Halikarnas Balıkçısı Anlatıyor: “Şu Toprak Ne Tuhaf Şeydir!”

5 Eylül 2025
HALİKARNAS BALIKÇISI

Genel tarım ve bilhassa güney tarımı konularında basılmış İngilizce, Fransızca, İtalyanca ne gibi kitaplar varsa -kitaplar pek pahalı da olsa ekmek parasından keserek- hepsini getirttim. Öyle vahşi bir içtenlikle bu meselenin üstüne düştüm ki hayatımda yemek ve uyku gibi doğal ihtiyaçlar bana vız geliyordu. Öyle ki kısa zamanda konunun tamamen hakimiydim.

Halikarnas Balıkçısı

Şu toprak ne tuhaf şeydir. Bir çuval dolusu alıyordun, şimdi bir çuval dolusu portakal, biraz sonra bir çuval dolusu türkü, bir çuval dolusu yumuşak kürk, bir çuval dolusu ışık, birdenbire bir çuval dolusu sevdiğim canım canım insanlar olur da ona harıl harıl gönül verir, derken yine aslına döner, çakılı çepeliyle bir çuval dolusu toprak olurdu. Başka zamanda yine iki insan olur, birbirine verilen iki gönül olur çünkü toprak diridir.

Bahara doğru boylu boyunuzca toprağa yatın, açılmakta olan bir karınca yuvasına kulak dayayın. Sanki dünya denilen toprak, topacın iliklerindeki hayat duyulur, derin inleyici bir vızıltı. Toprak uyanıyor! Bir de toprak hiç yalan yutmaz, onun bağrına tohum ve dane atarsın, hemen bitki yaprak yaprak yeşil alev gibi fışkırır. Tohum diye çer çöp atarsın, hiçbir şey fışkırmaz. Toprak çöpü de yabana atmaz, onu tohuma gübre yapar.

Bu güzel iklimi daha da güzelleştirmek, gelecek daha güzel kuşaklara yaraşır bir cennet yaratmak için kendimi paralarcasına çabalıyordum. İstanbul’dan kendi paramla -bunu söylemek ayıp ama belki parayı nereden aldığımı merak eden olur- İngiliz kâğıt parası, Fransız frankı ısmarlıyordum. Memlekette olmayıp da memleketin suyuna (Güney Anadolu sularının çoğu kireçlidir.) havasına, ısısına uygun bitkilerin tohumlarını Paris ve Londra’ya ısmarlıyordum. Kara postası vapurla, deniz postası da haftada birer kere gelirdi. Yağmurda, fırtınada, gelecek tohumları postanede beklerdim. Tohumlar kimi sefer ısmarladıktan üç dört ay sonra gelirdi. Onları ekecek mevsim geçecek diye yüreğim korkuyla çarpardı. Bir hafta, iki, üç, sekiz, on hafta sonra tohumlar gelince mesela pire kadar küçük on tohumun ikisi ya da üçünün -postacı pul üzerine damga basarken- ezilmiş olduğunu canım yanarak görürdüm.

Aklı başında ve hesaplı olanlara bu ektiğim tohumlardan milyonlarca lira yapacağımı söylerdim ki beni deli sanmasınlar. Oysaki bir metelik çıkarmayacağımı biliyordum çünkü hiç de kazanç için ekmiyordum bunları. Ben nerede, onlar neredeydi?

Fidan olarak Sicilya’ya bitkiler ısmarlarken gönderdiğim mektuplarda ne niyetlerle fidanları diktiğimi belirtirdim. Oranın en büyük fidancı müessesi, mektubumu alınca bütün müessese insanlarını çağırıp mektubu herkesin dinlemesi için yüksek sesle okurlardı. Kimi mektuplarımı, iki yüz sayfalık yıllık kataloglarımın kapaklarına basarlardı.

Gelen tohumlar hiç şakaya gelmezlerdi ama onlar fundadan ibaret yumuşak ve rahat bir döşek isterlerdi. Fundayı adalardan kendi kayığımla kendim toplar getirirdim. Rüzgar eyyam esmeyince bizim dolap eşeğini arkamda çekerdim. Dağda karşıma bir kuru duvar çıkınca duvara bir tekme atar, geçecek yer açardım. Çünkü burası benim, şurası senin diye dağı kuru duvarlarla çeteleye çevirirler, ilaç için olsun bir geçit yeri bırakmazlardı.

Tohumları -çoğu pire kadar, birazı da üzerine solursam savrulacak kadar ince toz gibi- elekten geçirilmiş fundayla dolu kasalara dikiş ya da toplu iğnesiyle birer birer ekerdim. Ektiğim yerleri bilmem için her tohumun baş ucuna kibrit çöpünden bir işaret saplardım. Her gün acaba kök saldılar mı diye toplu iğneyle tohumu örten fundayı aralar, büyüteçle tohuma bakardım. Tohumun bir yannda ufacık bir beyaz nokta görünce “Eh tohum büyümek işine girişti!” diye çocuk gibi sevinirdim. Ertesi, daha ertesi günü o beyaz noktanın sürdüğünü, açar açar seyrederdim.

Grevillea Robusta

Eşim, “Burası ser mi yoksa ev ya da yatak odası mı?” diye şikayet ederdi. Bir hafta, kimi tohumlar da bir ay sonra fidan olarak topraktan çıkmaya koyulurdu. Üzerine titrerdim, topraktan çıkma işini kolaylaştırırdım. Yirmi yıl sonra o pire kadar tohumdan cinsi Türkiye’de bulunmayan otuz beş metrelik bir ağaç çıkardı. Mesela yaprak bolluğuyla orman üzerine orman olan sarı kırmızı çiçekli bir “grevillea robusta”. Ağaç kuş cıvıltısıyla yüklenir, ağacın tepesi ise gökyüzünde bir bulutun hayatını yaşardı. Ne severdim onları, bir dalı kırılsa sanki kolum kırılırdı.

Ektiğim tohumun yeşil ateş, öz suyunu damarlarımda duyardım. Büyüyüşleri can kulağımda derin bir inleyiş oluyordu. Tohumdan çıkan fidanın tepeden sanki köküne kadar nasıl titrediğini anlar gibi olurdum. Zaten her halini anlardım muhakkak.

Tohumda bir güzellik uyuyordu. Ödevim -vazife demeyeceğim çünkü anlam angaryaya kayıyor- tekrar ediyorum: O güzelliği kapçığının içinden uyandırmaktı. Tohumda gömülü çiçeği, yemişi yaşatmalıydım. Yemişin bilimsel tarifini bilmeseler de onları herkes yer ve yemiş olduğunu bilir. Yaratılış bitkilerde yaprak diye güneş ışığını toplayan açık avuçlar yaratmıştır. Toplanan güneş ışığı yemişte hidrokarbon ve protein kılığında toplanır. Onlarla beslenmek, güneş ışığıyla beslenmektir. Et yesek bile o etin kökü bitkilerdir. İnsanoğlunun yediği ışık beyinde icat, keşif ve sanatlar kılığında parlar. İşte bu sebepten her dilde beyni ışık salana “aydın” derler. Çiçeği ise çoğu insan bilirim sanır. Kesilip vazoya konur, demet ve çelenk edilerek sunulur vesaire. Yaprakların damarlarından akan yemyeşil kan, çiçekte renk renk parlar. Çiçek ölünceye kadar bal yapar. Zaten çiçek bitkinin zifaf odasıdır, bitki orada balayını yaşar. Balayı çiçekte mecaz değildir, objektif bir realitedir. Güneş ve ışıkla sevinen çiçeğin sevgisi bir dalga gibi kabarır. Çiçeğin ortası parlar. Orası sanki bir alevin özüdür. Oradan tepeden tırnağa kadar çırçıplak bir gelin boylu boyunca ayak ucuna kalkar. Alev dilleri gibi sarı papa güveyler, gelini çepeçevre sararlar.

Yanarlar. İnsanda aşkla yanmak bir mecazdır. Çiçekte gerçektir çünkü namzetler kendi ağırlıklarının birkaç misli oksijen yakarlar. Güzel koku olur, sıcak bir tütsü gibi bakireyi sarar yalvarışları. Bu yalvarışın bütün gövdesini dolanışından gelinin başı döner, canına en yakın olan güveye eğilir. Gelin bu öpüşten kalkınca doğan yeni bir gün kadar yeni ve temizdir. Bağrında yeni bir hayat taşır. Ondan mesela bir ateş topacı, bir ışık bombası gibi bir portakal doğar. Bunu insanlar duyuyor galiba çünkü çoğu kere portakal, limon ya da turuncun kar beyaz çiçeklerinden geline çelenk yaparlar.

Ona söylüyordum, o güzel iklimi, insan boynundaki iklimi -çünkü kışın palto ve soba gerekmez- görünce diş, tırnak, kol ve bacakla köstebek gibi çabalıyor, ekiyor, dikiyor ve yetiştiriyordum. Yetiştire yetiştire gönlümdeki ümide doğrular ilerliyor ve tırmanıyordum bir başıma. Hatta ümidin ötesindeki çiçeklere ve yemişlere doğru açılıyordum. Zaten denizde hep ufkun ötesine can atılmaz mı?

Artık sağda solda salkımları, demetleri parıldayarak renk ağaçları ne canlı şeylerdi! Kış ortasında tomurcuklarını kabartıyor, bir ılık rüzgâr esse artık kendilerini tutamıyorum, tomurcukların zamklı kabuklarını patlatıp tomar tomar sarılı yapraklarını fora açıyorlardı. Sonra haydi çiçekleri verip veriştiriyorlardı. Yaz gelmeden yazı getirip günü, günlük güneşlik ediyorlardı. Yamaçlar sarı sarı karıncalanıyor, orada burada mavi gök kuşakları bütün renkleriyle çözülüp akıyorlardı.

.

Kaynak: Türk Dili, Anı Özel Sayısı, Yıl 21, Cilt XXV, Sayı 246, 1 Mart 1973, s. 595-598