlardan birkaçı enkaza çıktı.
Gönüllü kurtarma ekibi, alt katlara ulaşılabilecek bir açıklık var mı diye baktı. Karyolanın yanında biraz boşluk gördüler. Ardından “Sesimi duyan var mı?” diye bağırdılar. Hiç karşılık alamadılar. Tekrar tekrar bağırdılar.
Hava kompresörünü tutan adam, “Canlının olup olmadığını anlayan aletler var. Köpekler de bunu hissediyor ama bizde hem alet yok hem de nasıl kullanılacağını bilemeyiz. Yaşayanların bulunduğundan emin olsaydınız keşke,” dedi.
Bülent “Ses vardı. Uyuyordur. Belki de bayılmıştır,” diyerek onları inandırmaya ve işe başlamaları için ikna etmeye çalıştı.
Bu kez diğerleri de var gücüyle aşağıdakilere seslendi. Ardından kurtarma ekibi onlardan susmalarını istedi. Alttan tat tak sesini duyunca yüzleri güldü, hepsi sevinç çığlıkları attı. Umutlandı.
Adam kompresörü çalıştırdı. Dııııır sesi her tarafı doldurdu. Yakınları göçük altında bulunanlar heyecan ve umutla bir an önce onlara sağ salim kavuşmayı dilediler, dualar ettiler. Ekiptekiler çok dikkatli çalışıyor, sık sık durup kontrol ediyor, arada yine bağırıyor, seslerine karşılık bekliyorlardı. Az sonra bir erkek çocuk sesi duyuldu. Herkes çok sevindi, heyecan doruk noktasına ulaştı. Çocuğun adını, yaşını, yanında kimlerin olduğunu, onlarla konuşup konuşmadığını sordular. Adı Ali olan yedi yaşındaki çocuk, annesi babasıyla iki kardeşinin yanında olduğunu ama artık onlarla konuşmadığını söyledi.
Bülent üst katında oturan komşuları için üzüldü, sağ olmalarını diledi. Kurtarma ekibine onların akrabalarının Karadeniz tarafında yaşadıklarını söyledi. Ali’yle büyük oğlunun top oynadıklarını, birlikte bisiklete bindiklerini hatırlayıp içi ezildi. Hatta Ali’nin bisiklet sürmeyi öğrenmesine kendisi yardımcı olmuştu. O sırada komşusu trafik kazası geçirdiği için eli sarılıydı. Çocuğuna yardımcı olamadığını görünce yanlarına gitmiş, Ali’ye karşıya bakmasını söylerken bisikletin selesinden tutup dengede olmasını sağlamıştı. Sonra da komşusuyla sohbetlerini arttırmışlardı. Şimdi ondan ses seda çıkmıyordu. Ya Nuray? Ondan da ses yoktu.
İki buçuk saat kadar sonra, dikkatli ve titiz çalışmanın sonunda Ali’yle kurtarma ekibinden biri yüz yüze geldi. Yanındakilere yüksek sesle çocukla bakıştığını söyledi. Bunu duyunca Bülent de eğilip baktı, ona gülümsedi. Enkaz yeterince genişletilince ekipteki adam, oğlana elini uzattı. Ali tam karşılık verecekken vazgeçti.
“Bülent abi elimi tutsun.”
Bülent sevinçle elini uzattı. Çocuk çıkartıldığında üstü başı toz toprak içindeydi. Ağlamaktan helak olmuş, göz pınarları kurumuş, altına yapmıştı. Elinde iki küçük metal araba vardı. Onu battaniyeye sardılar, hastaneye sevk ettiler.
Birkaç saat sonra da Nuray’ın cansız bedenine ulaşıldı. Bülent’le kayınpederi darmaduman oldular, acıdan kahroldular. Birbirlerine sarılıp bağıra bağıra ağladılar.
Karısının defin işlemlerini tamamladıktan bir gün sonra Bülent hastaneye, enkazdan çıkan komşusunun oğlunu ziyarete gitti. Niyeti onu hem yalnız bırakmamak hem de henüz akrabalarından haber alamadığı için eğer taburcu ederlerse sahip çıkmaktı. Çocuğu tahmin ettiğinden daha iyi görünce sevindi. Yatağına oturdu. “Nasılsın bakalım aslan parçası?” dedi. Koğuştakilere de geçmiş olsun diledi. Diğer hastaların refakatçileri onun çok uslu bir çocuk olduğunu söylediler. Bülent de Ali’yi övdü, yanaklarından öptü. Ancak içinden refakatçilere söylendi. ‘Çocuk günlerce enkaz altında kalmış, ailesinin akıbetinden haberi yok, büyük olasılıkla şokta; bunlar kalkmışlar uslu diyorlar. Siz bir de onu evinde görseydiniz! Tepemizde koşturup zıplarken atlar tepişirdi sanki. Nasıl yaramaz, nasıl cıvıl cıvıldı yavrucak!’
Ali’yle konuşurlarken komodinin üstünde duran oyuncak iki arabayı gördü, içi burkuldu. Arabaların renklerinin turuncu olduğunu fark edince de aniden göğsünün ortasında alevler yükseldi. “Hani bu renk neşe saçardı?” diye düşündü.”‘Bak, içim kavruldu karıcığım.”
Ali’ye ailesi hakkında gerçeği söylemedi. “Hâlâ onları çıkarmak için uğraşıyorlar. Dedelerin de yakında geleceklermiş.” dedi. Oysa çocuğun durumu anladığı bakışlarından belliydi. Bundan emin olunca Bülent’in içi parçalandı.
Ali’ye sarıldı. Kalpleri birbirine değdi. Solukları karıştı. Gözyaşları sessizce aktı. Sonra enkazdayken kendisine uzattığı sol elini tuttu, okşadı. Gözleri turuncu arabalara takıldı o ara. İçi sızladı. Çocuğun elini bırakırken “Nuray!” diye inledi.
.