5 Ekim 2025
DERYA SİNAN

“Çocuklar için daha iyi yazmalısınız ve her iyi çocuk kitabının yetişkinler için de ilgi çekici olmasını sağlayacak şekilde yazmalısınız.”
“Ne anlamsız bir kırım. Oysa kimsenin kimseyle sorunu yoktu. Askerlerin de. Eğer barış olsaydı ve birbirlerine yakın yerlerde yaşıyor olsalardı Almanlarla Fransızlar bir barda birlikte otururlardı. Ruslar da onlara katılırdı.” (s. 66)
Vatan Haini, okurunu II. Dünya Savaşı hüküm sürerken sıkıcı, ıssız, hayalet bir kasabaya Stiegnitz’e götürüyor. Aralık 1944’te başlayan kitap, beş ay sonra Hitler’in intiharıyla sona eriyor. Kasabalılar, politikadan ve propagandadan çok kasabalarında olup bitenlerle, tarlalarındaki ürünlerin ne kadar büyüdüğüyle, ineklerin ne kadar süt verdiğiyle, atların koşup koşmadığıyla, havanın nasıl olduğuyla ilgilidir. Yaşlılar için önemli olansa papazın neler dediğidir.
Polisin her yerde gözünün, kulağının olduğu, elinin her yere uzandığı günlerdir.

Kasabanın dedikodu merkezi Kuzu misafirhanesinin sahibi Marie, üç çocuklu dul bir kadındır. Kasaba halkı tarafından sevilir. Akıl danışmak, yardım istemek için gelenleri geri çevirmez, yardımseverdir.
Saygın bir aileden gelen Marie’nin erkek kardeşi Franz, Stiegnitz’in belediye başkanıdır.
Kocası Felix Brünner, bir sirkle bütün Avrupa’yı dolaşmış bir hokkabazdır. Stiegnitz’e ayak uyduramaz, orada mutlu olamaz. Kasablıların sağladığı sürü sıcaklığından vazgeçmeyi başaramayan Marie, bunu anlasa da kocasıyla sirke dönmeyi düşünmez. Felix Brünner, kasabalıların gözünde tuhaf adam, sirk kuşu, bay abrakadabra, tiki olan bir delidir; alay konusu olur. Berduşları misafirhaneye alıp yedirip içirir, çingenelerle kart oynar. Askere gitmek zorunda kalsaydı bunu reddederek kendi kendini vurdurmaktan çekinmeyeceği ortadadır.
Stiegnitzliler, koyun sürüsü gibidir. Kim onlardan farklı davranırsa sürüye ait değildir. Böyle bir kasabada diğerlerinden farklı olmak inanılmaz zordur.
Marie, nasılsa öyle olduğu için sevdiği kocasını Stiegnitz’de yaşamaya zorlayarak onun sonunu hazırladığını bilmez. Felix, kendi adını taşıyacak küçük oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra ardında bir veda mektubu bile bırakmadan canına kıyar.
Marie’nin büyük oğlu Seff, cephededir. On beş yaşındaki kızı Anna, öğrenimini Shonberg’de sürdürür. Eşi, isteği dışında savaşa katılmak zorunda kalan bir kadının evinde çatı katında kalır. Hafta sonları evine döner. Tam bir kitap kurdudur. Küçük oğlu Felix on üç yaşındadır. Okulda ve genç erkekleri Nazi ilkelerine göre yetiştiren, Hitlere bağlı örgütte (Hitler Gençliği’nde) kendisine öğretilenleri hiç sorgulamadan emirlere uyar.
Anna, sıra arkadaşının okuduğu, gizli gizli dilden dile dolaşan bir şiirin ardından düşünmeye başlar.
On küçük mızmız, bir zamanlar içtikleri içkinin adı kımız, biri Goebbels’i taklit etti, hop geriye kaldı sadece dokuz. Dokuz küçük mızmız, biri düşünmemeliydi ama düşündü gereksiz, bunu yaptığını anladılar, hop geriye kaldı sadece sekiz. Sekiz küçük mızmız, bunlar bir şey yazmış idi, bu yazı bir mızmızın cebinde bulundu, hop geriye kaldı sadece yedi. Yedi küçük mızmız, bunlara sordular: “Nasıldı kahvaltı?” İçlerinden biri dedi ki “Bunu köpekler yesin!” Hop geriye kaldı sadece altı. (…) Son iki dörtlük şöyleydi: Mızmızlardan biri bu şiiri yanlış yerde, yanlış kişilere gösterdi. Bunun üzerine Dachau’ya götürüldü. Hop yeniden oldular on. Ve Adolf Hitler şöyle dedi: “Şimdi elimdesiniz. Artık şansınız yok!” Fakat mızmızların sayısı dışarıda yeniden artmıştı hem de bu defa epey çok. (s. 29)
Anna, Dachau’nun ne anlama geldiğini annesinden öğrenir: Orada politik açıdan tekinsiz, mızıkçı insanlar için bir toplama kampı vardı.
Genç kız, Alman Kız Birliği’nde öğretilen her şeye körü körüne inanacak kadar beyninin yıkanmasına izin vermez. Kuşkuları vardır. İnsanların kimileri değerli, kimileri değersiz ırktan mıdır? Yahudiler değersiz midir? Onlarla tahtakurularıyla mücadele edildiği gibi savaşılmalı mıdır? Bakkal dükkanı işleten Yahudi aileyi çocuklara şeker dağıtan, para sıkıntısı çeken insanlara borçlarını ödemeleri için süre tanıyan kibar insanlar olarak anımsar. Hitler’in sözünü ettiği nihai zafer, o kadar insanın canından olmasına değer miydi? Hitler, insan hayatıyla düşüncesizce oynamıyor muydu?
Ortalığın politikadan geçilmediği günlerde Anna, hayatta başka şeylerin düşünü kurar: hit parçaları dinlemek, moda dergilerine bakmak, kitap okumak, sinemaya gitmek…
Anna’yı Shonberg’den getiren tren, her cumartesi olduğu gibi öğleden sonra Mellersdorf’ta durur, genç kız hafta sonu için evlerine dönen öğrencilerle birlikte trenden iner. Stiegnitz’e kadar yürümesi gereken iki kilometrelik bir yol vardır. Dere kıyısı boyunca uzanan kestirme yola sapar. Dikkatini bir erkeğe ait ayakkabı izleri çeker. İzler onu, ormanın kenarında alçak bir tepenin üzerinde bir başına duran sivri, üçgen çatılı küçük çiftliklerine götürür. Samanlıkta kendinden geçmiş, içler acısı bir durumdaki genç bir adamla karşılaşır. Önce onun akıl hastanesinden kaçan bir hasta olduğunu düşünür. Bu, orada sık rastlanan bir durumdur. Anna için onlar, artık dünyayı anlayamayan zavallı insanlardır. Polisler, onu bulmadan ayağa kalkmasına yardım etmek ister.
Büyükannesinden kaçan sekiz kişiden yedisinin yakalandığını ve vurulduğunu öğrendiğinde birini kaçarken sırtından vurmanın adil olmadığını düşünür. Bu, insanlık dışıdır. Samanlıktaki hastayı da aynı biçimde vuracaklarsa o, böyle bir suça ortak olmayı asla istemez. Samanlığın içinde yarı ölü bir köpek yatıyor olsaydı onu hayatta tutmak için çabalayacak kişilerin başında gelecek olan kardeşi Felix’in de ona öğretilenler doğrultusunda akıl hastalarını fazlalık olarak gördüğünü bilir. “Dünya çıldırmış olmalıydı!” Samanların arasında yatan adamın kim olduğunun önemi yoktu. “Her halûkârda bir insandı.” (s. 30) Üstündeki asker parkasına benzeyen tuhaf ıslak giysilerden kurtulması için ağabeyi Seff’in eski giysilerini ona verir. Neden hasta kıyafetleri giymediği aklına takılır. Ona ballı süt götürür. Genç adamın ateşi vardır. Onun her şeyin farkında olduğunu görünce akıl hastası olmadığını anlar. Onu çıldırtan nedir? Aradığı yanıtı bulmakta gecikmeyecektir. Felix, polislerin savaş esirleri kampından kaçan sekiz Rus askerinden yedisinin icabına baktıklarını söyler. Saklanan sekizinci askeri bulmayı düşler.“Sonuncuyu yakalayıp polise teslim etseydim gazetelere çıkardım. Hatta belki böyle bir şey için madalya bile veriyorlardır. Bu herkesin haberi olması gereken, vatana yapılmış bir hizmet sayılırdı.” (s. 36)
Anna, dişlerinin arasında tuttuğu kanlı bıçakla, başında Rus beresiyle ona bakanlara korku salan korkunç, iğrenç bir erkek suratının yer aldığı duvar ilanını anımsar. Rus Kızıl Ordu askerleri “kadınlara tecavüz eder, çocukları öldürür, yaşlı insanlara onları öldürene kadar işkence eder, kısacası onları kanlar içinde yüzdürür”dü. Rusların hepsi canavar ruhlu insanlar mıydı? Samanlığın üst katındaki adam, öyle görünmemektedir. Bir insan Rus bile olsa ona bir hayvana davranır gibi davranmak, icabına bakmak doğru mudur?
Bir Rus’u saklamak vatana hıyanettir. Anna, onu derhal ihbar etmezse bir hain olacaktır ancak ihbar ederse onun katili durumuna düşmeyecek midir?
Rus askerinin hayatı Anna’ya bağlıydı. Böyle bir karar vermek korkunçtu. Ancak bir Rus askerini saklamakla ailesinin de alnına kara çalacaktı. Dayısı artık belediye başkanı olamayacak, annesi Dachau’ya gidecek, Felix vurulacak, büyükannesi kederden ölecekti. Ancak askeri yakalatırsa bunun hesabını kendi vicdanına verebilecek miydi?
Güncelliğini ne yazık ki hiç yitirmeyen sorular, Gudrun Pausewang’ın kaleminden bir kez daha okurlara sunulurken seçiminizi nasıl yapacağınız size kalıyor.
.
