Hatice Günday Şahman’la “Kırmızı Etek” Üzerine Söyleşi

27 Ekim 2025
Söyleşi: Münire Çalışkan Tuğ

Ankara doğumlu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik mezunu Hatice Günday Şahman’ın ilk öykü kitabı Kırmızı Etek 2017’de Ayizi Yayınları’ndan çıktı. İkinci öykü kitabı Yarım Kalmasın 2024’te H2O Yayıncılık etiketi ile okurla buluştu. Yazarın İmge Yayınevi’nden ikinci baskısı çıkan kitabı Kırmızı Etek üzerine söyleştik.

“İnsanlığın bin yıllardır susturulmuş yarısının, yani kadınların sesi olan kadın yazarlara kulak vermek gerekir. Edebiyatımızın yeni yeni ve önemli kalemlerinden Hatice Günday Şahman, feodalizm ile neoliberalizm arasında çalkalanan ülkemizde, her sınıftan, her konumdan kadının beynine nüfuz ederek onların duygusal yalnızlıklarını dile getiriyor; içine yuvarlandıkları çıkmazları ve hemdert olmanın doğal etkisiyle birbirlerine duydukları şefkati içe işleyen öykülere döküyor.” 
(Kırmızı Etek Arka Kapak Yazısı, Erendiz Atasü)

  “Edebiyat olan her yerde umut vardır.
A. Camus

Münire Çalışkan Tuğ: Perihan Tunçbilek 2017’de Kırmızı Etek üzerine yazdığı bir yazıda, özellikle toplum için tabu sayılan ve çoğu yazarın mayınlı tarla olarak gördüğü kadın cinselliği, eşcinsellik, tecavüz gibi toplumsal cinsiyet rollerini sorguladığınızı belirtiyor. Aradan geçen sekiz yıl içinde toplumsal cinsiyet rollerine bakışta bir değişim ve gelişme oldu mu ya da bu mayınlı tarlada ilerlerken neler yaşadınız, diye sorarak başlamak istiyorum söyleşimize? 

Hatice Günday Şahman: Sorunuza genel olarak toplumun mevcut yaklaşımı ile cevap vermek gerekirse ne yazık ki aradan geçen bu kadar yıla rağmen, hem açık hem de örtük düzeylerde ataerkil dayatmalar, toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ve eşitsizlikler, kadına yönelik fiziksel ve psikolojik şiddet, kadın cinayetleri, taciz ve tecavüzlerin hâlâ ve maalesef bazı kesimlerde daha da yoğunlaşarak devam ettiğini söyleyebilirim. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 2025 Eylül ayında 20 kadın öldürülmüş, 22 kadın da şüpheli şekilde ölü bulunmuş. Bu sayıların ardındaki gerçeklere baktığımızda hikâyeleri yarım kalan kız kardeşlerimizin  yaşamları sanırım kurmacanın boyutlarını aşar. Ancak bu olumsuz tabloya karşın kadınların güçlü sesleri, itirazları, haklarını koruma ve yaşam alanlarını genişletme çabaları da devam ediyor. Nasıl ki kadınların egemen ataerkil anlayış tarafından kuşatılmışlığını, evlilikteki görünür ve görünmez şiddetin sorgulandığı “Ahtapot” öykümdeki karakter “örnek kadın” madalyalarını çıkarıp atmanın ötesinde “Benim öykümün sonu böyle bitmesin,” diyerek anlatıcı yazara karşı koyuyorsa gerçek yaşamda da kadınlar her türlü baskıya, ayrımcılığa, tacize, şiddete karşı duruyor.  Ve elbette ben de kalemim döndüğünce sizin söyleminizle “mayınlı tarlalarda” yaşanılanları ve karşı duruşu metinlerime taşımaya devam edeceğim. Bu yolda ilerlerken özellikle dosyanın kabulü aşamasında sorunlar yaşadım. Ama yine kadın kadının yurdu oldu ve önce Ayizi Yayınları’ndan sevgili İlknur Üstün sonrasında ise İmge Kitabevi Yayınları’ndan sevgili Şebnem Çiler Tabakçı sayesinde öykülerim okurla buluştu. Öykülerime dair “çok cesurca” ifadesinin altında yatan örtülü eleştirilerle ya da “müstehcen” olduğu yönündeki açık eleştirilerle karşılaştım başlangıçta. Ama artık bu tarz yorumlarla karşılaşmıyorum. 

Münire Çalışkan Tuğ: Ece Ayhan, 1971’de Parasız Yatılı’nın yayımlanması üzerine Fürüzan’la yaptığı bir söyleşide “Kalabalıklar karşısına çıktı Parasız Yatılı. Böyle bir yazarsın artık Füruzan. Bakalım şimdi ne yapacaksın,” diye sorar Füruzan’a.  O da, “Ne yapacağım, aralıksız çalışıyorum. Bir de havuzlarda çalışanların eline geçse diye düşünüyorum Parasız Yatılı. Yer minderleri ile çevrili odalara girse,” diyerek kitabının ulaşmasını istediği kitleyi işaret eder. Ece Ayhan ve Füruzan’dan ödünçleme yaparak size sormak isterim. Kimlere ulaşsın Kırmızı Etek, nerelerde, nasıl okunsun? Okuyanlar bu mayınlı tarlada neleri gözeterek ilerlesin?

Hatice Günday Şahman: Daha önce üzerinde düşünmemiştim kitaplarım kimlere ulaşsın diye. Herhangi bir kitle ya da cinsiyet ayrımı yapamıyorum ancak kitabı okuyanlarla daha çok bir araya gelebilmeyi, öyküler üzerine onların yorumlarını, eleştirilerini duyabilmeyi çok isterim. Öykü kişileriyle okurun duygudaşlık yaşayabilmesi, özdeşlik yakaladığı noktalardan kendi içine dönmesi, ben olsaydım ne yapardım sorusu üzerine düşünmesi benim için önemli. Gönlüm yazdığım metinlerin bir çırpıda okunup geçmesine razı olmuyor, daha uzun erimli etkiler arzuluyorum. Prizmanın farklı köşelerinden yansıyan düşünce ve duygu tayfının okurda çoğalmasından yanayım. Okuyanların mayınlara basmaktan çekinmemesini ve ön yargılarını mümkün olduğunca bir kenara koyup okumasını salık verebilirim. 

Münire Çalışkan Tuğ: Öykülerinizde her kesiminden insanın yaşamına yer vermekle birlikte yoksul ve orta kesimin daha bir ağırlıklı işlendiğini görüyoruz. Toplumun yaralı, kanayan, acıyan, acıtan yanlarına ayna tutuyor, romantize etmeden, duygu sömürüsüne kaçmadan, yüreğimizde derinden hissedebileceğimiz, aklımızla kavrayabileceğimiz olayları, durumları işliyor, okurunuzu yaşananlara tanık ediyorsunuz. Bu hissetmenin, kavrayışın ve tanıklığın okurun kendine yeni yollar açmasında önemli olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceden hareketle yazar William İndick’in yazarlara, bir metin ya da senaryo oluştururken kendinize şu soruları sorun, dediği bir alıntı ile devam etmek istiyorum: “Kahramanım niçin sıkıntısının üstesinden gelmek zorunda? Niçin bu özel rakibi yenmesi gerekiyor? Bu amacın kahramanımın kişisel kimlik duygusuyla nasıl bir ilişkisi var?” Kendisi için yazmanın yanında okur için de yola çıkmak olan yazma eyleminde bu sorular sizin için ne ifade ediyor? 

Hatice Günday Şahman: Tespitinize katılıyorum, okuma süreci okurun kendine yeni yollar açmasında, farklı bir bakış açısı geliştirmesinde bence de önemli. Ama bu benim yazma sürecimde bütünüyle okurun beklentisi nedir, ona uygun yazmam gerekir gibi bir yaklaşımı içermiyor.  Sözünü ettiğiniz soruların bende cevabı yok. Böyle bir motivasyonla yazmıyorum çünkü. Kahraman sorunu çözmek zorunda değil, yenmek zorunda değil. Öykü teması ne ise, meselem ne ise karakterleri ona göre konumlandırıyorum. Üstelik baştan bazı noktaları tasarlasam bile yazarken farklı yönlere evrilebiliyor metin, kendi gerçekliğinin içine çekiyor kalemi. 

Münire Çalışkan Tuğ: “Aynalı Kafeste Bir Muhabbet Kuşu” adlı öyküde, hasta ve yaşlı bir köylü kadın şehirde yaşayan tarih öğretmeni kızının yanına gider. Kızının evinde kalsa da alışık olmadığı bir ortamda yaşamaktan mutsuzdur, sıkılır. Nefes almak, sıkıntılarını hafifletmen için bir gün parka gider. Yanına bir adam oturur. Eve döndüğünde kapı çalar, parktaki adamdır gelen. Kadının cüzdanını parkta unuttuğunu söyler, ama niyeti farklıdır. Kadının başına vurur ve evi soyar. Kızı soyguna annesinin neden olduğunu öğrenince kadın nasıl olsa beni huzurevine gönderecek diye eşyalarını hazırlamaya başlar.  Bu hikâyenin dert edindiği konudan hareketle soruyorum. Genel anlamda sanat, özelde de edebiyat kuşaklar arası iletişimde ve toplumdaki fırsatçılara karşı konumlanmada nasıl bir işleve sahiptir?

Hatice Günday Şahman: İletişimin temeli iletilen kodların hedef tarafından doğru algılanması ve anlaşılmasıdır. Ama bireylerin yaşamla kurduğu ilişkinin, konumun, ilgi ve ihtiyaçlarının farklılığı en yakınlarımızla bile aynı dili konuşamama, anlamama, yanlış anlaşılma ve nihayetinde kuşak çatışmasına neden olduğu hepimizin malumu. Yaşamda bunu farklı boyutlarıyla hepimiz deneyimliyoruz. Ancak bu sorunları, insan ilişkilerini mercek altın alan, farklı yönleriyle somutlaştıran ya da duyumsatan edebi bir metinde okuduğumuzda, film ya da tiyatro oyununda izlediğimizde yakalanan özdeşlik daha derinden etkiliyor. Kitaptaki sözünü ettiğiniz öyküyü okuyan bir arkadaşım annesiyle benzer şekillerde çatışmalar yaşadığını ve artık annesini daha sık ziyaret edeceğini söylemişti. Toplumdaki fırsatçılara karşı konumlanmada tabiri caizse “kıssadan hisse” yakalanabilir belki ama fırsatçılarla baş etmek bizim gibi asıl işi okumak–yazmak olan insanların harcı değil. Üstelik bu fırsatçılık başka boyutlarda edebiyat dünyasında da yaşanıyor. Yaratıcılıklar farklı yönlerde kullanılıyor.

Münire Çalışkan Tuğ: “Gençlik İşte” adlı öykünüzde günümüzde de çok yaşanan bir sorunu işliyorsunuz. Erkek arkadaşının tecavüzüne uğrayan kız annesinden yardım ister, tecavüzcüyü şikâyet etmek için. Ne var ki anne toplumsal baskının içselleştirdiği korku nedeniyle harekete geçemez. Kızının acılarını dindirmeye, yaralarını sarmaya çalışsa da ileride kendilerini bekleyen daha büyük acılardan kaçamazlar. Giydiğimiz mini etekler, saçlarımızın boyalı olması, dövmelerimiz tecavüzü hak ettiğimiz anlamına mı gelir? Peki, en yakınlarımızın bile bizi suçlu bulması, yargılamasından korkmamız daha sonra yaşanacakların önüne geçer mi, diye sormadan edemiyorum kendime. Kadınlara güç verecek, karşılaşacakları zorlukları aşmada direnç oluşturacak araçlar düşündüm öyküyü okurken. Ben hep edebiyata sığınırım açmaza düştüğümde, kendime yeni bir yol bulmak istediğimde. Ne dersiniz, edebiyat yaralarımıza iyi gelir mi, bizi güçlendirir mi? Son dönemlerde kadınların sanatsal aktivitelere çokça ilgi duyduklarını, görünür olduklarını, çok iyi işler çıkardıklarını görüyoruz. Bu gelişmeyi nasıl okumalıyız? 

“Kadınların itiraz sesleri daha yüksek çıkıyor artık. Her nesil annelerinden bir adım daha önde başlıyor hayata.”

Hatice Günday Şahman: “Gençlik İşte” öyküsünde toplumun tecavüze, tecavüzcüye ve tecavüze uğrayana nasıl baktığıyla yakından ilgili. Tecavüz bireysel, toplumsal ve politik farklı yönleriyle derinlikli sorgulamalar gerektiren ağır bir konu. Fakat burada yargılanması gereken tecavüze uğrayanın giyimi, kuşamı, dövmesi, saat kaçta dışarda olduğu, konuşması, gülmesi olmamalı. Tecavüzcünün sevgili veya eş olması tecavüzü meşru kılmaz,  failin “iyi hali” göz önüne alınmaz. Tecavüze uğrayan toplumsal engelleme ve baskıları göz ardı edip cesaret gösterip hukuki yollara başvursa bile vakalarının çoğunda “gerçek” adalet yerine “erkek” adalet uygulanıyor ne yazık ki. Ama kadınlarımız buna rağmen eskiden olduğu kadar sessiz kabulleniş içerisinde değil artık. Okuma gruplarıyla yaptığımız söyleşilerde kadınların pek çoğu,  toplumun elçisi ve gardiyanlığını üstlenen öyküdeki annenin takındığı tavrı doğru bulmuyor, “Her şeye rağmen…” diye başlıyor cümleleri, “Ben olsaydım asla yapmazdım…” 

Diğer sorunuza gelecek olursam edebiyatın bu ve benzeri açmazlarda, sorunlarda bir sığınak olmanın, katarsis yaşatmanın ötesinde bir deneyim sunduğunu düşünüyorum. Yaraya merhem olmasa da yarayı sargıların, örtülerin altından çıkarıp daha görünür kılıyor. Yaratılan düşünsel zeminde farklı bakış açıları geliştirme, yaşamı, insanları, “ötekini” anlama ve anlamlandırma çabasını getiriyor. Bu bakımdan edebiyatın bizi zenginleştiren, güçlendiren, yalnız olmadığımızı duyumsatan yanını göz ardı edemeyiz. 

Kadınların sanatsal çalışmalarda yaratıcılıklarını geliştirme ve görünür kılmada, etkin ve başarılı olmaları, Virginia Woolf’a atıfta bulunarak somut ve simgesel anlamda “kendilerine ait odalarını” kurma ve koruma çabalarının yanı sıra “ekonomik özgürlük” kazanmalarıyla da bağlantılı. Eğitimde fırsat eşitliğinin yakalanmasıyla her geçen gün cam duvarların, cam tavanların aşıldığını görüyoruz, kadınların itiraz sesleri daha yüksek çıkıyor artık. Her nesil annelerinden bir adım daha önde başlıyor hayata. Bu arada farklı platformlardaki kadın dayanışmasını güçlendiren sivil toplum kuruluşlarının işlevsel rol oynadığını, kadın dayanışmasının da önemli olduğunu düşünüyorum. 

Münire Çalışkan Tuğ: İçerik bağlamında değerlendirdiğimizde bazı öykülerde, ülkemizin politik ve toplumsal gerçeklerine yaslanan bireysel travmalarla toplumsal travmaların, gerçek ile kurmacanın iç içe geçtiğini görüyoruz. Bıçak sırtı diye niteleyebileceğimiz politika ve edebiyat arasındaki bu hattı örerken neleri önceliyorsunuz?  

Hatice Günday Şahman: Öncelediğim nokta politik eylemin/durumun kendisinden ziyade bireydeki etkilerini, izlerini görünür kılmak. Bireysel ile kamusal olan, politik olan arasındaki bağlantıyı doğru yerden örtüştürmek.  İdeolojik koşullanmadan azade kılarak insanda yarattığı ize bakmak önemli bence. Siyasi suçlu olarak cezaevinde yatan, sonrasında politik göçmen olarak yurt dışında yaşamak zorunda kalan bir anne ile kız çocuğu arasındaki ilişkiyi/çatışmayı yansıtmaya çalıştığım “Çok Geç” öyküsünde, annenin yaşadıkları, cezaevi koşulları ince bir katman olarak yer alıyor sadece. Öykünün dış çeperini genişletirken küçük hikâyelerden büyük insani durumlar yansıtma gayemi, kurguyu gündelik yaşam pratikleri üzerinden oluşturmaya özen gösteriyorum. Bak burada bir kız çocuğu var postalların altında. Ezilen sadece cezaevindekiler değil, yakınları da var darbeden etkilenen diyorum. İkinci nokta ise alt katmanda sosyo-politik zemini göz ardı etmemekle birlikte politik söylemleri mümkün olduğunca kullanmamaya çalışıyorum, öykü kişileri slogan atmıyor. İdeolojik güzelleme yapmadan, belli noktaları daha fazla parlatmadan çizmeye çalışıyorum bireysel toplumsala uzanan resmi. 

Münire Çalışkan Tuğ: Engelli bir hayatın, tamamlanamadan göçen yaşamların eksiltili ve kesik cümlelerle anlatıldığı “Yarım” adlı öykünüz, ikinci kitabınız Yarım Kalmasın’ın bir habercisi gibi. Burada çaktırmadan  göz mü kırpmıştınız okura?  

Hatice Günday Şahman: Bilinçli bir göz kırpma yok aslında. Ama yazma ediminde bilinciniz kadar bilinçaltınız da nasıl olduğunu çözemediğim bir ilişkilendirme içerisinde oluyor. Kim bilir belki de kırpmışımdır☺ Fakat şunu söyleyebilirim ki yarım kalmışlık hâli hep yaşanıyor. Bence günümüzde biz her şeyi yarım yaşıyoruz, gündemimiz çok hızlı değişiyor, çok çelişkili durum ve ruh hallerimiz var. . Dolayısıyla sevinçlerimiz de, hüzünlerimiz de yarım kalıyor. Hayat ve hayattan aynaya yansıyan öyküler de yarım. Tamamlanmış gibi görünse de…

Münire Çalışkan Tuğ: “Raylar ve Yaylar” adlı öyküde kadının kızını okutabilmek için kocasıyla yaptığı pazarlığa tanık oluruz. Kız okula gönderilecekse eve kuma gelecektir. Kızından bile küçük olan kumasına üzülen, onun acısını içinde duyan bu kadının hikâyesini okurken Fatmagül Berktay’ın şu tespiti geldi aklıma: “Özel alana sıkışıp kalmaya mahkûm edilen kadınlar, başkalarından ve dünyadan koparıldıkları için ne kendi gerçeklerinin bilincine varırlar ne de başkalarıyla dayanışma kurarak bu durumu aşma imkânı bulurlar.” Evin kızının ahlaksız bir pazarlıkla da olsa okumaya gitmesi, eve yeni gelen kadının okula giden kızın yaşında olmasından, büyük kadının kızının giysilerini genç kadına vermesinden, onun için üzülmesinden güç alarak soruyorum. Ne dersiniz, bu iki kadın arasında bir dayanışma gelişir mi, gerçeğin bilincine varıp, sıkıştıkları özel alanı genişleterek bu çemberden çıkabilirler mi kadınlar?

Hatice Günday Şahman: Kesinlikle çıkabilirler, okur öykünün sonunu nasıl yazar bilemem ama ben çıkmalarını isterim. Öykünün sonlarına doğru yaptığından vicdan azabı duymaya başlayan büyük kadının nasıl ki kızının geleceğini düşünüyorsa “ötekinin de ötekisi” kuma olarak getirilen göçmen küçük kadına da sahip çıkacak. Belki pasif agresif tutumlarla belki de çok daha cesur şekilde… Öykülerimde farklı temsiliyetleri olan kadınları örselenmişlikleri, açmazları, kırgınlıkları içinde versem de edebiyatın kurbanlaştırılmış kadını imgesinden uzak tutmaya gayret ediyorum. İncecik de olsa gün ışığı yada ay ışığı düşüyor yüzlerine. Kadınların yüzyıllardır içerisinde sıkışıp kaldıkları çemberlerde, duvarlarda bugün eskiye oranla daha büyük gediklerin, oyukların, kırılmaların olduğunu zaten görüyoruz. Açılan bu gedikler kadınların eğitim hakkına, ekonomik özgürlüğe ve belli bir bilinç seviyesine ulaşması ile daha da büyüyecektir. İçinde bulundukları eşitsiz konuma rağmen bir bayrak yarışı gibi sürecektir kadınların var olma ve özgürleşme mücadelesi.  

Münire Çalışkan Tuğ: Kırmızı Etek’te pek çok koyu deştiğinizi görüyoruz.  Babadan oğula devrolan siyasi mücadele geleneği, 10 Ekim Ankara katliamı, baskıcı baba imgesi ile mücadele, bir hayat kadının yaşam biçimi, cinsel yönelimleri farklı olan bireyler, aile içi ilişkilerdeki açmazlar,  beden olarak yaşlansa bile ruhu yaşlanmayan ve arayışlarına devam edenler, terk edilenlerin boğuştukları cevapsız sorular, kendi sesi yerine başkasının sesiyle konuşanlar…  Bunları okurken yazarın sorumlulukları üzerine düşündüm uzun uzun. Sonra okurun beklentisini kendi üzerimden deneyimledim. Bu okuduklarımı anlatmak yerine çay partilerini, meyhanelerde, kahvelerde geçirilen neşeli zamanları,  onca yoksulluk varken gösterişli sofraları anlatsa keyifle okur muydum, dedim. Okumazdım. Okuduğum sarsmalı beni, kendime getirmeli, bir yol açmasa da işaret koymalı kenara. Daha artırılabilir çıkarımlar. O halde şöyle sorayım, neden yazıyorsunuz, neyi, niçin yazıyorsunuz? Yazmak büyük sabır, emek ve zaman isteyen  bir uğraş. Bunlara niçin katlanıyorsunuz?

Yayınevleri kitabın edebi değerinden çok herhangi bir meta gibi satıp satmayacağına bakıyor. Yazarın popüleritesi, sosyal medyadaki takipçi sayısı, ortalama okura hitap edip etmeyeceği gibi kriterler daha ön planda.”

Hatice Günday Şahman: Ah ne kadar zor bu sorunuza cevap vermek.  Zaman zaman ben de düşünüyorum, yazılmış bu kadar güzel kitap varken konforlu bir şekilde koltuğumda oturup sadece okusam diye. Neden yazıyorum ki? Hadi madem yazıyorum daha mutlu mesut öyküler yazsam daha iyi olmaz mı?  Ama olmuyor işte. Böyle bir coğrafyada, böyle bir zaman diliminde yaşıyorum. Sarsıntılarla. Yürekten kaleme bir yol uzanıyor… Bilemiyorum belki sizin gibi sarsılmak isteyen okurlar için yazıyorumdur ya da kendi sarsıntılarımı paylaşmak için. 

Çok haklısınız yazmak sabır ve emek istiyor üstelik sadece yazmak değil ki sorun. Yayımlatmak, okura ulaştırmak da yazmaktan daha yorucu ve yıpratıcı bir süreç. Sektör bütünüyle ticarileşmiş durumda. Yayınevleri kitabın edebi değerinden çok herhangi bir meta gibi satıp satmayacağına bakıyor. Yazarın popüleritesi, sosyal medyadaki takipçi sayısı, ortalama okura hitap edip etmeyeceği gibi kriterler daha ön planda. Sait Faik ustamızın “Yazmasam deli olacaktım,” sözüne atfen sevgili Onur Çalı “Yayımlatamazsam deli olacaktım,” der. Biz bu iki deli olma hali arasında gidip geliyoruz ne yazık ki. 

Münire Çalışkan Tuğ: Edebiyat geçmişten günümüze daha çok eril güçlerin hâkim olduğu bir alan. Kimi kadınlar yazdıklarını takma adlar ile yayımladılar, kimileri hiç yayımlatamadı; okurla buluşabilenlerin kimileri de görmezden gelindi, ötelendi. Bilge Ulusman’ın, geçtiğimiz aylarda  okurla buluşan kitabı “Edebi Babanın Reddi” beni bu anlamda çok heyecanlandırdı doğrusu. Kitap edebiyatta eril faillik ve kadın hareketini irdeleyen bir çalışma. Kitabın basın duyurusundan bir alıntı yaparak devam etmek istiyorum. “Kadın yazarın erkek-egemen edebiyat kamusu ve eril kanonda var olmak, yazma ediminin faili olmak üzere verdiği mücadele, yalnız edebiyat tarihinin seyriyle değil, kadın hareketinin siyasi mücadele tarihiyle de birlikte düşünülmelidir.” Bu alıntıdan ve kitabın adının çağrıştırdıklarından hareketle soruyorum. Siz bu denli uç konular işleyen bir yazar olarak eril failliğin radarına takılmamak, onun salladığı parmaklar ve çattığı kaşlardan uzak kalmak adına, öyküleri yazarken kendinize sansür uyguladınız mı?

Hatice Günday Şahman: Nasıl ki yaşamda “eril faillik” giyim kuşamımıza, sözlerimize, kahkahalarımıza, bedenimize parmak sallıyor, ayar veriyorsa kalemimiz de bundan etkileniyor. Türkiye’de cinsellik nasıl yaşanıyorsa, edebiyattaki yansıması da ona göre şekilleniyor büyük ölçüde. Kadın bedeni üzerinden üretilen sığ bir ahlak anlayışı ile bastırılmış, önyargılı, ikiyüzlü ve elbette sansürlü. Bu durum “kadın” yazar için daha vahim boyutta yaşanabiliyor, resmi sansürden önce oto sansür devreye girebiliyor. Yazılan ile yaşanmışlık, yazar ile yazınsal kişi arasında kurulan yanıltıcı ilişkilendirme yazarken bilinçli ya da bilinçaltının itkisiyle kalemi yönlendirebiliyor. Yazar arkadaşlarla yaptığımız konuşmalarda bu gölgenin okurdan ziyade aile ve yakın çevrenin olası tepkisiyle büyüdüğü izlenimini edindim. Babam, eşim, oğlum, oğlumun arkadaşları… ne diyecek? Ben bu açıdan daha şanslıyım, aile bireylerimin tepkisi ne olacak çekincesi yaşamıyorum.  Ama yüzyıllardır geçerli olan istesek de istemesek de parçası olduğumuz ataerkil yapı, sosyo-kültürel kodlar, sınırları kesin tapulu alanlar farkında olmasak da yazımıza sızabiliyor. Zihnimizin kıvrımlarına, yüreğimize, dilimize yerleşmiş toplumun elçisi, işbirlikçisi Virginia Woolf’un tabiriyle “Evdeki Melek” var. Kalemi özgürleştirebilmek için bu sızıntılara ve meleklere karşı uyanık olmamız gerektiğini düşünüyorum.  İkiyüzlü bir ahlak anlayışı ile toplumda hâlâ tabu kabul edilen cinsellik ve kadın-erkek ilişkilerini odağa aldığım öyküleri yazarken,  dili ve kalemi tutsak eden “bukağılar”dan kaçınmaya, oto sansür mekanizmasını işletmemeye özen gösteriyorum. Sevgili Erendiz Atasü’nün şu tavsiyesini çok kıymetli buluyorum: …Yazdıklarını ataerkil değerleri temsil eden bir jüri önünde sınava çekilmiş kız çocuğu kompleksinden arındırarak başlayabilir.”

Münire Çalışkan Tuğ: Kitabın son öyküsü “Bir Gözümüz Ağlar Bizim”, sarsıcı ve sert unsurlar içeren dramatik metinlerden sonra okura bir ferahlık, bir gülümseme, bir umut sunuyor. Gerçek yaşamda olduğu gibi adeta hüzünden umut devşiriyoruz. Neler söylemek istersiniz bu öyküye dair? Güncel gelişmeleri göz önüne alarak sormak isterim. Değişim umudu var mı ve bu değişimde edebiyatın sürece nasıl katkı sağlayacağını düşünüyorsunuz? 

Hatice Günday Şahman: Geçtiğimiz yıllarda, hepimizi derinden sarsan Ankara Garı’nda, Merasim Sokak’ta, Güvenpark’ta terör saldırıları yaşandı. Bu saldırılar sonrası pek çoğumuzun Kızılay’a gitmekten çekinir olduğu, gitmeli bu şehirden dediğim günlerde, öncelikle kendime yazıldı “Bir Gözümüz Ağlar Bizim” öyküsü. Ama nereye gideceğiz? Ne kadar uzağa? Ya ardımızda kalanlar… Gitmek olası mı? Ya da çözüm mü? Cevapsız soruların kuşatması altında yazıldı bu öykü. Umutsuzluğa kapıldığımız zor zamanlarda yaşanan her şeye rağmen, kayıplarımız için, bir gözümüz ağlarken diğeri umutla ışıldasın diye…

Yaşadığımız coğrafyada sorunlar hep oldu, gelecekte de olacak. “Bizim büyük çaresizliğimiz.” Ama umut da hep var. Edebiyat uçan halı değil bizi güllük gülistanlık masal ülkesine götürecek, hiçbirimizin kalemi sihirli değnek değil ya da hiçbirimiz okuyanın hayatını değiştirecek kitaplar yazmıyor. Fakat satırlarda yakaladığımız duygudaşlık, düşünsel ortaklık, karşılaşma ve yüzleşme anlarımız, kırılganlıklarımızda buluşma, kurmacadan gerçeğe uzanan, benliğimize alt benliğimize sızan kavrayışlar yeni dünyalar yaratabilir zihnimizde. 

Ne demiş Albert Camus: “Edebiyat olan her yerde umut vardır.” Umudumuz ve kitaplarımız yaşamımızdan eksik olmasın. 

.