7 Mart 2025
SÜLBİYE YILDIRIM

Selçuk Baran, 1933’te Ankara’da dünyaya gelir. Babasına hayran bir kız çocuğudur. Bir mektubunda ondan şöyle söz eder: “Babam bence büyük adamdı. Yalnız kendisini sevenlerce önemsenen bir büyük adam…” Aynı mektupta annesi içinse, “Ben kendimi anneme hayran bilirdim. Baskın kişi annemdi hayatımda… Annem baskın kişiliğini, isteklerinin başa çıkılmazlığını bilirdi…”* diye yazar. Okumayı dört yaşındayken kendi kendine öğrenir, altı yaşında annesine gazetelerden devam etmekte olan ikinci büyük dünya savaşının haberlerini okur. Reşat Nuri romanları ona okuma zevki aşılar.
On beş yaşına geldiğinde günlük tutmaya başlar. Öğretmeninin verdiği Sabahattin Ali kitabı onda yazar olma isteği uyandırır. İçine kapanık bir çocuktur. Yaz akşamlarında evlerinin balkonuna serdiği kilim üzerinde geçirdiği yalnız saatler annesini endişelendirir. Yaşıtlarından daha olgun, çabuk büyümüş bir çocuktur. II. Dünya Savaşı yıllarına denk gelen çocukluğunda, dünyada olup bitenlerle çok ilgilidir.
1954 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirir. 1956 yılında yüksek lisans için Almanya’ya gider. Tatil için Türkiye’ye dönerken İtalya’dan bindiği Ankara isimli gemide eşi Ayhan Baran’la tanışır. Büyük bir aşk yaşarlar. Selçuk Baran o sıralar günlüğüne şunları yazar: “Ya Rabbi, aşk bu kadar güzel miymiş?” Bu aşk onayüksek lisans öğrenimini yarım bıraktırır.
Kısa sürede evlenirler ve art arda iki çocukları olur. Eşi sık sık yurtdışına konserlere gider, kariyerinde ilerlerken Selçuk Baran evliliklerinin bütün yükünü omuzlar. Eşi çok çapkındır. Çok yaralanır, yıpranır. Üstelik yüklendiği sorumluluklar yazmasını da engellemektedir. Ev, çocuklar, iş derken ancak gecenin geç saatlerinde yazmaya zaman bulmakta, bu durum da yazma tutkusunu doyurmamaktadır. Ayrıca eşi de onun yazdıklarına hiç ilgi duymamakta, edebiyata olan tutkusunu anlamazlıktan gelmektedir. Gelgitli, çatışmalar içinde geçen, acı veren evliliğini, kızları evlenir evlenmez bitirir.
Selçuk Baran’ın yukarıda kısaca değinmeye çalıştığım yaşam öyküsü, büyük bir aşkla başlayan evliliğin yarattığı büyük hayal kırıklıkları, acıları, yalnızlıklarıyla örülüdür. Bunları günlüklerinde ve mektuplarında da dile getirmiştir. Günce tutarak yazmaya başlarken şunları yazar: “… bu defteri ilerisi için yazıyorum. (…) -bana hiç yakışmayan bir bedbinlik duygusuyla söyleyeyim- yalnızlık günlerim için…”. Neden yazdığını ise şöyle dile getirir: “35 yaşımda yazmaya başladım. İnsanı yazı yazmaya iten şey pek çok yazara sorulmuş soru. Pek çok yazar da buna yanıt verememiş. Ben galiba kendi hayatımda ve insan denen varlığın hayatında, toplumsal yaşantıda gördüğüm ve beni çok rahatsız eden birtakım çatlaklar, hatta uçurumlar üzerine kendimce, karınca kararınca, bir köprü atabilmek için yazdım. Önce işe çatlaklardan başladım, uçurumlara sıra gelmedi.” Bir başka sayfadaysa “Yazmam gerek. Dergiler için ya da kitap olarak basılsın, başkaları okusun diye değil. Yaşamın bana haklı ya da haksız öyle gelen saçmalığından, giderek başkalarının yaşamında bulduğum ve bunalımını duyduğum anlamsızlıklardan kurtulmak için yazmam gerek,” diye yazar ve Yahya Kemal’in “Müşkül odur ki yaşarken ölür kişi” dizlerini ekler.Sayfayı, “Yaşarken ölmemek için çırpınıyorum,” diye bitirir. Yaşamının son dönemlerinde hayata, sosyalliğe seyirci olmuş, içe kapanmıştır.
1970’lerin politize olmuş toplumunda bir tarafta Sevgi Soysal, Füruzan, Sevinç Çokum gibi toplumsal gerçekçi kadın yazarlar varken diğer tarafta Selçuk Baran, Tomris Uyar, Nezihe Meriç gibi daha çok bireyci anlayışa yakın kadın yazarlar vardır. Bireyin, siyasal yaşamın ve edebiyatın özgürlüklerini talep eden toplumsal hareketlilikte o, “Her şey politikanın elinde oldukça umut dağların ardındadır,” görüşündedir. Siyasetin her şeyi zora sokmaktan, bireyleri mutsuzluğa sevk etmekten başka işlevinin olmadığına inanır.
Selçuk Baran’ı yaralayan önemli şeylerden biri de istediği okur kitlesine ulaşamamasıdır. Anlaşılmadığını düşünür. Onu yazmaya küstüren önemli bir durumdur bu, uzun süre yazmaya ara vermesine neden olur. Onun çok derinden yaşadığı bütün bu öznel sıkıntıların, üzüntülerin izlerini öykülerinin kadın karakterlerinde oldukça yoğun okuruz.
Sartre, Edebiyat Nedir? adlı eserinde, yazarın kim olduğunun, ne yazdığıyla doğrudan bağlantılı olduğu, düşüncesini sıkça vurgular. Ona göre “…yazar yalnızca kelimeleriyle var olur ve yazdıkları onun düşüncelerini, varoluşunu yansıtır,” der. Oscar Wilde da “İnsan, hayatının her anında, olmuş olduğu her şey ve olacağı her şeydir,” diye yazar. Kısaca üzerinde ortaklaşılan bir fikirdir: yazar da her insan gibi yaşadıklarının bütünüdür.
Selçuk Baran’ın Kendisinden İzler Taşıyan, Otobiyografik Bir Öykü
Bundan dolayıdır ki analizini yapmaya çalışacağım Mor Hikâye adlı öyküsüne başlamadan önce Selçuk Baran’ın yaşam öyküsünü hatırlayalım istedim. Çünkü analizini yapmaya çalıştığım bu öyküsü, Selçuk Baran’ın kendisinden izler taşıyan, otobiyografik bir öyküdür. Anlatımındaki metaforik göndermeleriyle okura kendi sesini duyma zemini hazırlamakta, duygularını okura kuvvetle yansıtmaktadır. Doğduğu andan başlayarak onu var eden, kişisel ve toplumsal bütün bileşenler yazarın bakış açısını, algılama ve değerlendirme biçimini oluşturur. Bu bağlamdan yola çıkarak ben de Selçuk Baran’ı var eden koşullara bakmadan onun Mor Hikâye’sinde yarattığı öykü dünyasını anlamak kolay olmaz diye düşündüm.

Arjantin Tangoları** isimli kitabında yer alır alan Mor Hikâye’ye gelirsek öykü Selçuk Baran’ın en yoğun metafor kullandığı öykülerinden biridir. Yaralı, yalnız, mutsuz bir kadının öyküsüdür. Onun hayal kırıklıklarını, acılarını, acılarından kurtulma ve mutlu olma isteğini yansıtır. Kadın karakterin ağzından, yalnızlığın, bireysel sıkışmışlığın, toplumun dayattığı rollerin baskısını, kadınlığın çıkmazlarını derinden hissettirirken toplumsallığın erkeklerde de kimlik bölünmesi yarattığına işaret eder.
Öykü, iki bölüme ayrılmıştır. İlk bölümde olaylar tanrısal bakış açısıyla anlatılır ve kadın karakterin iç hesaplaşmaları, hayal kırıklıkları, evliliği ve ölüm düşünceleri işlenir. İkinci bölümde anlatıcı ben dili kullanarak daha kişisel bir bakış sunar ve kadın karakterin evliliğine, kocasına ve hayattan beklentilerine dair daha derin bir iç görü sağlar.
Öykü hastanede yatan kadın karakterimizin oradan kaçmasıyla başlar. Selçuk Baran, daha başlangıçta kurtuluşu, özgürlüğü simgeleyen benzetmelerle, öykünün metaforik dünyasına sokar okuru. ”Korkusunu biraz olsun bastırabilmek için, önü sıra kaçışan çöl hayvanları, yuvalarına doğru kanat çırpan kuşlar düşledi. Karanlığın insafsız yüreğini yumuşatmak için de batı yakasına, gün batımının kızıllığını yaydı. Ceylan sürüleri, boz renklerini karaya dönüştürerek görkemle geçip gittiler.” Kaçarken yaşadığı yakalanma korkusunu önünden kaçışan çöl hayvanları temsil ederken, kanat çırpan kuşlar ve ceylan sürüsü de özgürlüğü işaret eder. Karanlığın insafsız yüreğini de tan kızıllığıyla aydınlatır. Tan kızıllığı doğacak yeni günün, yeni umutların habercisidir. Öykü karakterimiz de kaçışıyla, kendisi için yeni, güzel bir günü düşlemektedir.
Kadın kimseye görünmeden hastaneden çıkmayı başarır. Durakta bekleyen otobüse biner ya da bindiğini düşünür. Çünkü ilerleyen satırlar, kadının hastaneden kaçıp kaçmadığına, hatta hastanede yatıp yatmadığına dair okurda kuşku uyandırır. Çünkü öykünün içine girdikçe ilk sahnede öyküye giren otobüsün metaforik bir dünyayı temsil ettiğini anlarız. Otobüs kadının iç dünyasıdır. Şoförün sorgulamalarıyla birlikte, yol boyunca iç hesaplaşmalara giren kadının, içsel çatışmalarını, iç dünyasındaki boşluğu ve ölüm korkusunu dinlemeye başlarız.
Kadının adı Neylan’dır. Kendisini matruşkaya benzetmektedir. “Matruşkaları bilir misiniz? Hani şu Rus bebekleri. İç içedirler. … Birini açarsınız, içinden bir başkası çıkar. Onun içinden bir başkası… Ninoçka, Anuşka, Petruşka, Maşenka… Hepsi bütün odayı dolduruverdiler, o küçük hastane odasını… Aslında şöyle bir şey: Onların hepsi bendim. Bilmem anlatabiliyor muyum?”
Matruşka bebeklerinin varoluşsal anlamları oldukça derindir. Onların iç içe geçen yapıları hayatın, kimliğin ve evrenin farklı katmanlarını simgeler, benliğin varoluşsal anlamlarını temsil eder. İnsanın iç dünyasının katmanlarını, kişiliğin farklı yönlerini ve keşfedilmesi gereken derinlikleri simgeler. Varoluşçulukta insanın kendi özüne ulaşabilmesi katmanlarını keşfetmekle başlar. Aynı zamanda bireyin iç içe geçmiş deneyimlerini de ifade eden matruşka, “Ben kimim?” sorusuna yanıt arayan sembol bir figürdür. Görünüşün ötesinde bir gerçeklik olduğunu ve her insanın içinde saklı yanlar taşıdığını ifade eder. İnsanın saklı sırrını öğrenmek için iç içe bebekleri açmak gerekir. Yazar bu simgeyle okura, karakterin, kendi kendisiyle olan sorununa yoğunlaşacağının ipuçlarını vermektedir.
Bütün bebekleri açan Neylan son bebeğe gelince durur, açmaz. Çünkü yok olmaktan korkmaktadır. “… Ama Maşenka’yı açmadım.” Şoför, “Neden?” diye sorunca, “Çünkü içinden başka bebek çıkmayabilirdi. O zaman ben… ben yok olurdum. Belki yok olmam o kadar önemli değildir, gene de korktum işte.” Bu yanıtla ölüme gönderme yaparken okuru da matruşka sembolü üzerinde bir kez daha düşünmeye iter.
İkinci bölüm, öykünün sonunda da yinelenen bir leitmotifle başlar.
“Kıyı yok. Çünkü ben kıyıları hiç sevmedim, ufuk çizgilerini sevmedim. Ufka, kıyılara, bir ağacın köklerine, birtakım törenlere, başlangıcın, bitiş anlamına geldiği hiçbir şeye bakmayı sevmedim.”
Kıyınının ve ufuk çizgisinin de Neylan için bir son olduğunu, başlangıç ve bitişi temsil ettikleri için ölümü çağrıştırdığını okuruz. Tıpkı varoluşçuluktaki gibi, başlangıcı ve sonu olan bir yaşamı işaret eder ufuk çizgisi, aynı zamanda ölüme göndermedir.
Bölümün ikinci paragrafında ise Baran, Tavşan imgesini kullanır. Kocası Neylan’ı “Tavşanım” diye sevmektedir. Tavşan, temsil ettiği doğurganlık yanında, korkak bir hayvandır. Aynı zamanda sevimliliğiyle insanların hoşlandığı, kolayca evcilleştirilebilen bir hayvandır. Bu anlamda “Tavşanım” seslenmesinin, kadının kocası tarafından şekillendirildiğini, koruma altına alındığını, sahiplenildiğini, kısaca güçsüzlüğü ifade eden bir metafor olarak düşünebiliriz. Tavşanım, diye seven kocası karısına, onun sahibi olduğunu hatırlatmaktadır. Neylan bu seslenişten rahatsızlığını dile getirirken kocasını da tanıtmaya başlar. Bundan sonra evliliğiyle hesaplaşmalarını okuruz artık.
Kocasını, “O, bütün çirkinliği, soğukluğu, anlayışsızlığıyla. Başımıza musallat ettiğimiz herhangi bir budala olan O.” diye tanımladığı, Neylan üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışan bir kocadır. Bununla birlikte, kendi yaşamında edilgen, güçsüz üstelik yoksul ve parasızdır. Bütün bu olumsuz nitelikler önemli değildir Neylan için. Önemli olan kocanın anlayışızlığıdır. Çünkü doğum gününü unutmuştur, mor elbisenin kadın için ne anlama geldiğini anlayamamaktadır. “Moru seviyorum, dedim başkaldırır gibi. Nedenini açıkla, diye buyurdu.” Adamın verdiği kaba bir tepki karşısında Neylan, “İpekli bir giysiyi hak ettim ben. Ben bir insan olarak, bir kadın, güzel bir kadın, donanımlı bir kadın olarak, o, dünyada eşi benzeri olmayan mor ipekli giysiyi hak ettim.” Sözleriyle, hem seçtiği rengin özelliğine dikkat çekmekte, hem de kocası için özel olup olmadığını anlama çabasıdır. Kocası, Neylan’ın bu iletişimsizlikten duyduğu acıların farkına varmamaktadır, isteklerinin hatta sorunlarının karşısında duyarsızdır. Neylan’ın istediği ilgiyi ve sevgiyi göstermemektedir.
Selçuk Baran bu bölümde koca karakterini iki farklı kişilik olarak kurgulamıştır. Biri duyarsız, anlayışsız, karısının değerini anlamayan, hatta kendi değerinin bile farkında olmayan bir erkektir. Diğeri karısına karşı anlayışlı, hatta ona âşık, isteklerinin farkında olan, parasız da olsa onları yerine getirmeye çalışan, acılarına, sorunlarına ortak olan bir kocadır.
Bu ikili kimlikle kurguladığı koca karakterinin davranışları karşısında Neylan’ı anlayabilmemiz için Selçuk Baran Alice Walker’ı metafor olarak kullanır. Kocası hakkındaki ikilemleri. Kocasının “Neden mor?” sorusuna karşılık söylediklerinde gizlidir. Şöyle der Neylan: “Renklerden moru sevdim, Alice Walker’a özendiğimden değil. En güzel hercailerin, kır menekşelerinin, leylakların mor olduklarını bildim bileli sevdim moru.” Bu göndermeyle Alice Walker’ın feminist anlayışına işaret etmektedir Selçuk Baran. Walker’ın feminizm anlayışı, “Kadıncılık” (Womanism) olarak adlandırılan bir anlayışa dayanır.
Womanism, klasik feminizmden farklı olarak siyah kadınların deneyimlerini, ırk ve sınıf mücadelesini, kadın-erkek dayanışmasını ve topluluk bilincini merkeze alır. Klasik feminizm genellikle ataerkil düzeni eleştirirken womanism erkekleri tamamen karşısına almaz. Siyah kadınlar ve erkeklerin tarihsel olarak aynı baskıya (sömürgecilik, ırkçılık) maruz kaldığını vurgulayarak, kadın-erkek dayanışmasını teşvik eder. Ona göre feminizm sadece kadınlara özgü değildir, bu yüzden de toplumu bir bütün olarak değiştirmeyi amaçlamalıdır. İşte bu anlayış, bütün kabalığına, anlayışsızlığına karşın, Neylan’ın kocasına âşık olduğunu ifade etmesinin nedenlerini anlamamızı sağlar ya da bütün bu söylemleri Neylan’ın âşık bir kadın olarak kocasında hoş göreceği şeyleri arama çabalarıdır, diye yorumlayabiliriz.
Selçuk Baran, Neylan ismini de bilinçli seçmiştir. Umut edilen şeylere kavuşmak, başarıya ulaşmak, dileklerin gerçekleşmesi gibi olumlu anlamlar taşır, bu isim. Öyküde mora olan tutkusunu anlatırken önemsenmek, değer görmek istediğinin kocası tarafından anlaşılmasının umudunu yansıtmaktadır okura. Alice Walker’a yaptığı gönderme de bu isteğinin derinliğindendir. Çünkü o kocasını anlamaktadır, toplumsallığın ona yüklediği görevin bilincindedir. Ama ne yaparsa yapsın, tüm anlayışına karşın aradığı anlamı bulamaz karşısındakinden. Kocasından, evliliğinden hayattan uzaklaşır. O yüzden mor aynı zamanda ölümü çağrıştırır, çıkışsızlığını da vurgular.
Selçuk Baran’ın kendi sesini duyduğumuz Mor hikâye isimli öyküsü, ikinci bölümü başlatan leitmotifle biter. “Ulaşacağım bir kıyı, varacağım ufuk çizgisi yok artık. Kendi ölüm törenimden başka tören bilmeyeceğim. O da, lütfen, yeterince kısa olsun. Bir an önce unutun beni. Tek istediğim, bir zamanlar yaşamış olduğumu unutmak. Eğer dostumsanız, yardım edin, bir zamanlar yaşamış olduğumu unutturun bana.”
Selçuk Baran’ın kendi sesini güçlü bir biçimde duyurduğu Mor Hikâye, kadın psikolojisini ve toplumsal baskıları derinlemesine ele alan bir öyküdür. Karakterin iç dünyasını semboller ve metaforlar aracılığıyla işleyerek okuru kadın kimliği ve varoluşsal sorgulamalar üzerine düşündürür. Öykünün sonunda Neylan, yaşamdan çok ölümü kabullenme noktasına gelir ve son sözleri, “Bir zamanlar yaşamış olduğumu unutturun bana” olur. Bu bitiriş hazin bir kabulleniştir, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda, kadınlar açısından toplumsal bir çığlıktır.
Yorumlarımı öykünün içinden, Selçuk Baran’ın “Ben kilitlenmek istemiyordum. Açın bütün kapıları, duvarları yıkın, sizi kuşatacaksa bir gökkuşağı kuşatsın! Yemyeşil tepelerde türküler söyleyin, özgürlük türküleri! Eğer özgürlük üzerine hiçbir türkü söylenmeyecekse… eğer özgürlük çayırları aşamazsa… o zaman, işte o zaman!…” seslenişe umutla karşılık vererek bitirmek isterim. Özgürlük türküleri bir gün mutlaka söylenecektir! İnsanlık birçok kez, büyük çoşkuyla özgürlük türkülerini söylemiştir, yine söylecektir.
.
*Hayatıyla ilgili alıntılar
Neslihan K. Alpagut, Sonsuz Yalnızlığın Gönüllü Sürgünü, TÜRK DİLİ, Kasım 2021, Yıl: 70 Sayı: 839.
**Selçuk Baran, Ceviz Ağacına Kar Yağdı, Bütün Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları, 2008, İstanbul.
