Şehir Zihnin Aynasıdır

1 Şubat 2025
SÜLBİYE YILDIRIM

Sülbiye Yıldırım

Yaşadığı şehri kendi ruhunda taşır insan. Sokakları, sesleri, kokuları ve insanlarıyla şehir, zihinde yansımasını bulur. Bazen bir hikâyenin altyapısı, bazen bir karakterin kalp atışı, bazen de bir masalın gökten düşen üç elmasıdır. Hem olma, olgunlaşma kaynağıdır hem de acımasız bir çatışma alanı. İçinde yaşarken ayrımında olmadığınız çoğu şey, yıllar içinde yazarken, anlatırken hatta konuşurken farkında olmadan, yerleştiği yerden çıkıp sese, söze, yazıya dönüşür. İşte o zaman yaşadığınız şehir, yaşamakta olduğunuz şehir olmaktan çıkar, seyredip yansıttığınız bir yer olur.

Doğduğunuz, yaşadığınız, gezdiğiniz şehirlerin her biri gördüğünüz, baktığınız değil aynı zamanda seyrettiğiniz yerlerdir. O seyirden elinizde kalanları, gönlünüze işleyenleri ilerleyen zamanlarda kurguladığınız hikâyelerde yaşatırsınız farkında olmadan. Bir hikâyede gitmek için çıktığınız yol, yılankavi ilerlemesinden çok, kıraçlığı ile söze gelir, başka bir hikâyede ise sabırsızlığı anlatan bitmez tükenmez ıstırap olur.

Bazen de yol, zorla sürüklendiğiniz yere sizi çabucak ulaştıracak kadar kısa ve zorbadır. Varmak istediğiniz yer değildir gittiğiniz yer, zorla sürülmüşsünüzdür yola, işte o zaman kâğıda döktüğünüz kelimeler gönülsüzlüğünüzden çok gönül kırıklığınızı yansıtır. Ruhunuzun girintili çıkıntılı coğrafyasına sızmaya çalışan şehirler, yabancılığınızı, yabanıllığınızı acımasızca hissettiğiniz yerler olur. Gönülsüzlüğünüz sürgünlüğünüzdendir. Sürgünlüğünüzdür, hırçınlığınızda kelimelerinizi diken gibi batıra, kanata içinizden söküp çıkaran. 

Bazı şehirlerde yabancılığa mahkûm edilirsiniz. O yabancılıkta gökyüzü çok farklıdır. Ne mavisi tanıdıktır, ne de bulutlarının şekli, ne ay aya benzer, ne yıldız gibi parıldar yıldızları. Güneşin sarısı bile kentin üzerinde emanettir, öyle çabuk ton değiştirir ki şaşkına dönersiniz. Rüzgârı esmez bu şehirlerin, acımasızca kırbaçlar. Soğuğu keser, dilimler içinizi, ellerinizi ısıtamaz temmuz sıcağı. Buz tutar insancıllığınız, çözmeye zaman ister. Çözüldüğünde de artık siz siz değilsinizdir.

Merhabanız karşılıksız kalır, bedeniniz gölgesini yitirir. Sesiniz içinize kaçar, adımlarınız boş sokaklarda sessizliğe karışırken, yanınızdan geçip gidenlerin arkasında terk edilmiş kalırsınız. Yabancı bir şehrin kalabalığında yalnızsınızdır artık. Sürgün, sadece bedenin bir yere taşınması değildir, ruhun, ait olduğu yerden koparılıp atıldığı yere sığamamasıdır. Anlarsınız.

Grafitilerle renklendirmiş duvarlar, yaşayanların şehre kattığı sanattır, ruh üflemesidir eli boya tutanların ama o renkli duvarlar taştır nihayetinde. Soğuktur. Ne yaparsanız yapın, üzerlerine çizilenlerle birlikte her gün yabancı olduğunuzu hatırlatırlar size. Ne kadar renkli, hareketli, ne kadar anlamlı da olsa o çizgiler yabancılığınızı, yabanıllığınızı haykırır acımasızca yüzünüze.

Sokak isimleri bilmediğiniz dilleri fısıldar kulağınıza, tabelalar gözlerinize tanımadığı harfler gibi batar. İnsanların yüzleri size dönük değildir, suretleri kaybolmuştur çoktan. Dar sokakların sessizliği, hayal gücünüze ancak bir labirent sunar. Küçük dükkânlar, paslı tabelalar ve aynı şeyleri görmenin huzurlu ağırlığı, cümlelerinizde kendine bir yol bulmak ister. Eliniz kalem tutmaz, dar bir çember zihninize duvarlar örmüştür, anlarsınız. O şehir hem sığınılan bir yuvanız hem de kaçılması gereken kafesiniz olur.

Bu sokaklarda yürürken, sırtınızda taşırsınız şehrin ağırlığını. Sürgünlüğünüzdür her şeyi böyle donuklaştıran. Her köşe, kendi şehrinizdeki bir yeri hatırlatsın istersiniz, zorlarsınız ama olmaz. Kendi şehriniz artık yoktur, her yere yabancısınızdır. İşte en zor olan da budur, tanıdık gibidir, benzer gibidir her yer ama hiçbir zaman tam olmayan bir tanıdıklık duygusuyla yaşarsınız.

Geceleri sürgün şehri daha da sessizleşir. Evlerin ışıkları birer birer sönerken kendi kimsesizliğinizle baş başa kalırsınız. Kaleminizi elinize alır, bir şeyler yazmaya çalışırsınız ama kelimeler de bu şehir gibi yabancıdır size. Tanıyamazsınız, onlar da siz. Yazamazsınız o yüzden çünkü sürgünlük, yalnızca bir mekândan koparılmak değildir; kelimelerden, seslerden hatta yaşamdan koparılmaktır.

İnsansınız işte! Uzaklıklar size göre değildir ama çok zaman geçmiştir, belki de gönderenler sizi orada unutmuştur. Şehir sizi içine almasa da siz onu içselleştirmek istersiniz. Farkında olmadan siz şehre, şehir sizin ruhunuza sızmaya başlamış, içinize çöreklenmiştir. Önce sokaklar ayaklarınıza alışır ya da ayaklarınız sokaklara. Sonra bir kahvecinin sesi, bir ekmek fırınının kokusu, bir pazar yerinin uğultusu yavaşça kulaklarınıza dokunur. Şehrin sizi hâlâ içine almasa da artık tamamıyla dışarıda da bırakmamaktadır.

Bir gün, şehrin bir köşesine oturur, başınızı kaldırıp gökyüzüne bakarsınız. O yabancı gökyüzünde tanıdığınız maviliği ararsınız bir umut ama daha bir uzaklaşmıştır mavi gökyüzünden, umut etmeyi bırakırsınız. Sürgünün getirdiği o keskin acı, yerini ince bir hüzne bırakır. Sürgün, ait olmamanın acısıdır ama zamanla ait olmamanın bir tür özgürlük de olabileceğini fısıldar kulağınıza.

İşte o an,  farkedersiniz ki buradaki insanlar da başka sürgünlerin, başka acıların izlerini taşımaktadırlar. Her yüz, bir öyküye açılan bambaşka kapı olur. İşte o an kaybettiğiniz kaleminizi bulursunuz, şehirdeki onca yoklar arasında. Çünkü sürgün şehrinde hikâyeleriniz birikmiştir. Köklerinizden uzaktasınızdır ama köksüzlükte yeniden büyümeye başlarsınız.

Öyküleriniz bitince terk edersiniz sürgünlüğünüzü, başka hikâyelere yol almak istersiniz, bunun için de başka şehirlere ihtiyacınız vardır. Yazmak hem her yere ait olmak, hem de hiçbir yere ait olamamaktır. Şehri içinde hissetmek, şehrin kendisi olmaktır. Aidiyetsizliğe karışmış ait olma duygusudur şehir. Çünkü aidiyetsizlik, en büyük hikâyeyi içinde taşır.

Şehir bazen sizi bir girdap gibi içine çeker. İnsan kalabalığı, sokakların bitmeyen uğultusu, hızla değişen günler ve geceler… 

Şehir, duygularınızı tüketirken binlerce yeni hikâye sunar, hem de cömertçe. Metro vagonlarında unutulan yüzler, sokak köşelerinde yankılanan şarkılar, şehrin kargaşası içinde kaybolmuş yalnızlıklar… Yazar, bunları kendi kalbine işler ve kelimelere döker. Şehir, yazarın tükenişi olduğu kadar onun sonsuz yaratım alanıdır.

Deniz kenarındaki bir şehir, yazarın melankolisine şekil verir. Ufka bakarken hissedilen o açıklık, derinlik ve sonsuzluk; dalgaların kıyıya çarpışındaki ritim, yazarın cümlelerini bir şarkı gibi dokur. Yazar, denizin sabrını ve hırçınlığını ödünç alır. Bu şehir, onun düşlerini okyanus gibi büyütür ya da gelgitler gibi darmadağın eder.

Bir de şehirlerin tarihe kazınmış izleri vardır. Eski sokakların taşları, üzerinden geçmiş ayakların hatırasını taşır. Yazar, bir şehrin tarihini dinler; ona bir miras gibi sarılır. Antik bir kentin harabelerinde yürüyen bir yazar, şehrin geçmişini hayal eder ve o taşlara dokunan her hikâyeyi kendi cümleleriyle yeniden yaratır. Şehir, yazarın düşüncelerine geçmişi armağan eder; yazılan her kelime, şehrin belleğinde yankılanır.

Ama şehir sadece yazarın ilhamı değildir; onun sınavıdır da. Çünkü şehir, yazarın yalnızlığıyla yarışır. Kalabalıklar arasında hissettiği boşluk ya da doğayla çevrili bir şehirdeki dinginlik, yazarı ya büyütür ya da küçültür. Şehir, yazarın aynasıdır; ne kadar farklı görünürse görünsün, sonunda her yazar, kendi yüreğindeki şehri yazar.

Ama şehir sadece yazarın ilhamı değildir; onun sınavıdır da. Çünkü şehir, yazarın yalnızlığıyla yarışır. Kalabalıklar arasında hissettiği boşluk ya da doğayla çevrili bir şehirdeki dinginlik, yazarı ya büyütür ya da küçültür. Şehir, yazarın aynasıdır; ne kadar farklı görünürse görünsün, sonunda her yazar, kendi yüreğindeki şehri yazar.

Yaşadığı şehirle yazar arasındaki ilişki, bir dostluk ya da düşmanlıktan çok daha derin bir bağdır. Şehir, yazarın bir parçası olur; yazılan her hikâyede, her şiirde ve her cümlede kendine bir yer bulur. Çünkü şehir, sadece bir mekân değil; bir yazarın ruhunu yoğuran ve kelimelere şekil veren görünmez bir eldir.

.

.