5 Eylül 2024
BİZİM ÇAĞ SORUYOR
Çocukluk yıllarınızda kitaplarla ilişkiniz nasıldı? O günden bugüne neler değişti?
Kitabın geleceğine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle doğadan uzaklaşıp dijital ormanlar yetiştiriyoruz kendimizce. Başımızı kaldırmadığımız telefonlarımız, parmak ucunda klavyelerimiz…
Mini mini birler, çalışkan ikiler, üçler makine gibi işler… Gözleri pörtleyen dörtler ile misafir beşleri birbirinden ince bir duvarla ayıran iki sınıflı bir köy okulu ve yorgun kanatları her an uçmaya meyilli tek öğretmen… Genç okulun geniş bahçesinin etrafındaki kavak ağaçlarının hışırtısı, bir kıyıdan aynı umarsızlıkla akan küçük derenin şırıltısını kıskandıran neşeli cıvıltılarımızla halimizden memnunduk.
Dişleyerek bölüp paylaştığımız silgilerimizi kaybolmasın diye kolye gibi boynumuzda taşımak, bir üst sınıfa geçenlerden bize kalan eski ders kitaplarını gazete ile özene bezene kaplayıp kullanmak, dolan defterlerimizin sarı yapraklarındaki yazıları silip silip yeniden kullanmak, ağabey ya da ablamızın artık içine sığamadığı limelenmiş siyah önlükleri giymek… Gocunmazdık! Zira hepimiz aynıydık.
Dünyamız gözümüzün değdiği yer kadardı. Ve bakışlarımız en keskin göze sahip olanlar için bile köyü çevreleyen tepenin doruğundaki bir boşluğa asılıp kalırdı. Okul takvimini hava koşulları belirler, dersler bağ bahçe yeşerince bitiş zili çalar, son tarla anızları toplanınca başlardı.
Kasaba ortaokuluna giden ağabeylerimin çizgi karakterleri koluna takıp bizim fakirhaneye getirmesine en çok annem sevindi. Köyün diğer kadınları gibi okuma-yazma bilmeyen anacağızım için bu kitaplar ocak tutuşturmayı kolaylaştıran biçilmiş kaftandı. Onun elinden kapıp kaçarak kurtardığım kahramanlar da merakı kalıbına sığmayan beni kurtardı. Teksas, Tommiks hele de düşsel bir ormanda yaşarken ailesini öldüren düşmanlarına karşı savaş açan Zagor’um benim. Çizgiden de olsa köyün dışındaki bir dünyanın varlığı ve mücadele! Hayal gücümün sınırlarındaki keskin çizgileri belirsizleştiriyor ve beni kahramanlığa davet ediyorlardı. Öyle olmasa kedimin adını değiştirip Çiko koyar mıydım?
Bir yılbaşı öncesi öğretmenimiz elinde birkaç kitapla sınıfa girip kura çekerek bu kitapları hediye edeceğini söylemese ve o kitaplardan kısmetime Sokak Çocuğu (Kemalettin Tuğcu) düşmese, hiçbir yere ulaşmayan hayali oklar atmaya, kapıya çizdiğim hedefe bıçak fırlatmaya devam ederdim. Defalarca ağlayarak okuyup ezberlediğim sokak çocuğu Yaşar’ın fukaralığı kendi hayatıma pek benziyordu ve bir top köz gibi düşmüştü avuçlarıma. İlkokul bitene kadar da başka kitabım olamadı.
Babamın uzağı gören şahin bakışları olmasa uzak diyarlardaki ablamın yanına ortaokula gönderilmezdim. Şu roman denen sihirli sayfalardan oluşan şey… Kesekağıtlarını bozup okumaya çalışan, yırtılmış yerlerini hayalinde tamamlamayan meraklı biri için ne menem bir şeydi. Türkçe öğretmenimizin verdiği kitapları tüm oburluğumla okuyordum. Aç tavuğun ambara düşmesi böyle bir şey olmalıydı! Ve ben oburdum. Çok obur. Gelsin Siyah İnci (Anna Sewell), gitsin Cemile (Orhan Kemal), Teneke (Yaşar Kemal) …
Gel gör ki ablamın iki göz odalı evceğizinde bakılacak üç küçük çocuk, bitmeyen işler ve ders çalışmak varken kitap okumak gereksiz bir lüksten ibaretti. Ama her şeyin bir çözümü vardı. Benim gem vurulamaz okuma arzuma gece sokak lambasından yatağıma vuran ışık yardım etti. Ve bu ışıkta orta birdeyken Kaplumbağalar (Fakir Baykurt) kitabını okumak büyük keyifti.
Tepeyi giderek tırmanıyor, tırmandıkça ufkum genişliyordu. Ufuk ise yaklaştıkça uzaklaşan bir çizgiydi. Büyüdükçe merak duygusu giderek yerini anlama ve problemlere çözüm üretme yollarını aramaya bırakıyordu. Lisedeyken klasiklere yönelmek, paralelde ülkedeki siyasal gelişmelere karşı duyarlılık, Felsefenin Temel İlkeleri (Georges Politzer) ile başlayan, sınıf bilincine yönelik teorik kitaplar… Bilinçlendikçe tercihi değişen romanlar: Zeliş (Necati Cumalı), Birgün Tek Başına (Vedat Türkali), Ve Çeliğe Su Verildi (Nikolay Ostrovski), Ana (Maksim Gorki), Durgun Akardı Don (Şolohov) bunlardan bazılarıdır.
Değişmeyen tek şey ise maddi koşullardan dolayı kitaba ulaşma zorluğumdu. Üniversite yıllarında o dönem Zafer Çarşısı’nda bulunan Dost Kitabevi’nde ayaküstü kitap bitirmişliğim çok olmuştur. İlk maaşımı aldığım andan itibaren okuma zamanı bulamadığım zamanlarda dahi başucumdan kitap eksik olmadı. Bir kütüphanem de olmadı. Zira, benim için kitap elden ele gezdikçe amacına ulaşan büyülü bir kutuydu.
Kitaplar ülkenin mevsimine göre kök salan meşe ormanı gibidir. Karbondioksit emip oksijen yayan yeşil yaprakları ışıksız kaldıkça solar, soldukça nefesimiz daralır. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle doğadan uzaklaşıp dijital ormanlar yetiştiriyoruz kendimizce. Başımızı kaldırmadığımız telefonlarımız, parmak ucunda klavyelerimiz…
İnsanoğlu bu yeni duruma göre evrimleşir belki de. Kim bilir…
Belki!