Fulya Bayraktar’la “Ne Ayak” Üzerine Söyleşi

27 Şubat 2025
Söyleşi: Sevda Müjgan Yüksel

Fulya Bayraktar, Ne Ayak, Öykü, OKB56 Yayınları, Aralık 2024, 134 sayfa.

Sevda Müjgan Yüksel: “Ne Ayak” dördüncü öykü kitabınız. Aralık 2024’te OKB56 Yayınları tarafından okurlarla buluşturuldu.

“Ayak” sözcüğünü Hulki Aktunç; Büyük Argo Sözlüğü’nde “hile, dümen, rol yapma, poz yapma” olarak açıklıyor. Başına bir soru sıfatı eklediğimiz zaman “Sen neler çeviriyorsun? Neler oluyor?” gibi bir anlam çıkıyor ortaya. Bu söz “farkına varma ve karşı çıkma”yı da içeriyor. Öykülerinizi, kitabın adı üzerinden okuyarak farkına varılanlara ve karşı çıkılanlara baktığımızda karşımıza öncelikle ev içleri çıkıyor. Dört duvarla çevrili “kutsal aile”leri barındıran evlerde neler olup bitiyor? Sizi ev içlerine çeken hangi duygular ve düşüncelerdi?

Fulya Bayraktar: Güzel bir noktadan girdiniz konuya. “Ne Ayak” başlığı tam da argodaki tanımıyla kullanılmıştır. Neler oluyor, neler dönüyor burada, anlamıyla. İnsanlarla, ilişkilerle ilgili bazı kabullerimiz, kendimizi ikna ettiğimiz tespitlerimiz vardır. Ama bir gün bir bakarsınız ki yıllardır tanıdığınız, neredeyse her davranışına kefil olabileceğiniz biri, kırk yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek bir tavra, bir davranışa meyleder. Apışıp kalırsınız. Bunu, ülkede olup biten, anlam veremediğimiz olaylar, gelişmeler için de söyleyebiliriz. 

Kişiliğimizin; öncelikle aile içi ilişkilerde, özellikle de çocuklukta alıştığımız/ alıştırıldığımız, doğru olduğuna inandırıldığımız düşünce ve davranışlarla belirdiğini düşünüyorum. Çünkü içine doğup uyum sağlamaya çalıştığımız, taklit ettiğimiz en küçük birim aile. Önce orada kendimizi kabul ettirmeye, oraya ait olduğumuzu ispatlamaya çalışıyoruz. Ancak geniş aileyi de düşündüğümüzde, aile içi kurallar, davranış kalıpları hangi dürüstlükle, hangi samimiyetle kuruluyor, buna yöneltmek lazım bakışları. En çok canımızı yakan; keyfiyet, ayrımcılık, acımasızlık, baskı, vurdumduymazlık öncelikle ailelerimizden kaynaklanmıyor mu? Hani çok seviyorduk birbirimizi? Seven insan acı çektirir mi? Ne Ayak?

S. M. Yüksel: Kitapta yer alan on sekiz öykünün ortak özelliği (bir öyküde Şirin’in oğlu da anlatıcı) “Şirin” karakterinin yaşamı ya da gözlemleri/ tanıklıkları üzerinden kaleme alınmış olması. Dolayısıyla bir kadının gözünden dünyaya bakıyoruz. Bu noktada “kadın kahramana” bir ayrıcalık tanıdığınızı düşünebilir miyiz? Öyleyse nedenini sizden dinlemek isteriz.

F. Bayraktar: Kitabın teması etrafında dolaştığımızda, aile içi ilişkilere, toplumsal kurallara baktığımızda, “Ne Ayak” sorusunu fazlasıyla sormak zorunda kalanlar, anlamsızlıkla baş etmeye, anlam üretmeye çalışanlar maalesef kadınlar. Bu nedenle, “Ne Ayak” meselesini bir kadın üzerinden anlatmak/ göstermek daha uygun geldi. Elbette cinsiyetim ve ayrımcılığa uğrayan tarafta olduğumu hissetmem de böyle bir sonucu doğal olarak getirmiştir.     

S. M. Yüksel: Şirin karakteri; çocuk, öğrenci, genç kız, eş, anne, komşu, çalışan gibi yaşam boyu bir insanın üstlenebileceği birçok rolle karşımıza çıkıyor. Okur; Şirin’le sorguladığı, düşündüğü, gülümsediği uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu yolculukta dikkatimizi çeken Bayraktar’ın kaleminin “bir ağladım, bir ağladım” anlayışından uzak durması oldu. 

“Neydi o öyle batsın bu dünya deyip deyip geziyordu insanlar.” (s. 127) diye yakınan kahramanınız size sesini duyurmuş, diyelim mi?  Birtakım gerçeklerin farkına varmamız için her ne kadar “çok gülersem başıma bir şey gelir” diye korkarak büyütülmüş okurlar da olsak Nasrettin Hoca’dan Aziz Nesin’e uzanan bir çizgide “gülmecenin gücüne” de inandık diyebilir miyiz? “Gülmek” ve “ağlamak” sorununu bir de sizden dinleyebilir miyiz? 

F. Bayraktar: Toplumumuzda ciddiyet, asık surat, saygınlığın bir koşulu gibi değer görüyor. Gülmek ise hafiflikle bağdaşmış sanki. Öyle bir zamandan geçiyoruz ki neredeyse unutturup ayıp kategorisine sokacaklar gülmeyi. Evet, pek neşelenebileceğimiz olaylar, durumlar yaşamıyoruz, hayretle karşıladığımız bir kötülükler döneminin ortasındayız. Üzerimize yığılan sorunlar, olumsuzluklar nefesimizi kesiyor, bizi hareketsiz kılıyor ve herhangi bir üretimde bulunmamızı engelliyor. Donup kalmak istiyoruz bazen, bu günler geçsin diye. İyi olanı -ki mutlaka iyi şeyler de oluyor- bile göremiyoruz. Oysa en büyük enerji, mutluluk kaynaklarımızdan birisi gülmek. Elbette gülebilmenin kaynağı ise gülünç olanı görebilmek. 

Acı olduğu kadar gülünç de bir dönemden geçiyoruz aslında. Değer yargıları değişiyor, “dün dündür bugün bugündür” mottosu iyice yerleşiyor, kesilen ahkamlar yerle bir oluyor ve biz hep üzgün ve ağlamaklı şekilde dolaşmaya devam ediyoruz. “Aşkın mı, İçkin mi?” başlıklı öyküde olduğu gibi, yaşam enerjimizi güçlü tutmak için timüs bezlerimizin kıpraşması gerekiyor bir yerde. 

Gülünç olanı görebilmek; bazı insani halleri kabul edebilmek, hoş görebilmek ve bazen de çözüme doğru yol alabilmek için de önemli bence. Sürekli farklı gerekçelerle kategorize edilen insanlar, gülmekte ortaklaşabilirler. 

S. M. Yüksel: Klasik söylemleri yinelersek “insan sosyal bir varlık, yalnızlık Allah’a mahsus.” Kahramanınız da “Kendimize kendimizi kanıtlamak, yaşadığımızı hissetmek, hayatı yorumlamak için başkalarına ihtiyacımız olduğu kesin.” (s. 47) sözleriyle bu durumu onaylıyor. Oysa öyküleriniz okura sorunlu ilişkiler sunuyor. Çevremize baktığımızda da bunu görüyoruz. Bu, bir çelişki mi? Yalnız olmaz diyeceğiz ancak birlikte de olmuyor sanki. Hemen evlenmeyi reddedip kendine ait bir eve çıkan Şirin’in “Artık hiçbir şeyden haberdar olmak istemiyorum.” (s. 40) isyanına  kulak verirsek amcamızın torununu, yakın arkadaşımız Seda’nın kardeşini, Hayri amcamızı, teyzemizin torununu… yaşamımızda nereye koyacağız?

F. Bayraktar: Benlik oluşumuna bir göndermedir aslında, başkalarına ihtiyacımız olması konusu. İnsanın içgüdüsel bir ihtiyacı. Var oluşunu tamamlamak, benlik oluşturmak için başkalarının kendisini nasıl gördüğüyle ilgilenmesi. Genellikle de bu ihtiyacı kendi içimizde halledemeyip şirinlik yapma, kendimizi beğendirme, olduğumuzdan farklı görünme yollarına saparız çoğu kez. El âlem ne der, anlayışı da bu ihtiyacın bir sonucu.

Allah’a mahsus kısmını bilemiyorum, ama yalnızlığın insana mahsus olmadığını söyleyebilirim. İnsan, yerleşik hayata geçtiği dönemlerden başlayarak toplumsal bir varlık haline gelmiştir. Fiziksel ve ruhsal açılardan birbirine ihtiyacı vardır, yalnız yaşaması pek mümkün değildir. Üretmek, çalışmak, bir değer yaratmak, yapıp ettiklerinin görünmesini ister. Ama sosyal ilişkiler kurabilmek, sadece aile üyeleriyle sınırlı değildir. 

Akrabalık, hatta evlilik, bir zorunlu ilişki biçimi. Kurallarını ve işleyiş şeklini de büyük ölçüde aile ve toplum belirliyor. Şirin’in isyanı da bu zorunlu ilişkiler ağı içindeki, zorunlu hale getirilmiş kurallara, değer yargılarına aslında. Ayıp olur, amcandır, teyzendir, yengendir falan derken, yalnız kalmamak adına biz kendimiz olmaktan çıkıyoruz. Bu arada yalnız olmadığımız da tartışmalı… 

S. M. Yüksel: “Her genç kızın rüyası” (s. 24) diye kafalarımıza vura vura sokulan “evlilik” üzerine de birkaç söz söyleyelim isterim. Sizin kahramanınız “evlilik”ten yana bir tutum sergilese de “evlenmek”i yaşam amacı olarak görmek ne kadar yerindedir? Bu, aşılması gereken bir sorun, değil midir? Şirin’in tanıklık ettiği “yalnız, başarılı, mutlu” bir kadın öyküsü yok kitabınızda ya da böyle bir kadın mı yok?

F. Bayraktar: Yüzyıllardır süren geleneksel yapı tüm dünyada, özellikle de ülkemizde, evliliğin olmazsa olmaz bir şey olduğunu imlemekte bize. Özellikle soyun sürdürülmesi için vazgeçilmez bir yol durumunda. Mecbur muyuz buna, elbette hayır. Hayır kısmını gerçekleştirebilmek için, kadınları bırakın erkekler bile geleneksel yapıya başkaldırmak zorunda. “Hayır”, dışlanmaya, önemsiz addedilmeye de neden olabiliyor. Bu yapıya sırt çevirip başka ilişki biçimlerini yaşayabilmek, maalesef çok az kişiye, sonuçlarını göze alabilenlere kısmet olabiliyor. Ya hep ya hiç… Ya evleneceksin ya da müzmin, yalnız bir kadın olarak yaşayacaksın. Başka türlüsü dışlanma, ayıplanma, aşağılanma… Son yıllarda bu eğilim özellikle büyük şehirlerde kırılmış olsa da, kolay bir yaşam biçimi olmadığı açık. Bu durumda birey özgürce, kendi olarak nasıl karar verecek… Kısaca, insan göze alabildiği kadar özgür ve kendi olarak bir yaşam sürebiliyor.  

S. M. Yüksel: Evliliklerinin on beşinci yılında Şirin’le Haşmet’e baktığımızda “bütün dertleri konuşamamak” olan bir çift çıkıyor okurun karşısına. Erkeğin sürekli eleştirdiği, dinlemediği bir kadın… “Konuşamamak, eleştirilmek (Bunu yerilmek olarak alıyorum), dinlenilmemek”in arkasında yatan nedir? Üstelik karşımızda eğitimli insanlar var.  

F. Bayraktar: Aslında bizde, eğitimli demeyelim de öğretim görmüş insanlar var. Yaşam konusunda, ilişkiler konusunda, düşünsel anlamda hiçbir eğitim almışlığımız yok. Eğitim işi tamamen bireylerin kendilerine ve biraz da ailelere kalmış durumda. Bunun doğruluğunu üniversite okumuş, ama eline ders kitapları dışında hiçbir kitap almamış kişilerin çokluğuyla test edebiliriz.  

İnsan üzerine, ilişkiler üzerine hiç düşünmemiş, evliliği zorunlu bir ilişki biçimi olarak kabul etmiş, bir iş yapıp para kazanmayı varoluşu için yeterli görmüş, altyapısı olmayan, gereksiz gurur abideliğine soyunmuş bireylerin, ortaya çıkan sorunları açıkça ve dürüstçe tartışmaları, çözüme ulaştırmaları elbette çok zor. Ben bu duruma “yetişkin olamama hali” diyorum. 

Yetişkin bir bireyin; ilişkileri yönetebilme, kendini ifade edebilme, sorun çözebilme, kendi olarak kalabilmek için mücadele edebilme yetkinliğine ulaşması beklenir. Elbette, tüm ilişki biçimleri gibi evlilik ilişkisi de hiç kolay değildir. Ancak, iyi gittiği düşünülen evliliklerde bile, eşlerin bir olayı, bir sorunu, bir durumu tartışabildiklerine, hassasiyetlerini paylaştıklarına, birbirlerini dinleyip anlamaya çalıştıklarına çok az tanık olunur. Özellikle çocuk olduktan sonra, eşlerin tüm yaşamlarını çocuk üzerine kurduklarına, birbirlerinden uzaklaştıklarına, dostlar alışverişte görsün misali evliliklerini sürdürdüklerine ise çok rastlamışızdır. Sonuç; hesaplı, entrikalarla yürüyen, aman sorun çıkmasın diye pek konuşulmayan, sevgi ve saygının kalmadığı evlilikler. Klişe olacak, ama gerçekten de yaşamasını istediğimiz her şey gibi sevgi de emek istiyor. 

S. M. Yüksel: “Edebiyat ne işe yarar?” sorusuna öykülerinizin ışığında yanıt vermek gerekirse bir alıntı yapmak istiyorum: “Aşkın gözü kör diyorlar filmlerde, bence sevginin gözü sonuna kadar açık. Sevgiye emek verirsen ömür boyu ayakta kalır.” (s. 58) Olumlu, yönlendirici, aydınlık bir öneri. Edebiyatın böyle bir işlevi olması gerektiğini düşünüyor musunuz ya da anlatmak/göstermek/dikkat çekmek yeterli mi? 

F. Bayraktar: Yazarlar, dünya görüşlerini, yaşama bakışlarını kahramanları üzerinden elbette bir şekilde ifşa ederler. Ama bunlar, mutlak doğrular olarak değil, farklı bakış açılarının gösterilmesi olarak düşünülmelidir. Her kahramanın düşüncesi ya da davranışı okura, “böyle de bakılabilir” şeklinde bir gösterme, soru işareti oluşturma çabasıdır. Yazar da bu seçimleri, önerileri zihninde tartışarak yazar. Düşünen zihinler, bilgiyle, kurdukları bağlantılarla, kendi yaşam tercihlerini oluşturacaklardır. Edebiyat bir öğreti ya da eğitim alanı, yazar da bir otorite değildir elbette.  

S. M. Yüksel: Dünya var oldu olalı demeyeceğim ama bir yerden sonra (O, farklı bir konu olduğu için oraya girmeyeceğim.) kadın ve erkek arasında kadının aleyhine bozulan denge bir daha kurulamamış. “Soylu Cesaret” öykünüzdeki şu cümleler “Yirmi yıldır annemden ayrı yaşayan yetmiş yaşındaki babam, benimle anneme haber gönderiyor, evlenirse öldürürüm diye. Babam ayrıldıktan bir yıl sonra evlendi, annem o zaman babamı öldürmedi.” (s. 72) kadının üzerine karabasan gibi çöken bir erkeği işaret ediyor. Kadın, bu karabasandan niye kurtulamıyor ya da nasıl kurtulacak? Kahramanınızın da dikkat çektiğiniz gibi “hiçbir şey için kocasını suçlamayıp hatayı kendisinde bulan kadınlar”ın varlığı da anımsanırsa, iğneyi kadınlara da batırmak gerekir mi, dersiniz?  

F. Bayraktar: Şirin’in başkalarında fark ettiği ve bazen eleştirdiği zayıflıklar, hatalar, bakıyorsunuz kendisinde de var. O da bir insan ve bir kadın. Belli geleneksel yargılara göre büyütülmüş. Örneğin arkadaşlarının evlilik merakını katı bir dille eleştirirken birden Haşmet’e tutulması ve onunla evlilik yoluna girmesi… Aşk’ı bir yana koyarsak, Şirin’in ve Haşmet’in aynı duyarlılıkta bireyler olduğunu söyleyemeyiz. Kişisel alanlarını belirlemiş olsalar da, ikisi de ilişkide olması gereken şeffaflığı, paylaşımı yakalayamamış görünüyor. Yine de sevgi üzerinde yürüyen bir ilişki var ve buna da şükür dedirtiyor. “Kaçın Kurası” başlıklı öykü, Şirin ve Haşmet’in çelişkilerini, ilişkilerindeki acemiliklerini, yetişkin olamamış hallerini mizahi bir dille ortaya koyuyor.   

S. M. Yüksel: Sözü “Sen kim, benden boşanmayı göze alabilecek kadın kim? Tek başına sen bir hiçsin.” (s. 74) diyerek psikolojik manipülasyonla (gaslighting) eşlerine psikolojik tacize maruz bırakan erkeklere de getirmek isterim. Bunun örneklerini ne yazık ki çevremizde çok görüyoruz. “Değiştireceksin yaşamını cesaret tam da burda.” (s. 76) demekle yetinmeyip kadınlara bu cesareti kendilerinde bulmaları yolunda başka neler söylenebilir? 

F. Bayraktar: Kendi iç seslerine ve güçlerine ket vurulmasa ya da bazı destek mekanizmaları olsa, kadınlar oldukça cesur ve kararlılar aslında. Çok fazla tanık olduğum, karar ve başarı hikâyesi var bu konuda. Elbette her verilen kararın, beklenmeyen sonuçları ortaya çıkabilir. Ancak bu, erkekler için de geçerli. Bence en önemli konu, bir insanın ne isteyip ne istemediğine karar verebilmesi (bunun için, kendimizi tanımaya ihtiyacımız var) konusundaki yetersizliğimiz, bu karar doğrultusunda çekilecek çileler varsa, göze alabilmesi. Göze alamadığımız her şey bizi ya hayattan koparıyor ya da yaşayan ölü haline getiriyor. Aile ilişkilerindeki dürüstlüğü, adaleti, samimiyeti bu nedenle çok önemsiyorum. Çünkü, bireysel bağımsızlığını kuramamış bir kadın, vereceği kararlarla ilgili öncelikle ailesinden destek bekliyor. 

Kendine güvenli, ekonomik bağımsızlığı olan, nasıl bir yaşam istediğine karar verebilen bireyler yetişmeli diye düşünüyorum. Bunun yolu da çocukluktan başlayan eğitim süreci. Maalesef bizim toplumumuzda çocuklar (bizler de öyleydik) korku, baskı ve güvensizlik üzerinde büyüyor. Kantarı kadın aleyhine bozulmuş düzende, kadınlara cesaret aşılayabilecek ikinci şey ise, elbette sosyal destek sistemidir. Özellikle maddi sorunların, insanların yaşam biçimlerini belirlemelerinde bir kısıt olmaktan çıkarılmasıdır. Her iki konuda da umutlanacak durumda olmadığımızı söyleyebilirim. 

S. M. Yüksel: “Kati Çizgiler” adlı öykünüzün kahramanında sanırım, pek çok okurunuz kendinden izler bulacaktır. Kendimizi, hayatı fazla ciddiye almadan kendimizi biraz da akışa mı bırakalım? “Hayat siyah beyaz değil, griler de var.” (s. 65) Kahramanınız Şirin her ne kadar sözü “Bütün kati çizgilerimi olması gereken yere yerleştirdim,” diye bitirse de ne söylersek söyleyelim kimsenin kolay kolay fikrini değiştirmeye yanaşmadığı bu dünyada, “ne olursa olsun eyvallah” desek hakkımızda daha hayırlı (!) olmaz mı?

F. Bayraktar: Kitaptaki öykülerin hepsinde, insanın kati kurallara uymada, baskılanmada her an isyan bayrağını çekebileceğini görüyoruz. Evet, kan bağı çok da tanımlanamayacak, üzerine ahkam kesilemeyecek özel bir bağ. Kızarız, isyan ederiz, reddederiz ama yine de ailemizle ilişkimizin iyi olmasını isteriz. Sığınacak bir liman gibidir bizim toplumda aile. Ne yazık ki, aileler çocuklarının büyüdüğünü, yetişkin olduğunu, ilişkilerine kendilerinin karar vereceğini, özel uğraşları olabileceğini, işlerinin ve özel hayatlarının farklılıklarını kabul edemiyor. Kendi ilişki biçimini, kendi sınırlarını, geleneksel yapısını çocuklarına dayatmaya çalışıyor. Bu noktada en çok “El âlem ne der” mantığı çalışıyor. “Nasıl bir anlayış bu? Ne Ayak” diyorum ben de… 

S. M. Yüksel: “Evrenin bildiğimiz en akıllı varlıklarının yaşadığı dünyanın durumu” kafalarımızı karıştırıyor.  Düşünmeye başladığımızda “Başın boktan çıkmaz o zaman,” (s. 65) diye karşımıza dikilse de öykü kahramanınız, sormadan edemeyeceğiz sanırım. Orhan Veli’nin “Düşünme, arzu et sade/Bak, böcekler de öyle yapıyor” dizelerinde bir eleştiri mi gizli, yoksa “Biz insanlar mı abartıyoruz acaba dünyayı, yaşamı, insanın zekasını?” (s. 18)  diye soran öykü kahramanınızla mı buluşuyor? Nedir bu işin aslı?

F. Bayraktar: Öncelikle, Orhan Veli’nin dizelerinde ince bir eleştiri olduğu düşüncesindeyim. Böceklere gönderme yapması, bu düşüncemi doğrular nitelikte. 

Biliyoruz ki, insan karmaşık bir varlık. En önemli özelliklerinden birisi de anlam yaratma/ bulma ihtiyacında olması. Bu ihtiyaç, yaşamasının en temel dayanağı. Ölümlü bir hayata sahip olması ona bir eksiklik, anlamsızlık duygusu verirken öte dünya inancında da görüldüğü gibi insana aşırı anlamlar yükleyerek dünyadaki yaşamı kısıtlıyor ve zehir ediyor. 

Varoluşçuluk düşüncesine göre, insan istemsizce dünyaya fırlatılmış bir varlık. Güvenli alanından, anne karnından çıktıktan sonra boş bir levha gibi kendini doldurmaya, oluşturmaya çalışır. Öyle zor bir süreçtir ki bu, insanda varoluş bunaltısı yaratır. 

Aydınlanma düşüncesi ve modernizm, insanı en yüce varlık düzeyine çıkarmış, dünyanın ve tüm diğer varlıkların insanın hizmetinde olması gereğini ileri sürmüştür. İddiaya göre, bu yolla insan refaha ve mutluluğa erecektir. Ama beklenen olmamış, insanlık o dönemden bu yana büyük savruluşlar yaşamış, felaketten felakete koşmuş, neredeyse insanlığını yitirmiştir. Aydınlanma düşüncesi ile birlikte kutsanan akıl dediğimiz şey, elbette önemlidir, ama insanın kendi çıkarına çalışır hem de kısa vadeli çıkarına. 

Karşılaştığımız bir kötülük karşısında hep şu cümleyi kullanırız; “Bunu yapan insan olamaz.” Bu düşüncemizi bırakıp “İnsan bu” düşüncesini benimsememiz kaçınılmaz oldu. İnsan çelişkileriyle, dürüstlük ve kaypaklıklarıyla, ilkeleri ve işine geldiği gibi tavır almasıyla, mütevazılığı ve kibriyle, iyiliği ve kötülüğüyle bu… İnsanı böyle kabul edeceğiz anlamına gelmiyor bu kabul. Demek istediğim, dünya var oldukça, iyi ve kötünün her biçimini üzerinde taşıyan insanlar var olacak ve “iyilik” erdemini üzerinde taşıyanlar düşünecek, taşınacak ve kötülükle mücadele edecek…

S. M. Yüksel: Şirin rüyasında bile sorularla cebelleşiyor. Entelektos’un Tolstoy’dan da aşina olduğumuz bir sorusu var: “İnsan neyle yaşar?” Eşi Haşmet, Şirin’in sorusunu yanıtsız bırakıyor: “Haşmet, sen ne için yaşıyorsun?”(s. 133) Haşmet, “Sen yine bu akşam çok mu kitap okudun?” diyerek eşine çıkışıyor, arkasını dönüp uyumaya devam ediyor. Okurunuza iki yol mu çiziyorsunuz? Kitap okuyup sorularla cebelleşin ya da uyumayı sürdürün.

F. Bayraktar: Okura yol çizmek değil tabii ki bu, ama her türlü insan var demek istiyorum sanırım. Aynı evde yaşayan, benzer yollardan geçmiş ve hatta ortak noktalarının çok olduğunu düşünüp evlenmiş iki insanın, olaylara, insana ait sorunlara bakışının, duyarlılığının farklılığını, her iki tavrın da insana ait olduğunu, aslında bu durumun da gülünç olduğunu göstermek istiyorum.   

S. M. Yüksel: Edebiyata/öyküye verdiğiniz emeği biliyoruz. Böyle uzun bir söyleşinin ardından “Kitabınızı ilgiyle, severek okudum” dediğimde okurların bunun öznel bir yargı olmadığı sonucuna varacaklarını düşünüyorum. “Ne Ayak”ın ulaşacağı okurlarla edebiyat dünyamızda hakkettiği yeri almasını dilerim. 

F. Bayraktar: Öykü kitabımı çok dikkatle okumuşsunuz. Gerçekten çok önemli noktalar üzerinden sorular sordunuz. Hem sorularınız hem de okurlara öneriniz için çok teşekkür ediyorum. Bizim Çağ Edebiyat’a da başarılar ve uzun bir ömür diliyorum. 

.

.