Mediha Ünver’le “Gülbahar” Üzerine Söyleşi

19 Ekim 2024
Söyleşi: Aygül Aydoğdu

Aygül Aydoğdu: Her edebiyat ve sanat yapıtının ortaya çıkış noktasının aynı zamanda yaratıcısının içsel yolculuğu da olduğunu düşünüyorum. Gülbahar‘ın yazımı aşamasında siz nasıl bir içsel yolculuk yaşadınız? İçinizdekileri ve aklınızdakileri toparlayıp yazıya dökme sürecini öğrenmek isterim.

Mediha Ünver: Öncelikle söyleşi için çok teşekkür ediyorum Aygül Hanım.

Zor, çok sancılı, zaman zaman pes ettiğim ve aralıklı olarak dört yıl süren bir içsel yolculuktu doğrusu.  Zira romanda olay örgüsü tamamen kurmaca olsa da konu sırtını acı bir gerçeğe dayıyordu.  Küçüklüğümde şahit olduğum olaydan arta kalan ve zaman zaman hâlâ kulaklarımda çınlayan bir çığlığın izini sürdüm. O çocuğun çığlığı ancak yazarsam susacak ve o, huzura erecekti.  Olayı içselleştirmek, hissetmek ve kaleme dökmek… Kalemin ucuyla yaranın kabuğunu kaldırdığımda bana fısıldayan karakterler sanki yıllardır beni bekliyorlardı. Onlar fısıldadı ben yazdım. 

A. Aydoğdu: Kitapları olan, yazan, üreten bir yazar olarak yazma edimi ile aranızda nasıl bir ilişki var, birbirinizden beklentiniz nedir?  

M. Ünver: Tek sözcükle özetlersem alabildiğine tutkulu bir ilişki var. Aşkta olduğu gibi gönüllü teslimiyet hali.  Kolay yazabilen biri değilim ama yazmaya başlayınca dünya ile bağlantılarım kopar. Karakterlerim beni ele geçirmeye başlar, ben de seve seve bırakırım kendimi onlara. Gece, gündüz… rüyalarımda bile yazmaya devam ettiğim olur. Her bir karakterde içimdeki matruşkalardan birinin cana geldiğini, ruhumu ele geçirdiğini hissederim. Bazen ağlarken, bazen kıkır kıkır gülerken bulurum kendimi. Kör bir karakteri yazarken evde gözü kapalı gezdiğim çok olmuştur. Öykü ya da roman bittiğinde ise müthiş bir hafiflik. Vefa borcunu ödemenin mutluluğu…

Kısacası vazgeçilmesi zor eşsiz bir deneyim yazmak. 

A. Aydoğdu: Oldukça varsıl, rengi ve  ritmi olan yazınsal metinlere yön verecek, yol açacak bir diliniz olduğunu düşünüyorum. Özellikle de son derece güçlü bir sinematografik yönü olan bu dil, okuyucuyu kendi mekanından romanın çok boyutlu mekanına taşımayı başarıyor. Bugün köy ve köylü değişime uğramış, eski kimliğinden uzaklaşmış, modernitenin yaldızlı boyasıyla büyük bir istek ve hevesle sıvanmışken sizin köyü ve köylüyü aktarımınızdaki sahiciliğin kaynağını merak ediyorum.

M. Ünver: Çok teşekkür ediyorum değerli görüşleriniz için. Metnin sinematografik bir dili var ise bu sinemaya dair birçok kursa gitmiş olmamla ilgili olabilir.  Emeği geçenler sağ olsun.

Gülbahar bir köy romanı. Günümüzde köy romanı, modası geçmiş bir tür olarak değerlendiriliyor. Okurunun da çok olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Bu nedenle bir köy romanı yazmaya girişmek, onca emek vermek akıl kârı değil gibi görünüyor. Çok riskli. Oysa bugün geçmişin izdüşümüdür. Eğer bugün süregelen birçok problem çözülememiş ise bu geçmişi doğru analiz edemediğimizden, bugüne yansımalarını değerlendiremediğimizden kaynaklı. Ayrıca yazın yolculuğumda benim motivasyonum sonuç odaklı olmadı hiç.  “Beni yaz,” diyen karakterleri, olayları, yazmayı seviyorum. Sonuç odaklı düşünmemek kalemi özgür kılıyor ve metni özgünleştiriyor.

Köy kökenli olmak dünü ve bugünü daha iyi kıyaslamayı getiriyor beraberinde. Kendimi şanslı hissediyorum. Feodalizmden kapitalizme geçiş sürecindeki çarpık gelişmenin sonucu olarak içselleştirilememiş bir moderniteye kurban olduk, sizin deyiminizle “modernitenin yaldızlı boyasıyla büyük bir istek ve hevesle sıvandı” yani sahiciliğimizi yitirdik. Oysa kavgaları da sevdaları da yaman olsa da en uzlaşmaz çelişkileri, iyilikleri, kötülükleri bünyesinde barındırsa da hemen her şeyin sahiciliğiyle anımsıyorum ben köyümü. Bu sahiciliği özlüyorum. 

A. Aydoğdu: Toplumsal normların bireyler üzerindeki yıkıcı etkilerini de gözler önüne seren toplumsal eleştirisi güçlü bir roman Gülbahar. Erkek için her türlü günahtan arınmanın yolu açıkken kadının ancak ölerek arınabildiği bir toplumda Gülbahar‘ın isyana dönüşen ölümü onu arındırırken toplumu kirletmiyor mu? Toplum elbirliğiyle cinayete ortak olarak bir katile dönüşmüyor mu, ne dersiniz? 

M. Ünver: Umudun bittiği yerdir intihar. İnsanların dayanılmaz olarak gördükleri bir acı ya da olay karşısında gösterdikleri tepkidir. Kimi zaman bir imdat çığlığı, kimi zaman isyan!

Üzerinizdeki toplumsal baskı, hayal kırıklığı, açmazlar öylesine dayanılmazdır ki… Kişinin yaşadığı mutsuzluk ölümü aratır. Gülbahar romanı özelinde toplumsal cinayet olarak değerlendirilebilir. 

A. Aydoğdu: Gülbahar; sık sık bellek yitimine uğrayan, dikkati çabuk dağılan, yüzleşmeye gönülsüz; gizlemeye, üstünü örtmeye meyilli, iki yüzlü bir topluma edebiyat yoluyla anımsatmanın, vurgulamanın, ses duyurmanın romanı diyebilir miyiz?

M. Ünver: Kesinlikle öyle. Gülbahar, yasak aşk ekseninde ilerleyen bir roman gibi görünse de alt katmanda bir sistem eleştirisidir aslında.

A. Aydoğdu: Basamakların gıcırtısının bile “ayrılık, gurbet, hasret, ölüm, töre, çaresizlik” diye çığlık attığı bir coğrafyada tüm bu sözü edilenler kadını çok daha fazla vururken kadının kendini var edebilmesi, bir kimlik oluşturabilmesi, bir çıkış yolu bulabilmesi çok zor görünüyor. Bununla birlikte Gülbahar’ın kardeşi Fadik gizli gizli ders çalışıyor, bir diplomaya sahip olmak için çabalıyor. Bunu yazarın kadına bir çıkış yolu önerisi olarak algılayabilir miyiz?

M. Ünver: Her yönetim biçiminde haksızlığa uğrayanlar olur. Önemli olan durum değiştirme kabiliyeti geliştirmek, çözüm yolları aramak ve mücadele etmektir. Kadın ya da erkek her kaybediş direnme gücünü göstermemekte başlar. Evet, Fadik karakterinin misyonu kadına çıkış yolu önerisidir.

A. Aydoğdu: Gülbahar’ın yiğitçe sahip çıktığı yasak aşkı ve cesur cinselliğini böyle gelmiş böyle gider düzene apaçık bir tehdit, ulu orta bir başkaldırı olarak okumak mümkün. Bu durumda kadının bir toplumu değiştirip dönüştürebilme gücü konusunda neler söylemek istersiniz?

M. Ünver: Biz kadınlar ne yazık ki gücümüzün farkında değiliz.  Öğrenilmiş çaresizliklerimiz, güçlü bir erkeğin gölgesine sığınmak gibi zaaflarımız, altında ezildiğimiz yüklerimiz… Mücadele gücümüzü törpülüyor. Hak verilmez alınır, hak bağışlanmaz, kadına tanınan pozitif ayrıcalıkta bile bir üstencilik, bir kibir vardır. Kadın hakkı olanı emek vererek, dişiyle tırnağıyla kazıyarak almalıdır. Kimsenin ona bir şeyler bağışlamasına  da ihtiyacı yoktur. 

A. Aydoğdu: Sizi “gönlü budanmış”, itelenmiş, görülmemiş, duyulmamış, ölümü isyana çevirmiş kadınların yanında tutan nedir?

M. Ünver: Yalnızca kadınların değil, ideolojim gereği meselelere sınıfsal açıdan yaklaştığımdan ezilenden yanayım. Karakterlerimde hemcinslerimin daha fazla olması onları daha iyi tanıdığımdandır.

A. Aydoğdu: Doğanın ve nesnelerin kişileştirilerek romanın karakter şemasına dahil edilmesinin okurda bir bütünlük duygusu yarattığını düşünüyorum. Bu bütünlük yaratma durumu insanoğlunun öncelikle doğadan kopmasından kaynaklı türlü travmalarla parçalanmış benliğini onarmaya yönelik bir çaba gibi geldi bana, ne dersiniz? 

M. Ünver: İnsanoğlu doğanın yani bütünün bir parçası.  Bu bütünsel yaklaşımla insan ve nesne arasındaki ilişkiyi önemsiyorum. Bilinçli ya da bilinçsiz onlarla iletişim halindeyiz. Bu nedenle metinlerimde doğa ve bizi çevreleyen her şey bir karakter olarak kendini belirgin bir şekilde gösterir. Benliği onarmaktan ziyade bunun metinlerde olmazsa olmaz bir gereklilik olduğunu düşünüyorum.

A. Aydoğdu: Siz ne dersiniz bilmiyorum ama kitabın şiirsel dilinde yer yer Nazım Hikmet şiirinin ritmini duyumsadım. Bu benim algımdan mı kaynaklanıyor yoksa böyle bir etki söz konusu mu?

M. Ünver: Nazım Hikmet hayranlık duyduğum bir şair. Bilinçli olarak böyle bir ritim tutturmaya çalışmadım ama sizde böyle bir algı yarattıysa ne mutlu bana…

A. Aydoğdu: Sorularımı yanıtladığınız için teşekkür ederim. Okuyanınız, duyurmak istediğinizi duyanınız, göstermek istediğinizi göreniniz çok olsun.

M. Ünver: Ne güzel bir dilek, sağ olun. Ufuk açıcı sorularınız ve ayırdığınız zaman için ben teşekkür ediyorum.

Sevgiyle…