28 Eylül 2023
EMEL KALENDER
Mantıcı ve ihtiyar kadın tartışıyordu. İhtiyar anlamıyor, Mantıcı da bu kadar basit bir konuda ihtiyarın onu neden anlamadığını anlamıyor. Bana sorarsanız ikisi de anlamazlıktan geliyor. Konu gerçekten basit. İhtiyar kadın on liralık mantı istiyor, Mantıcı kilosu 120 lira olan mantının 12 gramını tartmaya üşeniyor, ben de sırada bekliyorum. Sonunda Mantıcı bütün ağzını kullanarak bağırdı:
“Nazik teyze, on liralık mantıyı tartamam.”
“5 gramlık safranı tartıyorsun ama.”
“Mantı için hassas tartı kullanıldığı nerede görülmüş Nazik teyze?”
“O zaman üzerine mantı ekle. 200 gram yeter bana.”
“Var mı 24 liran?”
“Yok.”
“Veremem. Patron kızıyor.”
“Madem eklemiyorsun, 10 liraya ne kadar ediyorsa o kadar ver. Üç tane de olsa ver.”
“Nazik teyze, ah teyze ah, bir avuç mantı etmez o para. Pişirince üç katına çıksa bile tabak dolmaz.”
“Sen ver hele oğlum, karışma gerisine.”
Sonra baştan aldılar. Karışmasam bu böyle devam edecek. En azından kenarda konuşsalar. İlle orada, kapının eşiğinde o mesele halledilecek. “Tamamla,” diye fısıldadım Mantıcı’ya, “Ne kadar istiyorsa ver. Bana da şu üçgen olandan yarım kilo.”
Bir an evvel uzaklaşmalı. Nazik yardım ettiğimi anlarsa utanacak, sıkılacak, katlanamam buna. Bu defa kapıdan çıkamıyorum, müsaade istiyorum Nazik’ten, Nazik duymuyor.
“Nereye koyayım mantıyı Nazik teyze?” dedi Mantıcı.
Eşikte duran Migros’u gösterdi Nazik. Migros’un içinde Bim’e sarılmış yoğurt. Nazik, Mantıcı’nın fazladan mantı koyduğunu görünce dudakları yavaşça yana kaydı. Mantıcı, Nazik’in uzattığı on lirayı iterek “Bu abla ödedi,” dedi. Aferin Mantıcı, aferin. Nazik ölü gözleriyle bana baktı, sarıldı, öptü, Hacı Şakir.
“Allah razı olsun kızım. Madem,” dedi Nazik, kolumu bırakmıyor, on lirasını da yarım saatte cüzdanına koydu, “Madem mantıyı ödedin kızım, o zaman eve kadar taşı, yaşlıyım ben.”
Sevgili atalarım, iyilikten doğan marazı bana bir kere daha hatırlattınız, rahat uyuyun. Eve kadar değil ama caddenin sonuna kadar taşımaya söz verdim. İster istemez poşetleri aldım, Migros ağır. Sol koluma da Nazik abandı.
“Patlayacak poşet,” dedi Nazik gıyık gıyık sesiyle. Mantıcı’dan poşet istedi. Vermedi.
Sokakta yürüyoruz, tıslayan iki kaplumbağayız. Açlıktan mı, Nazik’ten mi, hava boğucu. Kaldırım insanları vıcır vıcır. Vitrine bakar gibi yapıp kendini süzen, kokoreç bekleyen, bileklik deneyen, onlardan olsam.
“Dur,” dedi, ne istiyor bu kadın kolumdan, “Şuradan poşet iste kızım.”
“Kuyumcu orası Nazik teyze.”
“Öyle mi, nerelisin sen?”
“Maraş.”
“Malatyalılar iyidir.”
“Maraşlıyım.”
“Onlar da iyidir.”
“İyi değilim ben.”
“O nasıl söz, bana mantı aldın, iyisin iyi.”
“…”
“Malatya’dan gelin aldım, kızım gibidir.”
Migros giderek ağırlaşıyor, Nazik hepten ağır. Güçlüsün, gençsin, yardım et. Gidip hümanizmi bir daha okumalı. Bence teyzelerden uzak dur.
“Bunca yemeği aldığına göre,” duysun diye bağırıyorum Nazik’e, gelen geçen duysun, “yiyecek kişi de vardır evde. Neden tek başına alışverişe çıkıyorsun?”
“Ah kızım ah, kimin umurunda. Şuradan alsana poşet, dur kızım, dur. Şekerim vurdu zaten.”
“Dönerci orası teyze.”
“Ya şurası?”
“Kespır.”
“Al işte oradan, neyse ne.”
“Yoktur ki. Varsa da vermez. Sahibi çok cimri.”
“Hah işte şurası olur kızım, al haydi, kopacak, dağılacak hepsi.”
“Türksel teyzeciğim Türksel, ben bakınıyorum merak etme.”
Normal ol normal, yaşlılara içinden gelerek yardım et. Kola formülü saklanıyor diye üzül, yine de iç. Tekrarladıkça saçma geliyor normal, normal, normal. Albert bu yüzden ortak denklemi bulamadı, yoksa atomu parçalamak iş değil. Ah Nazik ah, sen var ya sen, kolanın atomunu bir başına parçalarsın.
“Tavukçu’yu geçtik mi?”
“Yok.”
“Geçtiysek kötü, şeker başımı döndürüyor.”
“Caddede zaten iki tavukçu var, geçmedik dediysem geçmedik.”
“Başım da tuhaf oldu.”
Kırmızı, beyaz, siyah, Arçelik demek yenilik demek. Nazik kolumu sıktı, girip buradan poşet almazsam kurtulamayacağım. Hızla masadaki adama yaklaştım. Küpeli erkekler neden böyle çekici? Belki de testesteronun yontulduğunu vaat ettiklerinden. Küpenin sesi havada süzülerek kulağımı okşuyor. Bahaneyle tekrar gelmeli. Poşetle çıktım Arçelik’ten.
“Nasıl koyuyorsun öyle,” dedi Nazik, “yırtılacak. Git bir tane daha al. Sağlam değil bu.”
“Aaa,” dedim üç a’lık, demedim hırladım. Küpe duymamıştır. Duymuştur, Iyy, demiştir.
“Dokunma sen teyze, yapıyorum işte.”
“Yırtılacak kızım.”
“Yır-tıl-maz.”
“Yoğurtları düz koysana, dökülmesin.”
“Yırtılmaz da dökülmez de, kolumu bırak da yapayım.”
Nazik sustu. Yürüyoruz. Nazik’i ezberledim, anında unuttum. Beyin kendini koruyormuş böyle. Kötü hatıraları, yaşanan an bile hatıraymış, olmamış gibi siliyorsun. Beynimin benden akıllı olmasına alışamayacağım. İnsanın hem hoşuna gidiyor hem gücüne. Nazik bağırdı: “Tavukçu!”
Büyükçe bir sandığa kapatacaksın bu kadını, menteşeleri kuvvetli olacak, üstüne Oblomov’u oturtacaksın. Rusya yeniden dirilse Oblomov kalkmaz üzerinden. Basbayağı zalimsin kızım, kataraktı var seçemiyor işte, gene yükselttin sesi.
“Kuyumcu teyze, bu da başka bir kuyumcu. Yemin ediyorum Tavukçu’ya gelince söyleyeceğim.”
“Evli misin?”
Teyzeler aynı. Boşandım desem uzun bir ah çekip acımaya başlayacak. Bekârım desem evde kaldığıma üzülecek. Bir de üstüne boyum kadar oğlum var desem ağlamadığı kalacak. Vitrine baktım, Nazik uzantım olmuş. Zavallı suratım, kapana kısılmış zavallı bir hayvanım.
“Boşandım,” dedim. Üzülsün.
“Vah! Vah! Çocuğa yazık. Dövüyor muydu adam, elleri kırılsın. Evlenmiştir o. Bulsaydın başka koca, dirisin, güzelsin. Delikli boncuk yerde kalmaz kızım. Kaç yaşındasın sen?”
“40.”
“Geçmiş olaaa.”
Durup sırtımı sıvazladı. Ağıda benzer söyleniyor. İşte Tavukçu. Burada da poşeti varmış. Alalım hepsini sonra gidip evlenirim.
“Poşet,” dedi Tavukçu’ya.
“Ne poşeti teyze?”
“N’aptınız poşetimi, size güvenende kabahat.”
“Erdal, sen biliyor musun? Ben yeni geldim de teyze.”
Erdal, kasanın arkasından A101’i çıkardı. Tüy taşır gibi elime verdi. Mercimek, fasulye, şeker. Nasıl küfredesim var. Erdal’la mı evlensem, teyzeler sevinir.
“Onu da öbür poşetli eline al kızım,” dedi Nazik, gene yürüyoruz, “Kaç yıl oldu boşanalı?”
Lokantanın önünde durduk.
“Gitmeliyim,” dedim, “gerçekten gitmeliyim.”
Nazik kaldırıma hazırlanmış masaya oturdu. Bir anda yaptı bunu. Ne zaman sandalyeyi çekti, bastonu duvara ne ara dayadı?
“Şekerim azdı, başım dönüyor. Madem gidiyorsun, sen bana bir yemek söyle, kendime geleyim.”
“Yemek falan söyleyemem.”
“Kebap söyle kebap.”
“Gidiyorum ben Nazik!”
Nazik başını tuttu, yüzünün rengi attı, terlemiş. Eh! Düşüp bayılsın artık. Dönerci patates kızartmasını parmaklarıyla havada tuttu.
“Bu olur mu? Şekere iyi gelir mi?”
“Ne bileyim, şeker yok mu şeker?”
“Masadan alın bayan, istediğiniz masadan.”
Alsam mı yemek? Ruhumu yedin aferin sana Nazik, bu da ödülü. Cebimde para var, Allah benim belamı versin, parasız olacaksın. Yemek memek yok sana kadın. İnadına yanacağım.
Nazik’e koştum. Masa boş. İleride genç bir kadın, beş yaşlarında kız çocuğu eteğinden tutuyor, sağ elinde Arçelik, solunda A101 ve Nazik. Kaldırımcıları sollayarak koştum. Nazik bastonlu eliyle uzattığım şekeri iteledi. Genç kadın bana döndü, aynaya bakıyorum sanki. Uzaklaşıyorlar.
“Şekerim,” diyor, Nazik. Duyuyorum, Manisalılar da iyiymiş.
Sola doğru saptım. Özgürlük. Koltuğun yumuşaklığı, suyun sıcaklığı, demlenen çay, sokak evime akıyor. Elimi cebime attım, para. Durdukça beni huzursuz edecek.
“Şunlardan,” dedim Bakkal’a. ihtiyacım olan bir şey almalıydım ve böylelikle şahane bir karar verdim.
“Ne kadar olsun abla?”
“Ne kadar ediyorsa.”
O kadar yokmuş. İki Domestos’u siyah poşete koydu. Elimde on yedi lira. Cebime koydum. İyi yaptım. Hem artık para aynı para değil. Bozuldu. Gerisini Bakkal düşünsün.
–