15 Şubat 2025
AYŞEN KILIÇARSLAN GÖKSU

Bugün kitaplığımı düzenlerken yıllar önce aldığım kurs bitirme belgelerim elime geçti. Aralarında farklı zamanlarda gittiğim biçki-dikiş, nakış, iğne oyası, kırk yama gibi el sanatları kurslarının yanı sıra bağlama belgem de vardı. Aradan geçen bunca yıldan sonra o günler bir anda film şeridi gibi geçti gözümün önünden.
O zamanlar (1980’li yıllar) gençtim. Çoğu arkadaşım gibi ben de Akşam Sanat Okulu kurslarına beceri kazanmak amacıyla katılmış, birçok belgeye sahip olmuştum. Elbette faydasını görmedim diyemem. Dikiş dikerek, oya yaparak az para kazanmadım. Aile bütçesine katkı sağlayınca mutlu olmuştum.
Bir gün belediye hoparlöründen, Halk Eğitimi Merkezinde bağlama kursu açılacağının anons edildiğini duydum. Daha öncesinde kasabamızda herhangi bir çalgı kursu açılmamıştı. O anda kalbim kuş gibi pır pır atmaya başladı. Nasıl heyecanlandığımı anlatamam. Ben de o kursa gitmeliydim ama ne mümkün! Çünkü Anadolu’da küçük bir kasabada yaşıyordum ve burada çalgı kurslarına hiç olumlu bakılmıyordu. Hatta saz çalmanın günah olduğunu söyleyenler de vardı. Hele de bir kadının saz çalması olacak iş değildi onlara göre. Bu durumda başka kadınların da kursa katılma ihtimali yok gibiydi.
Bozkırın tezenesi büyük usta Neşet Ertaş “Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur çünkü kötü insanların türküleri yoktur.’’ dememiş miydi? Öyle ise neden saz çalmak, türkü söylemek ayıp günah sayılıyordu?
Birkaç gün beynimi kemiren bu düşüncelerle baş etmeye çalıştım ama saz çalma isteğim, Türk halk müziğine sevgim daha ağır basıyordu. Rüyalarımda bile bağlamaları görüyordum. Kara kara düşünüp duruma çare ararken Aşık Dertli’ye ait türküyü anımsadım.

Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler, ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde
İstanbul’dan çıkar teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde
Ne olursa olsun kursa kaydolmaya karar vermiştim. Akşam işten eve geldiğinde eşime konuyu yeniden açtım. Önce pek sıcak bakmadı ama benim kararlılığım karşısında gönülsüz de olsa “Nasıl istersen öyle olsun,’’dedi.
Ertesi gün kaydımı yaptırdım. Haftada üç akşam gidecektim. Bir de bağlama edinmem gerekiyordu. Heyecanım doruktaydı. O gece hiç uyuyamadım.
Zamanı gelince on iki kişi ile kurs açıldı. Tam da tahmin ettiğim gibi benden başka hiç kadın kursiyer yoktu. Savcı Bey, karakol komutanı, iki memur, bir ormancı, geri kalanı öğretmen ve son olarak da ben salondaki yerlerimizi aldık. Kara düzen saz çalabilen ormancıdan başka hiçbirimizin bağlaması yoktu. İlk akşam tanışma ve derslerle ilgili konuları konuşarak sohbet ortamında geçti.
Bağlamaları herkesin arzusuna göre hocamız Ankara’da bir saz evine sipariş verip getirtti. Kimi gül, kimi dut, kimi de ladin ağacından yapılanı seçmişti. Benimki kelebek bağlamaydı. Hafif yapısı ve metalik tınısı, çekici renk tonuyla estetik görünümü vardı. İlk elime aldığımda onu bir bebek gibi sevmiş okşamıştım.
Kurstakilerle kısa sürede kaynaşmış, birbirimize saygılı, samimi bir ortam oluşturmuştuk. Orada herşey yolunda gidiyordu. Benimse tek sorunum bağlamayı evden halk eğitim merkezine götürüp getirmekti. Kimseler görmesin diye ya eski gazetelere sarıyor ya da eşimden bırakıvermesini rica ediyordum. Apartman komşularım “Saz kursu nasıl gidiyor? ’’ diye sorduklarında alaycı tavırlarından fesatlıklarını sezebiliyordum ama bu beni hiç yıldırmıyordu.
Eve gelince hep nota çalışması yapıyor, çırpma ve çalma tekniklerini defalarca prova ediyordum. Yavaş yavaş çalmayı öğreniyorduk. Her hafta yeni bir türkü notası ile tanışıyor, o ezgilerle kah dertleniyor, kah neşeleniyordum. Bağlamanın sesi türkülerin diliyle hemhal olduğunda aldığım haz bütün çektiğim sıkıntıları unutturuyordu. Kim ne derse desin türküler benim de yüreğimin dili, başımın sevda yeliydi.
Derken yıl sonu geldi. El sanatları sergisi açılışında biz de mini bir konser verecektik. Bakırlar, eski yöresel kıyafetler ve otantik eşyalarla dekorumuzu hazırladık. Ertesi gün büyük heyecanla salona geldik. Elim ayağım titriyordu. İnsanlar beni görünce nasıl tepki vereceklerdi acaba? Ya densizin biri çıkar da lüzumsuz bir laf ederse, ya beni küçük düşürmek isteyen olursa… Kendimi zar zor toparladım. Mesele bağlama çalmak değil kadın olmaktı. Madem her şeyin bir ilki vardı; ben de bağlama çalmak isteyen kadınların yolunun açılmasına vesile olacaktım. Utanmamalıydım. Hiç renk vermeden misafirlerin arasına karıştım. Kısa bir süre geçince açılış ve konuşmalardan sonra yerlerimizi alarak konsere başladık.
Katılım beklentilerin çok üstündeydi. Ben bağlamamın tellerine dokunurken oldukça rahatladım. Başımı dik tutuyor, onurlu duruşumu korumaya çalışıyordum. Dinleyiciler de havaya girmişti. Neşeli türkülerde el çırpıyor, bazıları da türkülere eşlik ediyordu. Neyse ki konseri başarılı bir şekilde tamamladık. Hiç ummadığım şekilde insanlar yanıma gelerek beni tebrik ettiler. Bir ara lise müdürümüz Huriye Hanım yanıma geldi, beni alnımdan öptü ve “Seninle gurur duyuyorum,’’ dedi. O anda eşim de elinde bir gül demetiyle yanıma yaklaşarak kulağıma “Seni çok seviyorum,’’ diye fısıldadı. İmkansızı başarmanın mutluluğu tarif edilemezdi.
Sonraki yıl daha fazla, ondan sonraki yıl biraz daha da fazla devamında da pek çok kadın, bağlama kursuna yazıldılar ve farklı sınıflar oluşturdular. Bir kaç yıl sonra ben Ankara’ya taşındım. Bir haziran ayında memleketime gittiğimde sergi açılacağını ve bağlama kursu öğrencilerinin yine konser vereceğini duydum. Kaçırır mıyım hiç, ben de dinleyici olarak yerimi aldım. Bu sefer konser daha büyük bir salonda gerçekleşmişti. Çünkü kursiyer sayısı eskiye göre çok daha fazlaydı. Ayrıca bir de karma koro oluşturulmuştu.
Konser tam başlayacakken Harun Hoca sahnede kısa bir konuşma yaptı. Hiç beklemediğim bir anda beni sahneye davet etti. “Bu kursu ilk açtığımız yıl, Ayşen Hanım kursa katılan ilk kişilerden biriydi ve tek kadın kursiyerimizdi. Toplum baskısından sazını gazetelere sararak getirdi. Herkese örnek oldu ve bir ilki gerçekleştirdi. Bakın şu anda kadınlar, koromuzun ve saz ekibimizin çoğunluğunu oluşturuyor, ona huzurlarınızda bir kez daha teşekkür etmek istiyorum,” dedi.
Çok duygulanmıştım, benim de bir şeyler söylemem gerekiyordu. Hazırlıksızdım ama doğaçlama o anda içimden gelen sözleri şöyle dile getirdim: “Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ‘Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir,’ sözüyle ne güzel anlatıyor sanatın olmaması durumunda, toplumun yaşam enerjisinin eksik olacağını ve toplumun ruhunu kaybedeceğini. Sanat çok güçlü bir araç, özellikle kadınların elindeyken! İyi ki olabilecek bazı olumsuz tepkileri göze alıp kursa katılmışım. Yıllar sonra böyle bir tabloyla karşılaşmak çok güzel. Ben de size ve ardımdan gelen tüm kadınlarımıza teşekkür ediyorum.”
O anda salonda bir alkış tufanı koptu. Kalbim güm güm atarken yerime geçip oturdum ve keyifle konseri dinledim.
Benim yaşam enerjimin çoğalmasını sağlayan bağlamam halen evimin en güzel köşesinde yerini koruyor. Zaman zaman elime alıyor, ruhumu dinginleştiriyorum.
Söyler misiniz şeytan bunun neresinde?
.