21 Şubat 2025
SİBEL UNUR ÖZDEMİR
BİZİM ÇAĞ SORUYOR:
Yaşadığı kent/kasaba insanın yazarlığını/yaratıcılığını nasıl etkiler?
.

“Yemek yediğimiz restoranların, kahve içtiğimiz pastanelerin, bindiğimiz toplu taşıma araçlarının, çıktığımız seyahatlerin, gördüğümüz yeni yerlerin… kalemimize etkisi vardır.”
Kim anlatabilir ki yaşadığı coğrafyayı kendisinden başka? Anlatıcı, doyduğu toprakları avucunun içi gibi bilmez mi? İnsan; bildiği şehri, şehirde yaşayan mekanları, mekânları güzelleştiren insanları en iyi şekilde anlatır, derim her zaman.
Sadece kentlerin, kasabaların, köylerin değil ömrümüzü tükettiğimiz beldelerin hatta yemek yediğimiz restoranların, kahve içtiğimiz pastanelerin, bindiğimiz toplu taşıma araçlarının, çıktığımız seyahatlerin, gördüğümüz yeni yerlerin… kalemimize etkisi vardır.
Ankara’da doğdum büyüdüm ben. Doğal olarak ilk önce Ankara’nın sevimli bir ilçesi olan Yenimahalle’yi “Soldan Sağa On Bir Harf” adını verdiğim öykümle anlatmıştım ilk kitabım Belki İstanbul’dayım‘da. Aynı kitabımda başka yerleri de anlatmıştım. Yaşamak, gezmek görmek, bir süre orada yaşamak, tanık olunan olaylar, duyulan dinlenilen yaşanmışlıklar, tabiat olayları, doğal güzellikler ilham kaynağı olarak karşımıza çıkabilir. “Sen, Sen Adalı Kız, Ah!” isimli öykümü okuyan bir okurum, okurken anlattığım yerlerde dolaştığını, kahramanların gezip dolaştığı yerlerin gözlerinde canlandığını ve bundan mutluluk duyduğunu dile getirmişti.
Yazdıklarımı bir kenara bırakıp okuduğum kitapları düşünüyorum coğrafyası ile bütünleşen.
Çukurova da uzun yıllar yaşayan, fabrikalarda çalışan, ırgatlık yapan, ağaları, patronları yakından tanıyan, bereketli toprakların baharının harika, göğünün mavi, toprağının kırmızı, tarlalarının göz alabildiğince yeşil olduğunu kim anlatabilirdi Orhan Kemal kadar canlı kanlı? Bir umutla ekmek parası kazanabilmek için gurbete gelen marabaların sırtlarında kınnapla bağlı yegâne eşyalarının yarısının yorgan diğer yarısının ise yatak olduğunu. Kızgın güneşin altında yandıklarını, sulu kozada çalışırken hastalandıklarını, pislikten tozdan kaşındıklarını, bitlendiklerini, sıtmaya yakalandıklarını, hendeklerde yaşananları kim bilir o coğrafyanın insanı kadar?
Yaşar Kemal, Çukurova’nın kıracını, yaylasını, dağını, ovasını, insanını, insanının tabiatını, umudunu, beklentisini, korkusunu, destanını anlatır bize. Kadirli’yi, Ceyhan’ı, Anavarza’yı, Aladağları, Toros köylüklerini, kasabalarını… Çok da güzel anlatır. Halkının cahilliklerinden kaynaklanan hurafelere inanışlarını, dedikoduların ağızdan ağıza yayılışını, söylediklerine sonunda kendilerinin de inanmasını, kanın yerde kalmaması gerektiği usul usul küçücük bir çocuğun aklına sokulurken baskıya dayanamayıp annesini öldürmesine tanıklık eden okur yok mudur “Yılanı Öldürseler” isimli kitabında?
Ya Bodrum’un Antik Çağ’daki adı ile anılan Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir? Bodrum ve civarını, oradaki hayatı, tabiatı, denizi, denizcileri, sünger avcılarını, balıkçıları, kuşları, balıkları anlatmadı mı hikayelerinde?
Burgaz Ada’yı çok seven ve orada yaşayan Sait Faik geliyor aklıma. Oturmuş denize nazır bir kahvehaneye, yudumlarken çayını masa başında oturup konuşan belki pişpirik oynayan insanları gözlemliyor. Çekip alıyor içlerinden birini ve öyküsünü yazmaya başlıyor. Belki kahvehanenin sahibini belki de kıyıya yanaşan motorun içindeki balıkçıyı anlatacak bize. İnsanı anlatacak, yaşadığı coğrafya ile bütünleşen insanı belki de o suların balığını, dülger balığını.
Canan Tan’ın Yüreğim Seni Çok Sevdi isimli romanını okuduğumda Bursa’yı, Trilye’yi, Çamlı Kahve’yi çok merak etmiştim mesela ve gidip gördüm. Çamlı Kahve’de oturdum, çayımı yudumladım. Çok güzel bir manzarası vardı. İşte edebiyatın böyle de bir gücü var. Gidip görmediğiniz yerleri size tanıtıyor, öğretiyor ve görme arzusu uyandırıyor.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları ismini verdiği kitabının 39. sayfasında “…. hikayelerin konularını İstanbul şehrinin dar ve kozmopolit çevresine inhisar ettirmeyip bütün memleket hayatından almakta idik. Evet, Refik Halit ki halis bir İstanbul çocuğudur- ilk yayınlanan hikayesinde bize bir köylü kızının örneğini vermişti ve bunu, günün birinde Memleket Hikayeleri adı altında topladığı Anadolu kasabalarının canlı ve realist tabloları takip edecekti. Ben ise İstanbul’a ilk defa on yedi yaşında ayak basmış bir genç olmam itibariyle ancak Anadolu’dan bahsedebilirdim. Nitekim, hikayeciliğe birinci ve ikinci adımımı teşkil eden Baskın ve Bir Kadın Meselesi eserlerimin konusunu hep Manisa’da görüp işittiğim olaylardan almışımdır,” demekle pek çok şeyi anlatmaktadır.
Başkentte yaşayan biri olarak şanslı olabilirim çünkü hemen her yerde edebiyat ile ilgili bir etkinlik var ancak hepsine katılabilmek mümkün değil. Bu etkinliklerin bazen günleri bazen saatleri çakışabildiği gibi kimi gün de siz müsait olamayabiliyorsunuz. Edebiyat ortam gerektirir. Edebi sohbetler sizi şevke getirir, kamçılar, konuşmaların içinde geçen bir söz, bir cümle size kocaman bir kitap yazdırabilir. Fakat ne yazık ki günümüzde gruplaşmalar olduğunu üzülerek görüyorum. Üzüldüğüm bir başka şey ise bu tür organizasyonlarda hep aynı kişilerin olması. Okuma grupları, kapalı gruplar, onlar, bunlar… Gün gelir belki daha verimli edebiyat günlerini hep beraber yaşar, edebiyatın edeb’ten geldiğini unutmayız.
.