1 Mart 2025
DERYA SİNAN

Selçuk Baran’ın ilk baskısı 1977 yılında Okar Yayınları tarafından yapılan, 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan Anaların Hakkı adlı kitabında yer alan “Çardak” öyküsü üzerine yakın okuma denemesi.
Osman ve Zehra, küçük iki kız çocuğu olan genç bir çifttir. Osman, yağmur oluklarını, eski sobaları… onararak ailesinin geçimini sağlar. Genç kadın, sabahları çardakta yaptıkları kahvaltının ardından kocasının bir eline takım taklavat çantasını, diğerine ayaklı, taşınabilir küçük ocağı (maltızı) vererek onu uğurlar.
Öykünün ilk sayfası boyunca uzun bir paragrafta Zehra’nın gözünden kocasını görürüz. Bu betimleme kocasına hayran, onu seven bir kadının gözünden yapılır.
Genç kadın kocasını “gözleri doyuran bir adam” olarak görür. Dış görünüşünün betimlemesinde onun “erkekliği”ne özellikle vurgu yaptığı dikkatleri çeker. Ortanın üstünde bir boy, ince bir yapı, geniş omuzlar, gelişmiş kaslar, kaslı kollarında uzun kara tüyler, gömleğinin açık yakasından görünen göğsü, boynu, güçlü çenesi, biçimli dudakları, bıyıkları… Kabadayılar gibi ceketini omzuna atar, giymez. Zehra’nın elceğiziyle diktiği kötü gömlekleri bile giyse “aşağı kentin boyunbağlı memur beylerinden daha alımlı olurdu.” “Ne giyse yaraşırdı Osman’a.” (s. 149)
Bu betimlenen erkek, tüm kadınlara alımlı gelebilecek bir erkek midir? Değildir. Dolayısıyla bu, bize Zehra hakkında da ipuçları verir. Evine ekmek getiren bir koca, (onun ölçüleri içinde) güçlü/güven veren bir erkek… Bu ölçülerin içinde (betimlemesinden de anlayacağımız üzere) cinsellik önemli bir yer tutar.
Zehra, kocasını kaybetmekten korkar. Bunu “kapı” imgesiyle verir yazar. Kapı, Zehra ile kocasının arasına ölüm gibi girer. Kapının ardında dipsiz bir kuyunun karanlığı varmış gibi gelir Zehra’ya. Kocasının o karanlığa dalıp bir daha dönmemesinden korkar. “Eşiği aştın mı korku başlıyordu.” (s. 150) Bu korku, ona yük olur.
O kapının ardı, Zehra’ya yabancıdır. Onun dünyası, güvenli alanı evidir. O güvenli alanda dört ve altı yaşında “leblebi tanesi, bulgur tanesi, mercimeği” (s. 150) iki kız çocuğu da vardır. Kızlarıyla güler oynar. Kızları analarını bırakmak istemeyince Zehra’nın söylediği sözler, okura kadın-erkek ilişkilerine ilişkin düşüncelerini de yansıtır: “Yüz vermeğe gelmez sizlere. Yapıştınız mı bırakmazsınız. Elin adamına da böyle yaparsanız vay halinize!”(s. 150) Koca, elin adamıdır. Ona yapışmaya gelmez. Zehra, kocasına yapışarak onu darlamak istemediğini de dile getirmiş olur böylece.
Zehra’nın evi de mutluluğunu gösterir. Bu, muhtemelen bahçesi olan bir gecekondudur. Bahçede bir çardak vardır. Avlunun (taşlığın) üç yanı sarmaşıklarla çevrilidir. Teneke kutulara sardunyalar, küpe çiçekleri, fesleğenler dikilmiştir. Kızları çiçekleri sulayınca çardak mis gibi toprak, ekşi sardunya yaprağı, fesleğen kokar. Bu kokuda önündeki uzun yılların ona sunacağı “bir sürü güzel, iyi şey”in saklı olduğunu düşünür. Bu kokuyla dünyanın bütün güzelliğini, büyüklüğünü kucaklar sanki. Bu, onu heyecanlandırır, yüreği hızlı hızlı atmaya başlar. Buradan da evini, kocasını, çocuklarını sevdiği sonucuna varabiliriz.
Bu noktada Zehra’nın öykünün başında duyduğu korkuya geri döneriz. Genç kadının bir yanında mutluluk, diğer yanında korku vardır. Kocasını/karısını seven her kadının/erkeğin duyabileceği olağan bir korkudur aslında bu: sevdiğini yitirmek.
Gündelik yaşamın güven verici tekrarları, çok iyi tanıdığı ayrıntılar; bilinmeyen tehlikelere karşı koruyucu duvarlarını örünce Zehra rahatlar. Sofrayı toplarken türkü mırıldanır. Güneş yükselir. Yaprakların arasından sızan güneş ışığının garip oyunlarını seyrederken mutluluk duyar. Çardağın doya doya keyfini sürdüğü ılık, güneşli günleri sever. “Çardak” Zehra’nın mutluluğunun öznesi ve tanığıdır.
Zehra, kış gelince eve kapanmak zorunda kalacaklarını anımsayınca ağlamaklı olur. Göz açıp kapayıncaya kadar geçecek güneşli günlerin ardından gelecek kış, Zehra’yı korkutur. Bu noktada Zehra’nın geleceğe (Bu gelecek yalnızca kocasıyla biçimlenebilecek bir gelecektir onun için.) güvenle değil, korkuyla baktığı söylenebilir. Genç kadının kocasını yitirme korkusu yeniden karşımıza çıkar.
Çeşmeye gitmek üzere evinden ayrılınca güvenli alanından da çıkmış olur. Doldurması gereken kovalar vardır. Evden çıkılacaktır. Çeşme başındaki onu görünce birbirlerini dürtüp gülüşen, yanlarına yaklaşınca susan Nuriye ve Fatma, yüreğini saran korkuyu tetikler: “Osman abimin sarı gömleği pek güzeldi. Geçerken gördük de… Sen mi diktin? Eline sağlık…” (s. 151)
Sarı gömleği Zehra dikmemiştir. Kocasının onu hazır aldığını düşünmüştür. Oysa Nuriye ve Fatma’nın tuhaf bulduğu davranışların altında yatan başka bir gerçek olabileceği düşüncesi, içine kurt düşürecektir. “Korku, bir adım gerisindeydi Zehra’nın.” (s. 152)
Akşam eve kıyma ve bir şişe şarapla dönen Osman taşlığa bir kilim serdirir, sırtını kör kuyuya dayar, karısının özene bezene donattığı sininin üzerinde yemeğini yer. Gün boyu çalışan, yorulan koca; eve eli kolu dolu gelmiştir. Zehra, daha ne istesin? Demlenen kocasının dizinin dibine oturur. İçince çenesi açılan kocası, inanılacak gibi olmayan/uydurduğu başından geçen garip garip olaylar anlatır Zehra’ya. Birlikte olmaktan keyif alan bir karı-koca kendi dünyalarında mutlular.
Ancak o akşam suskundur Osman. Karısının arada dizlerini okşar, dalgın dalgın gülümser. Yüzü “çocuksu, utangaç, mutlu”dur. Aklının başka yerde olduğu bellidir. O yer, onu gülümseten ve mutlu eden bir yerdir. Utangaçlığı, okurun aklına “başka bir kadını” getirir. Sabah evden ayrılırken üzerinde olan sarı gömleği ona armağan eden kadını. Yazarın, yargılayıcı/suçlayıcı bir tutum takınmadığı dikkatleri çeker.
Zehra’nın “Kim aldı o gömleği sana?” sorusu, Osman’ın buğulanan kafasında inkara ya da yalana sapmadan onu edepsizce gülümsetir.
Zehra, bambaşka bir yüzle karşımızdadır artık. Elleri belinde, gözleri şimşek şimşek kocasının karşısına dikilir: “ Seni karı düşkünü dürzü! Karılardan hediye almak da mı vardı? Al çorapları veren de mi o kahpe yoksa? Sarı gömlek gibi al çoraplar da mı onun? Onları karşımda giymeğe, benim çatımın altına getirmeğe utanmadın mı?” (s. 153)
Kocasından yediği tokata ona saldırararak karşılık verir. Osman’ın göğsünü yumruklar, bağırır, söver. Osman, kollarıyla sardığı karısının hareketine engel olmaya çalışırken karı koca arasındaki bedensel yakınlaşmanın beraberinde cinsel bir çekimi getirdiği görülür. Zehra bir yandan kurtulup kaçmak isterken bir yandan da kocasına daha çok sokulur. Genç kadın, kaçma isteğine başkaldıran “hain ürperti”ye haddini bildirmek istese de bunu yapamaz. Kocasının şaraplı sıcak soluğu, gübreli toprak kokusuna karışır. Zehra, kendini bırakır. Bu, karı ve kocanın birlikte arzuladıkları bir “sevişme”dir. Osman ve Zehra’nın genç bedenleri, birbirine akmak ister.
Sonrasında Zehra, kocasının kendisini aldatmasını bağışlayacak mıdır? Bir kadın için bu, kolay değildir ama kadın, bunu kabullenebilir. Zehra da önüne uzanan o uzun yılların sakladığı her şeyi ayaklarının dibine boşalttığını düşünür. “Şimdi hayat denen o büyülü uzaklığın kendi payına düşen parçasını, bütün açıklığı ve sınırlarıyla görüyordu. Bu sınırların içine sığabilenler pek küçük ve önemsizdiler gerçi. Ama onundular. Düşlere yer bırakmayacak kadar açık ve seçiktiler. Sarı gömleklerin, al çorapların, çeşme başındaki arsız kızların, Osman’ın o yabancı, o kıyıcı gülümseyişinin erişemeyeceği bir gizlilikteydiler.” (s. 155)
Zehra’nın küçük ve önemsiz de olsa kendisinin kabul ettiği nedir? Osman’ın onu aldatmayı sürdüreceğini bildiği bir dünyada tutunduğu küçük ve önemsiz ama kendisinin olan nedir? Karar vermek, okura kalsın. Belki okur da sözü edilen gizliliğe erişemeyecektir. O da Zehra’ya kalsın. Zehra’nın bu durumu neden kabullendiği ise upuzun başka bir yazının konusudur.
.