27 Ocak 2024
RUŞEN HAKKI
Yürümeye başladığımda hep önde giden gölgem, dönüşte arkalarda kalmıştı. Yorulup yorulmadığını sordum. Yorulmamış ama birazcık susamış. Ben de susamıştım, üstelik yorulmuştum da ama biraz durup dinlenmek, dinlenirken böğürtlen yiyip susuzluğumu gidermek içimden gelmiyordu. Çünkü batmadan önce güneşi yakalamak ve iki çift söz etmek istiyordum. Sabahleyin karşılamak için yola çıktığım güneş, beni görmezlikten gelmiş ve selamsız sabahsız üzerimden geçip gidivermişti. Bir süre ağaçlardan birinin dibine oturmuş ve güneşin niye böyle davrandığını düşünmüştüm. Güneşin beni adam yerine koymayışının hiçbir nedeni yoktu. Ne zaman el sallasam gülümser ve “Aşağılarda ne var ne yok?” diye sorar, sonra da bana iyilikler dilerdi. Dünyamıza çok yükseklerden bakan güneş, aşağılarda neler olup bittiğini bilmez mi? Elbette bilir. Ama gene de sorardı, aşağılarda neler olup bittiğini bir de benden öğrenmek isterdi. Güneşin bu alçakgönüllülüğü hoşuma giderdi. Anlattıklarımı ciddi ciddi dinleyişi de hoşuma giderdi. Oysa anlattıklarımın çoğu ciddiye alınacak şeyler değildi. Örneğin kuşları ve balıkları anlatırdım. Biliyorum, insanları olduğu kadar kuşları ve balıkları da ciddiye almak gerekir ama benim kuşlarımla balıklarım…
Kuşlarım yüzgeçli, balıklarım kanatlıydı ve kuşların derin sularda yüüzmesini, balıkların gökyüzünü şenliklemesini hiç mi hiç yadırgamazdı güneş. Ben de yadırgamazdım. Çünkü sittin sene balıklar denizi, kuşlar gökyüzünü güzelleyecekler diye bir kural yoktu. Ama kuşlarla balıkların yer değiştirişi insanlara ters geliyor ve bir türlü beni dinlemek istemiyorlardı. Çok içten bir arkadaşım vardı. Adı Ömer. Bir gün Ömer’i yanıma alıp deniz kıyısına indim. Suyun iki üç karış altında yüzen kuşları gösterip sordum:
—Bunlar ne?
Suya dikkatlice bakıp yanıtladı:
— Balık!
Çok bozuldum ama belli etmeyip bu kez denizin üzerinde uçan balıkları işaret ederek sordum:
—Peki, bunlar ne?
Şöyle gözünün ucuyla bakıp yanıtladı:
—N’olacak? Kuş işte!
—Yanılmış olmayasın! Dikkatli bak… Sudakiler kuş, yukardakiler balık olmasın sakın?
—Sen benimle dalga mı geçiyorsun?
—Hayır. Niye dalga geçeyim ki?
—O halde delisin sen. Aklından zorun var, dedi. Çekip gitti Ömer.
O günden beri Ömer arkadaşım değil.
Ben önde, gölgem arkada, yürüyoruz.
Gölgemin dili bir karış dışarda. Güneşin niye beni iplemediğini bir türlü çıkaramıyorum. Çok öfkeliyim. “Hadi, boş ver!” diyor gölgem. Öfkelenmeye değmezmiş. Bizi görmemiş olabilirmiş. En iyisi bir an önce eve varıp birer bardak su içmeli, sonra da ayaklarımızı uzatıp dinlenmeliymişiz. Akşam olunca da balkonda, denize karşı buzlu rakı içmek yorgunluk alırmış. Söyledikleri akıllıca şeyler ama önce güneşe yetişmeliyim. Birkaç balık geçiyor başımın üstünden. Gölgem “Seninkiler iyi uçuyor” diye söyleniyor. “Zevzekliğin sırası değil” diye azarlıyorum gölgemi. Aklım karmakarışık… Yanılmış olabilir miyim? Ömer’in söylediği gibi denizdeki balık, gökteki kuş olmasın sakın? Peki ya güneş, o niye söylemiyor yanıldığımı? O da pekâlâ annem gibi “Sen bir masal dünyasında yaşıyorsun oğlum” diyebilirdi.
Güneş denizi öpmeden önce Kayalar’a ulaşıyorum. Olanca sesimle bağırıyorum ama duymuyor. Denizle dudak dudağa gelen güneş, utancından biraz daha kızarıyor ve az sonra da denizin koynunda kayboluyor.
“Artık yarını bekleyeceğiz” diyorum gölgeme ama bir yanıt alamıyorum. Güneşin batışıyla birlikte o da çekip bir yerlere gitmiş olmalı. Belki de su içmeye gitmiştir. Buz gibi suyunu içer ve ayaklarını uzatarak yorgunluk çıkarır. Işıklar yanınca da balkona gelir, yanıma oturur ve rakıma ortak olur. Ne kadar asalak olursa olsun gölgemi seviyorum.
——-
Ruşen Hakkı, Gölgem ve Ben, Varlık Aylık Sanat ve Edebiyat Dergisi, Eylül 1989, Sayı 984.