12 Nisan 2024
ENGİN AKDENİZ

“Sevdâ, sevdâ kanadını takmış olanlara değer. Hepsine değil. Uçmasını becerebilenlere. Uçabildiklerince değecektir. Nefestir o. Candır. Tendir. Havadır. Ateştir. Sudur. Topraktır.”
Kış, geldi çattı. Evde olmak ayrıcalık kazandı. En azından benim için. Pencerenin önündeki koltuğuma kurulup battaniyemi de bacaklarımın üstüne çektim mi benden mutlusu yok.
Odanın sıcaklığı asla battaniyeyi üzerinize çekmenizi engelleyecek kadar yüksek olmamalı. Ayaklarınızda da mutlaka pofuduk pofuduk terlikleriniz bulunmalı. Pofuduk terlikler ve battaniye önemli. Bir de kediniz varsa… Benim yok. Bu sorunu da kendime düşsel bir kedi yaratarak çözdüm. Düşsel kedi arkadaş… Orta okul yıllarımda düşsel bir sevgilim vardı. Onun çevresinde kurduğum düşlere bayılırdım. Gerçek hiçbir sevgilimle yaşayamadığım düşler…
Düşselin karşıtı gerçek midir? Gerçek sevgilim… Elimle dokunabildiğim midir gerçek olan? Elimle dokunabildim ama benim gerçek bir sevgilim olmadı. Gerçek sevgili…
Ben kediden söz etmiyor muydum? Sevgili de nereden çıktı?
Sevgiliyi bırak! Kediler iyidir.
Bir kediyi sahiplenmek zor değil elbette. Ancak ben böyle bir sorumluluğu tek başıma üstlenmek istemiyorum. Anahtar sözcük bu: tek başına. O nedenle kendime kırmızı tüylerinin üzerinde yer yer siyah benekleri olan bir kedi yarattım. Adını da Luna koydum. Ay sarıdır. Kırmızı, siyah ve sarı, bence birbirlerine en çok yakışan renklerdir. Bu üç renk, yaşamın özeti de değil midir zaten? Sanırım adını üç ayrı renkten alan, birbirini izleyen üç film vardı. İzleyeli çok uzun zaman geçti. Belki o yönetmen de yaşamın anlamını kendi üç rengine yüklemişti. Yaşama anlam bulabiliyorsak işimiz kolay.
Benim koltuğa kurulduğumu görür görmez Luna da gelip yerleşir ayak ucuma. Göğsüme gelip yatmak için fırsat kolladığını bilirim. Buna itirazım yok. Onu okşamayı ben de seviyorum. Mırlamaya başlayınca ben de mutlu oluyorum. Kış gelip çatınca birlikte kedi gibi yaşamaya başlıyoruz. Kediler evden uzaklaşmayı sevmez. Ben de evden çıkmam gerekmesin istiyorum. İçme suyum bitiyor. Çaya sıkacağım limonum kalmıyor. Markete gitmek şart oluyor. En yakın markete gidip alıyorum ne gerekiyorsa sonra hemen dönüyorum eve. Luna da benim gibi. Evden uzaklaşmak istemiyor. Ben Luna’ya benziyorum, Luna bana; birbirimize karışıp gidiyoruz.
Kimi zaman bacaklarımın üzerinden karnıma, göğsüme kadar çektiğim battaniyem beni ne büyülü dünyalara götürüyor. Kendimi, hayır, uykunun değil, düşlerin kollarına bırakıyorum! Yanıtlamam gereken tek soru: Bugün hangi kitaba, hangi filme dalsam…
Koltuğumun karşısındaki duvara dayalı küçük kitaplığımın alttan dördüncü, üstten ikinci rafında BİR SEVDÂ YORUMU KİTABI sırtını yasladığı kitapların önünde sanki kırgın gözlerle bakıyor bana. Kırgınlığı da nereden çıkarıyorum? Ona kitaplığımda özel bir yer açmışım. Onu kapağını her zaman görebileceğim biçimde yerleştirmişim oraya.
Kucağımda uyukluyor sandığım Luna da kafasını kaldırıp kitaba bakıyor. “Haklı.” diyor. Ne haklısı? “En son ne zaman aldın o kitabı eline?”
Bu sorunun yanıtı yok bende. Luna, kucağımdan aşağı atlarsa ben de kalkıp kitabı alabilirim ancak o, buna hiç aldırmıyor. Bacaklarımın üzerinden yana doğru kaydırdığım battaniyenin üzerinde kalmayı yeğliyor.
Kitabı ona göre unutulduğu bana göre her an gözümün önünde bulunduğu yerden alıp yeniden yerleşiyorum koltuğuma. Kitabın ilk sayfasına düştüğüm notta “Eylül 2001, İstanbul” yazıyor. 72 sayfalık bu küçük kitabı okur okumaz pek çok arkadaşıma armağan etmiştim! Herkes okumalıydı onu! Altını çizdiğim pek çok cümle, sayfa kenarlarına düştüğüm notlar… “Sevdâ, sevdâ kanadını takmış olanlara değer. Hepsine değil. Uçmasını becerebilenlere. Uçabildiklerince değecektir. Nefestir o. Candır. Tendir. Havadır. Ateştir. Sudur. Topraktır.” (s. 1) Sevdâ kanadını taktığım, uçmayı becerebildiğime inandığım günler…Hoca ile Gülden’in söyleşisine ben de katılmışım. Gülden, “Hastalıklı olmayan sevdâ yoktur Hoca!” (s. 23) demiş, desteklemişim Gülden’i: “Akıl işi değil sevdâ!” Birden uzak bir anı daha yaklaşıyor yanıma. Ahmet İnam’ın bir seminerine katıldığım bir akşam… Kırmızı şarap dolu kadehlerimizi kaldırıyoruz havaya. Bir de ut sesi yankılanıyor kulaklarımızda!
Luna, göz gezdirdiğim sayfalardan birine patisini koyuyor. “Herkesin sevdâdan başka bir işi var.” (s. 55) diyor. Ahmet İnam, Luna’nın başını okşuyor: “Toprak aşındı, su kirlendi, hava delindi çünkü bugünlere sevdâ unutularak gelindi.” (s. 28)
Tamam, sevdâdan söz açalım bugün. BİR SEVDÂ YORUMU KİTABI diyelim. Aradan geçen bunca yıldan sonra aynı satırların mı altını çizeceğim, yeni notlar mı düşeceğim sayfaların kenarlarına? Ben, aynı ben miyim? Kitap, aynı kitap mı? Belki ikimiz de değiştik. Belki de kitaplar her çağda farklı şeyler söylüyordur okurlarına. Okurlar, kitapları ilk okuduklarında bulduklarını; yıllar sonrasında bulamıyordur.
Sevdânın rengi kırmızı mı? Kitabın adı, kapağında kırmızı harflerle yazılmış. Kırmızı büyük harflerle… Büyük…
Haydi Lunacığım, sen bana sütlü bir kahve hazırlayıver. Ben de pencereyi aralayıp gökyüzünü çağırayım içeriye. O gri gri girmeye kalkacak ama ziyanı yok. Dalgacı Mahmut’tan yardım isteriz, maviye boyar onu. Değil mi ki “Bu dünyanın içindeki kırk ayrı dünyada yaşamalı!” (s. 70)
.