21 Mart 2024
Gürhan Uçkan
Önceleri hiç değilse eldiven takmaya özen gösterirdi Sven. Şimdi artık aldırmıyordu. Perondaki çöp kutusuna elini soktu, biraz karıştırdı. Islak ve yapış yapış bir şeylere eli değdi. Diplerde yuvarlak bir konserve kutusu buldu. Çıkarıp baktı. Yeni moda olan enerji içeceğiydi. Sinirlenip geri fırlattı kutunun içine. Depozitosu yoktu.
Perondaki saate baktı. Ooo, öğlen olmuştu bile. Çıkışta Konsum’a gidip topladığı kutuları otomata atmalıydı artık. Sonra aletten çıkacak fişi iç cebindeki zarfa, diğerlerinin yanına koyacaktı. Şimdi alacak tutarıyla alışveriş yapmaya vakti yoktu. Çıkışa doğru adımlarını sıklaştırdı. Kurtuluş Ordusu’nun açık mutfağında bugün bezelyeli çorba ve ince gözleme vardı. Bitmeden yetişmeliydi.
Yürürken hafif topallıyordu. Bir süre önce tıkabasa dolu bir çöp bidonu sol ayağına düşmüştü. Günlerce hiç yürüyememişti. Şimdi ise küçük parmağı acıyordu, ayağın gerisi düzelmişti.
Başında artık yaz kış giydiği bir bere vardı. Bir zamanlar üzerinde Djurgarden takımının renkleri vardı: mavi, sarı ve kırmızı. Şimdi hiçbiri seçilmiyordu. Takımın adının kısaltılmışı az çok okunabiliyordu: D I F. Sırtındaki montu, az gelişmiş ülkelere yardım için giysi toplayan bir kuruluşun sokaktaki dev kumbarasından sopayla çıkarmıştı. Fena değildi. Belki bir Somalili açıkta kalacaktı ama zaten o ülkelerde pek çok kış yoktu hani. Pantalonu lime lime dökülen bir blucindi. O kumbaradan, ötekilerden de bir türlü kendine uyan bir pantalon bulamamıştı. Kurtuluş Ordusu’ndakiler bir ara ona uygun bir pantalon bulacaklarını söylemişlerdi.
Konsum’un önü her zamanki gibi ellerinde boş filelerle girenler, yiyecek torbalarıyla çıkanlarla doluydu. Elindeki plastik torba, içeriden çıkmakta olan yaşlı bir kadının içi pırasa dolu torbasına çarptı. Sven’in torbasındaki boş teneke kutularının sesi duyuldu. Yaşlı kadın “Uşşş…” diyerek duyduğu tiksintiyi dile getirdi.
“Allah kahretsin!” dedi kutu otomatının üzerinde “Bozuk” levhasını görünce. Başka bakkala gidecek zamanı yoktu. Zorunlu olarak torbasını da yanında taşıyacaktı. Orada bir köşeye bıraksa kendisi gibi bir başkası yürütebilirdi. Kuyruğa girdiğinde elinde tutsa yiyecek tabaklarını koyacağı tepsiyi taşımakta zorlanacaktı. Yeniden dışarı çıktı. Klara Kilisesi’nin çanı yarımı çaldı. Adımlarını, kilisenin arkasındaki koyu renkli binaya doğru hızlandırdı. Sol ayağının küçük parmağı acıyordu. Miyadı çoktan dolmuş spor ayakkabılarını terlik gibi giyiyordu. İlkbahar yağmurlarının biriktirdiği sular, paramparça çoraplarını taş bezine çevirmişti.
Bir süre öncesine kadar en çok eski iş arkadaşlarıyla karşılaşmaktan korkardı. Üstü başı daha iyi dolaşırken onlara yalan atardı. Zamanla her rastladığında başka bir iş söylediği anlaşılınca vazgeçmişti. Zaten artık görünüşü ele veriyordu nasıl yaşadığını. Metroda bilet satmıştı yıllarca. O yüzden arkadaşlarına her yerde rastlayabiliyordu. Zamanla sorularından bunalmış, anlamaz yüzle bakarak karşılık vermeye başlamıştı. Şimdi adının “karısı terk ettikten sonra fıttırmışa” çıktığını biliyordu. Aldırmıyordu hiç. Çok şeye aldırmamayı öğrenmişti zamanla. İşyerinde personel azaltılması başlayınca sıranın kendisine bu kadar çabuk geleceğini sanmamıştı. Doğrudan doğruya işten atamadıkları için onu en sapa duraklara, en ters saatlerde göndermeye başlamışlardı. Biraz daha dişini sıksa, çıkış tazminatı alarak işinden ayrılabilirdi. Verilen görevi yapmayarak işverenin ekmeğine yağ sürmüştü ve kısa bir süre sonra kendini kapının önünde bulmuştu. Gerçekte eşinden epey önce ayrılmıştı ama bunu ancak işten çıkarılınca söylemişti arkadaşlarına. İşsizlik sigortası yoktu çünkü sendikaya girmemişti. Sosyal yardım için bir kez başvurmuş, kendi yarı yaşındaki kızın sorularını çok küçültücü bulduğu için oraya bir daha adımını atmamıştı. Şimdi böyle depozitosu olan kutuları ve şişeleri toplayarak, zaman zaman da reklam dağıtarak yaşamaya çalışıyordu.
Mutfağın önünde kuyruk vardı. Kendi gibi bir dolu insan duruyordu. Aralarında giyimine özen gösteren emekli adamlar da vardı. Bir tanıdık görür kaygısıyla yakalarını kaldırmışlar, metrolarda ücretsiz dağıtılan gazeteyi burunlarına dayamışlardı. Sven, kuyruğun en arkasına sokuldu. Elindeki torba ona sıkıntı veriyordu. Hemen arkasına sidik ve alkol kokan, kendi kendine konuşan biri geldi dikildi. Adamın soluğunu ensesinde hissediyordu. Önündekine daha fazla sokulamazdı, adama biraz daha geri durmasını söylemeye de cesaret edemedi. Midesi fena halde kazındığı için çekip gidemiyordu da. Başını sokabildiği bir damı olsaydı iki kaşık çorba, bir gözleme için bu kuyruğu çekmezdi. Yalnız kalınca bir arkadaşıyla evini paylaşmaya başlamıştı. Aynı zamanda iki yalnız kişi olarak içkiyi de paylaşır olmuşlardı. İşsiz kalınca bu masraf giderek daha dokunur hale gelmişti. Bir sabah arkadaşı evden çıkmış, bir daha dönmemişti. Yetişkin adamı gidip polise de soramazdı. Ne var ki kirayı yalnız ödeyemiyordu. İki ay geriden gelince ev sahibi mahkeme kararıyla onu sokağa atmıştı. Bir süre evsizlerin kalabildiği, sıcak su bulabildiği nadir evlerden birinde kalmıştı. Sonra her gece kavga çıkmasından ürkmüş, her gece başka bir yerde sabahlamaya başlamıştı. Bazı apartmanların kapı kodlarını öğrenmişti. Gece geç vakit girip merdiven altına serdiği gazetelerin üzerinde uyuyordu. Bazen de apartmanların bodrum katındaki eşya saklama yerlerinde. Öylesi daha iyiydi çünkü birçok kişi, gerek olmayan şilteyi, yatağı mahzendeki deposunda saklardı. Zaman zaman yakalanır, kapının önüne konurdu. Arada bir de metro istasyonunda kapanıştan sonra saklanmayı başarır, güven içinde ve sımsıcak uyurdu. Günleri de işte böyle geçiyordu. Sabah akşam dolaşarak, bazen bir ekmekle bir şişe şarap parası çıkartarak bazen de aç kalarak.
Sıra Sven’e geldiğinde arkasındaki neredeyse sırtına çıkıyordu. Aşçı kadın, arkadakini payladı:
— İtiştirme Berra, sana da yemek var. Bekle sıranı.
— Kapa çeneni cadaloz karı!
Sven tepsisini uzatırken kolundaki torba tezgâha çarptı. Kadın, eliyle karşı köşeyi gösterip torbasını oraya bırakmasını söyledi. Sven gidip duvardaki çiviye torbasını astı. Kuyruktakilerden özür dileyerek yerine geldiğinde tepsisini Berra’nın almış olduğunu gördü. Aldırmadı, onun tepsisini aldı.
Yer bulabildiği masa, torbasından epey uzaktaydı. Gözünü torbaya dikerek çorbasını hızlıca içti, küçücük ekmeğini çorbasına bandırdı. Tabağa ortadan katlanmış iki ince gözleme konulmuş, yanına mavi çayüzümü reçelinden bir kaşık eklenmişti. Tam ikinci gözlemeyi yerken arkasında bir itişme oldu. Çok sarhoş bir kadın, yardımla getirildiği masada otururken sandalyesinden düşmüştü. Sven yerinden kalktı, sandalyesini geri çekerek kadının kaldırılmasına yardımcı oldu. Aşçı kadın koşup gelmişti bile. “Maria, yine mi bu hal?” dedi “Gel, içeride uzan biraz.”
Ağlayan kadının koluna girdi, mutfağın arka kapısına doğru yürümeye başladılar. Sürekli gelenleri tanırlardı, uyuşturucu kullanma dışında sorunlu kişilere pek karışmazlardı. Bir de sağa sola sataşanları, uyarıdan sonra bir daha içeri sokmazlardı.
Sven yerine oturdu ve son lokmasını ağzına attı. Hemen kalkıp tepsiyi bulaşıkların taşındığı vagona götürdü. Karşı duvara baktığında torbasının yerinde olmadığını gördü. Tepsiyi vagona koydu, doğru o yana seyirtti. Aynı anda Berra’nın hızlı adımlarla kapıda seyirttiğinin farkına vardı. Torbası onun elindeydi. “Hey, oradaki, dur bakalım!” diye bağırdı. Berra kapıdan çıkıp kayboldu.
Sven, adamın arkasından dışarı fırladı. Berra’nın Klara Kilisesi’nin kalın parmaklı kapısından içeriye doğru koştuğunu gördü. O da koşmaya başladı. Ayakkabısının teki fırladı, karşıdaki su birikintisinin içine düştü. Dişlerinin arasından söverek ayakkabıyı aldı. Mesafe daha açılmasın diye ayakkabısını ayağına geçirmeden topallayarak koşmayı sürdürdü.
Berra bahçeyi boydan boya geçtikten sonra yine sokağa çıkmıştı. Sven’in seslendiğini duyduğu belliydi. Sokağın köşesine gelince sırtını bahçe duvarına dayayıp biraz duraladı. Sven onun pişman olduğunu ve torbayı bırakıp soluk almaya karar verdiğini sandı. Yavaşladı ve arkadan yaklaşmayı sürdürdü. “Benim torbamı aldın yanlışlıkla.” dedi elini adamın omzuna dokundururken.
Berra hışımla döndü. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Elini Sven’e doğru uzattı. Torba olanını değil, ötekini.
Sven bir an için parlayan bıçağı çok geç gördü.
Kilisenin çanı saat bir buçuğu çalmaya başladı.
.
——————
Kaynak: Pencere Düşün Sanat Edebiyat Seçkisi, Mart-Nisan 1999, s. 3.