29 Eylül 2024
BİZİM ÇAĞ SORUYOR:
Çocukluk yıllarınızda kitaplarla ilişkiniz nasıldı? O günden bugüne neler değişti?
Kitabın geleceğine ilişkin neler söyleyebilirsiniz?
Sanata hak ettiği değeri vermeyen toplumların ilerlemesi mümkün değildir.
Bu yazıyı okuyanlar sanırım bana hak verecektir. Hangimiz izlediğimiz bir tiyatro, dizi ya da filmin, okuduğumuz öykü, roman ya da şiirin etkisinde kalıp hayatımıza dair farklı kararlar vererek bambaşka insanlar olmanın ilk adımlarını atmadık ki?
Ben de onlardan biriydim. Doksanlı yılların varoşunda, Gebze’de ve Gebze’nin en çok göç alan gecekondu mahallesinde yaşıyor, ellerimizde cetvellerin patladığı, sırtımızda sopaların kırıldığı, kavganın ve akran zorbalığının eksik olmadığı bir okulda okuyordum.
O yıllarda okullar, 12 Eylül darbesinin katılığına bürünmüştü sanki. “Dayak cennetten çıktı!’, ‘’Öğretmenin vurduğu yerde gül biter!” sözlerinin havada uçuştuğu, öğretmenden dayak yediğini söylediğin babanın da “Kesin yapmışsındır bir şey!’’ diyerek üstüne yürüdüğü hoyrat zamanlarda elinde gitarı ile bambaşka bir öğretmen girmişti hayatımıza.
Daha önce hiç canlı dinlemediğimiz gitarını siyah kılıfından çıkarıyor, dersimiz müzik olmamasına rağmen bize şarkılar söylüyor, söylettiriyordu. Çok gençti. İdealistti. Öğrencileriyle arkadaş gibiydi. Eğitimde şiddete karşı çıkıyor, hatalarımıza anlayışla yaklaşıp bizleri iyiye, doğruya yönlendiriyordu. Doksanlı yıllarda çokça karşılaştığımız dayakçı, ilgisiz öğretmen profilinin aksine bir yaklaşım sergiliyor ve bu haliyle kalbimizin en yüksek yerine taht kuruyordu.
Yıl sonu gelip çatmış, bu çok sevdiğim öğretmenimiz yaz tatilinde okumamız için tahtaya bazı kitap isimleri yazmıştı. Amin Maalouf’un Doğunun Limanları kitabı da onlardan biriydi. Kitap ismi ile ilgimi çekmiş, içeriği ile hayatımı altüst etmişti.
Okuma alışkanlığı edinmeye başladığım lise yıllarında ise Gebze tren istasyonu köprüsünün üstünde, siyah çarşaf üzerine gelişi güzel atılan korsan kitaplardan birine elim uzanmış, Nihat Behram’ın Darağacında Üç Fidan kitabını almıştım. Artvin dağlarında, Gürcistan’a sınır yaylalarda gözlerim nemli bir şekilde okuduğum bu kitap beni kahretmekle kalmamış, ülkemiz gençlerine yapılan haksızlığın hesabını sormak isteyişim beni büyülü, duygu ve merak dolu bir mücadelenin içine atmıştı.
Üniversite yıllarında hayatıma şiir girdi. Şiir; koca koca kitaplarda anlatılmak isteneni, birkaç mısrada anlatabilecek güzellikte ve güçteydi ve bu görkemli haliyle beni büyülemişti. Ahmet Arif, Nâzım Hikmet ve Ahmet Telli’nin tozlu, dağınık bir kitaplıkta bulup okuduğum şiirleri, yanıp tutuşturmuştu hislerimi.
Kitaplar okudukça heybem ağırlaşıyor, hislerim artık okumakla yetinmeyip yazmamı istiyordu. Acemi ve aceleci şiirler ilk böyle dökülmeye başladı kalemimden. Şiir ile kurduğum bağ beni her geçen gün içine çekiyordu. Dünyayı değiştirmek için yola çıkan kalemi toy bir gencin, yürüdüğü yolda yaşadığı duyguları şiirsel bir dille anlatma çabası olarak görüyordum yazdıklarımı.
Daha o yıllarda fark ettim ki kültür, sanat ve edebiyat; bireysel ve toplumsal değişim ve dönüşümlerin en güçlü araçlarından biriydi. Kültüre, sanata ve edebiyata hak ettiği değeri ve önemi vermeyen toplumların ilerlemesi mümkün değildi.
Yeni bir insan, yeni bir toplum yaratma umudunu taşıyıp bunun mücadelesini veren bizler, ilk değişime belki de kendimizden başlamalı, hayatımızı kültür ve sanatla yoğurup toplumla ilişkilerimizi böylece kurmalıyız.