Fuat Sevimay’la Söyleşi

7 Ekim 2023
Söyleşi: Bizim Çağ Edebiyat



Fuat Sevimay:
“Hayata dair bir şeyler yazmak istedim.”

Bizim Çağ Edebiyat: Gör Bağır’daki dokuz öykü nasıl bir araya geldi? Öyküleriniz aynı çatı altnda neler gözetilerek buluşturuldu?

Fuat Sevimay: Gör Bağır,  benim 2. öykü kitabım. İlk öykü kitabın Ara Nağme. Onlar daha erken zamanda yazdığım öyküler. O zaman hangi öyküleri bir araya getireyim, hangileri dışarda bırakayım,  çok derin bir fikrim yoktu. Ara Nağme’de çok planladığım bir sıralama olmadı. Şunlar iyidir deyip onları kafama göre sıralamıştım. 

Gör Bağır’da  öykülerin kendi içinde yapıya dair bir bütünlüğünün olmasını arzu ettim.  O  dokuz öyküde, dikkat eden okurlar olmuştur, kalp grafisi gibi tık tık atan bir yapı vardır. İlk öykü 5-6 sayfa iken sonraki öykü uzundur.  3. öykü yine öyle, sonra 5-6 sayfa, sonra kısacık bir öykü,  tekrar 5-6 sayfa, tekrar uzun.  İn çık ritmi andıran bir yapısı var öykülerin. Bu ritmin dışında öyküleri sıralarken  ister ironik olsun, ister dramatik ya da tarihte geçsin, hepsinin aslında biraz da kitabın adıyla bağdaşan görüp bağırdığımız, görelim artık, bağıralım dediğimiz öyküler olması.  Kimi görmemeyi tercih ettiğimiz, kafamızı döndürdüğümüz ama yazarın bakın burada bir şey oluyor, bunu da görün,  tarihte oluyor, İspanya’da oluyor, Türkiye’de oluyor, gözümüzün önünde oluyor. Hepsini biliyoruz aslında, kimsenin onları görmediğini zannetmiyorum ama görüp bağıralım artık dediğimiz öyküler… Böyle bir derdim vardı.

B. Ç. Edebiyat: Neşeli günlerdik her şeye rağmen.” “E” adını verdiğiniz öykünüz, pozitif bir cümleyle başlıyor. Ardından okur, “her şeye rağmen”in neleri içerdiğini öğreniyor. “Millet coronadan takır takır kırılıyor, dükkanlar, işyerleri hepten kapalı, turuncu kafa her gün bir laf yumurtluyor ama olsun. Biz dalgamızda, dümenimizdeyiz.” (…) Döviz almış başını gidiyor, cep delik, cepken delik, işsisiz ve yarınımız belirsiz ama olsun.”

Böyle bir ortamla “neşeli günler” nasıl buluşuyor? Dünya yansa umurunda olmayan üç genç (Ferdi, Salih, anlatıcı) mi var karşımızda?  Ki hiçbiri de “bir baltaya sap olabilmiş” değil. Yaşını başını almış, aklı başında yetişkinler olarak (!) içimizden “Ne olacak bu gençlerin hali?” demek mi gelmeli?

F. Sevimay: İsterseniz önce bir baltaya sap olmak ya da olmamak nedir, onu tartışalım, oradan neşeli günlere geçelim. Bunu bir düşünmek lazım. Öyküde aynı mahalleden üç arkadaş (Öyküde adı geçmiyor ama onu sonradan tiyatroya uyarladığımda Arif diye adlandırdım, Arif, Ferdi ve Salih) akşam vakti sahilde buluşmuş,  günün geyiğini yapıyorlar. Arif’in derdi aşk. Emel’e deli gibi aşık. Öykünün adı da oradan geliyor, Emel’in E’si. Ferdi, dünyayla dalga geçerek hayattaki saçma sapan şeylerden kaçıyor. Salih, imam hatip kökenli. Amcası müteahhit. Adı tersten Kamil. Bir ilçenin futbol takımının as başkanı. Salih, onun yanında çalışırken kovulmuş. Bu gençlerin hiçbiri bir baltaya sap olamamış. Baltaya sap olan kim? Kamil. Baltaya sap olmak değil, baltanın ta kendisi. Olağanüstü zengin. Etkili başkan Kamil mi olacağız, Salih mi? Bu gençler iyi. 

Neşeli günler, 70’lerin Yeşilçam dünyasıdır. Münir Özkul, Adile Naşit… Bu memleket aslında oylar çalınsa da, döviz alıp başını gitse de her şeye rağmen neşeli günler. Bunun fakirlikle zenginlikle alakası yok. Memlekette tersten Kamiller var. Müteahhitler var. Yine de o gençler neşeli. Neşeli derken mutluyuz, mesutuz, işimiz gücümüz var değil. Çok da mutlu mesut olacak durumda değiller ama yaşıyorlar, takılıyorlar, erguvanlar açacağı için mutlular, beyaz leblebi alalım, biraz eğlenelim gülelim. Emel’e aşık Arif, ona bir yüzük alsam, altın mı, gümüş mü diye düşünürken… Seyyar satıcılık yapıyor, arada annesinin zeytin bahçesinden gelen para da olsa zengin değil sonuçta. FEB bankasının tabelasını çalmak, E’yi Emel’e hediye etmek Ferdi’nin düşüncesi. Enterasan düşünceleri var Ferdi’nin.  Her şeye rağmen neşeli günler. Bekçiye rağmen. Tabelayı çalmaya kalkan gençlerin karşısına çıkan bekçiye rağmen. Tabelayı söktük, hata ettik ama tekrar takabiliriz. Safiyane. Mahalle karakolu, oradan Vatan Caddesi… Bekçinin derdi ispat. Ben bekçiyim, bana bir üniforma giydirdiler, suç unsuru buldum, yakaladım. Kamil’i yakalasana! Kamil, deniz kumu kullanıyor Maraş’ta, Adana’da, Antakya’da. Onu yakala! Öyküm, aslında devlet vatandaş ilişkisini sorgulamamızı isteyen bir öykü. Salihler,  Arifler kendi kendilerine takılıyorlar, kimseye zararları yok ama onlar hapse giriyor. Arif hapisteyken af çıkıyor. Hırsızlar, dolandırıcılar, tecavüzcüler salıveriliyor, Arif içerde. Belki de Arif için ses olabiliriz dedirten bir öykü. Karakterlerimin arkasındayım. O gençler iyi gençler. 

“Konuşmak için birbirimize benzememiz gerekmiyor. Çok farklı dünyalardan, farklı siyasi etnik kökenlerden, farklı cinsiyetten olsak da konuşmamız lazım. ”

B. Ç. Edebiyat: Arkadaşlıkların temelinde birtakım duygu ve düşünce ortakları aranır. Öykünüzdeki üç genci (Ferdi, Salih ve anlatıcı) bir araya getiren pek de böyle bir ortaklık değil. Birbirlerinden farklılar ama iyi arkadaşlar. Bu kadar birbirimizi ötekileştirdiğimiz bir ortamda “Bu da olası mı/olası olmalı mı?” diyorsunuz? 

F. Sevimay: Normali bu. Konuşmak için birbirimize benzememiz gerekmiyor. Çok farklı dünyalardan, farklı siyasi etnik kökenlerden, farklı cinsiyetten olsak da konuşmamız lazım.  Bu öyküyü yazarken bir mahalle öyküsü olmasını istedim. Bu, mahalle güzeldir değil. Bugün yalnız ülkemizde değil tüm dünyada öyle, gettolarda yaşıyoruz. Kendimize benzer insanlarla muhabbet ediyoruz. Kadıköy’de buluşuyoruz. Aaa, ne güzel, diyoruz. Kadıköy’de benim gibi tiyatro izleyenler var, çok güzel muhabbet ettik. Başka birileri de diyor ki semt ismi önemli değil, benim gibi insanlarla buluştuk. Sosyal medyada bile bayağı gettolarda yaşıyoruz. Siz burada takılın, fazla karıştırmayın, işçiler burada yaşasın, daha varlıklı olanlar golf kulübüne gitsin,  mahalleliler şuraya, dindarlar falan… Neden?  Birbirimizi anlayalım, aydınlatalım diye bir iddiam yok. Konuşmamız için birbirimize benzememiz gerekmiyor, aynı mahallede yaşamamız yeter. Bu gençlerin üçü de aşık, kadınlardan hoşlanıyor. Arif duygusal anlamda aşık. Ferdi bankacıyı kesiyor.  Salih lunaparka gittiğinde balerinin eteğinin altından bakıyor, bu yeter. Daha fazlasına gerek yok. Hepsi covidi yaşıyor, hepsinin cebinde fazla para yok ama olanı birleştirip bira alıyorlar, Salih içmeyecek oluyor ama sonra o da bir fırt çekiyor.  İyi ki birbirlerine benzemiyorlar. 

B. Ç. Edebiyat: Düşünsel çatışmalara girmiyorlar.

F. Sevimay: Düşünsel çatışmalara girmelerine gerek var mı? Kızlarla kadınlarla nasıl muhabbet edecekleri, kolyeyi şöyle mi böyle mi alacakları düşünsel boyut değil mi? Bizim bu gençlerden Kant felsefesi, sosyalizm, kapitalizm falan mı beklememiz gerekiyor? Memleket ne olacak? Bunların hepsine çok kafa yormamız lazım ama bunlara kafa yormamız ben şu partiye oy verdim falanla mı sınırlı? Hayır. Hoşlandığı kızla nasıl ilişkiye gireceği de fevkalade siyasi, toplumsal bir şey. Yaşamak bile kendi başına siyasidir. Öykü covid döneminde, kapanma günlerinde geçiyor. Hiç unutmuyorum, nisan ayıydı, 8 nisan, saat onda birden cuma akşamı kapanıyoruz kararı çıktı. Herkes gidip marketleri talan etti. Ne yapıyorsunuz arkadaş, manyak mısınız, bu nasıl bir kapanma diye eleştirmek yeterince düşünsel değil mi? Hayatımızdaki her şey düşünsel. Biz mevzuları çok fazla kodluyoruz. Bu gençlerin kızlardan hoşlanıyor olması bana yeter, Boğaz’da erguvanların açacak olması. Boğaz’daki erguvanları talan etmek isteyenler var, Kamiller var. Bunlara karşı ne oluyor? Biz sahilde geyik yapıyorduk, siz geldiniz, sokağa çıkma yasağı, oradan hapis…  Bu fevkalade düşünsel.  Akan bir hayat var.  Bu gençlerin biri işsiz, amcası kovmuş, işsizlik maaşı kuyruğunda beklemiş. Orada aklından ne geçtiyse çok fazla hayatımıza dair. Arif’in annesini düşünmesi, hapiste aklından Emel’i geçirmesi… hayata dair. Ben bu öyküde hayata dair bir şeyler yazmak istedim. Koyu sloganlara gerek yok. 

“Saçma sapan bir şeyler yaşadılar ama Emel E’yi almış, Arif’i ben de ziyaret etmek isterim demiş, yeter.  Üç gencin bundan başka bir balta istedikleri de yok. Onlar gibi insanlar iyi insanlar.”

B. Ç. Edebiyat: Kahramanlarınızın önemli bir özelliği daha var: Birbirlerini seviyorlar. Arif’in başına gelenler…  Biri gözcülük yapması gerekirken bırakıp kaçıyor, biri tabelayı alıp kaçıyor, Arif orada tek başına kalıyor ama sonrasında bakıyoruz ki öykünün sonlarında Arif onları özlediğini söylüyor, özlemişim onları diyor. Bu duygu onları bir arada tutuyor.

F Sevimay: Kesinlikle. Arif özlüyor. Arif’e kıyasla daha fırıldak Ferdi bile onun çıktığını duyunca çok seviniyor Salih içeri girmiş.  Bunu beklemiyoruz Salih’ten.  Amcaya kafa tutmuş. Salih erketeye yatacak, bekçiyi görünce arkadaşlarını uyaracak ama görür görmez sıvışıyor. Çok insani bir hareket, insancıl değil. Hepimiz yapabiliriz. Arif kızmıyor. Salih’in o gecenin etkisiyle dellenip amcasının inşaatına gidip duvarına “Yugoslav faulu” yazması, merdiveni kırması, bu nedenle içeri girmesi bir ortaklık sağlıyor. Bizim derdimiz Salih’le, Arif’le değil. Tersten Kamil’le. Vatan Caddesi’ndeki savcıyla. Savcı, Kamil sen deniz kumu kullanıyormuşsun, demiyor. Arif’i, Salih’i tutukluyor.

Bir şey daha anlayatım. Öykünün iki yarısı var.  Bankanın tabelasının alınması. O benim 20 yıl önce teyzemin anlattığı gerçek bir hikaye. Teyzemin adı E ile başlıyor, rahmetli eniştem küs oldukları bir gün, o zaman Emlak Bankası var, bankanın E’sini alıyor, sonra gerçekten çamaşır leğeni oluyor o E.  İkinci kısım ise benimle alakalı. Gerçek hayatta ev hapsini başka sebeplerle alan benim. Beş ay ev hapsinde, ayağımda elektronik kelepçeyle kaldım. Kendimle ilgili bu olayı bir öyküye dönüştürmek istiyordum ama asla depresif olmasını istemiyordum. O yüzden teyzenin hikayesini ev hapsine bağlasam oradan devlet vatandaş ilişksine, tatlı bir öylü çıkar diye düşündüm.  Ferdi ile Arif bir araya geliyor, öykü tatlı bir Boşnak türküsüyle bitiyor. Saçma sapan bir şeyler yaşadılar ama Emel E’yi almış, Arif’i ben de ziyaret etmek isterim demiş, yeter.  Üç gencin bundan başka bir balta istedikleri de yok. Onlar gibi insanlar iyi insanlar. Bizim erk’le sorunumuz olmalı.  Sadece Pendikli gençler değil, dünyada devlet vatandaş ilişkisi çok garabet bir yere gitti. Görüp bağırmamız gereken yer orası. 

B. Ç. Edebiyat: Öykünüz, geçtiği dönemde bizleri üzen, rahatsız eden, bize zarar veren (dokunan)… pek çok olayı da kısa kısa önümüze seriyor. Gabar dağında kolu sakatlanan Ferdi, tarikat tayfalarına takılan (Salih) gençler, KHK ile görevlerinden alınanlar, aç mısın açık mısın demeden kapı önüne konan insanlar, bankadan kredi çekip ödeyemeyenler, (belediye başkanına kanını içirmekle tehdit edenlerin serbest bırakılıp alt tarafı Emel’i sevenlerin ayaklarına eloktronik kelepçe takılan) adaleti kıyıda köşede kalmış memleket… uzayıp gidecek bir liste. Okurunuza dolaylı olarak “İlle bağıracaksanız mesela azıcık da memleketin haline bağırsanız!” diyorsunuz ama sizi dinleyecek olsalar ortalığı saracak çığlıklarla başedebilir miyiz dersiniz? Sessiz sakin, iyi değil miyiz?

F. Sevimay: Baş edecekler siz biz değiliz. Biz bağıracağız. Baş etmesi gerekenler oy çalanlar, paramızı çalanlar, ormanlarımızı yok edenler, kentlerimizi betona boğanlar…  Bağıralım arkadaş!

Ferdi’nin çolak koluna gelelim.  Biz onun çolak kolunu konuşmuyoruz, bir baltaya sap olamamasını konuşuyoruz. Ferdi, bu dünyayı yaksa yeridir. Arif, Vatan Caddesi’nde sorgulanırken de dikkatini çekiyor, masada takvimde yazıyor: Toprakları toprak yapan üstündeki kandır. Biz hep bununla büyüdük.  Buna bağırmayacak mıyız? Dünyanın her yerinde, Japonya’da, Amerika’da, Fransa’da, Mısırda..  gençlere vatan, toprak, kan diyorlar. Ülkemiz için yaşasak, güzel güzel yaşasak… Ülkenin adının önemi yok. Ukranya’yla Rusya da olabilir. Gençlere bir şey oldu mu, olmasın! Bunlara bağıralım. Görüp bağırmak lazım.

“Ütopik düş kurmuyoruz, hakkımızı istiyoruz. Bu memlekette, kimseye zarar vermeden, emeğimizle özgür yaşamak istiyoruz.  Bu niye ütopya olsun?” 

B. Ç. Edebiyat:  Öyküde geçen bir cümledeki dileğe ben de can-ı gönülden katılıyorum: “Güzel güzel yaşasak olmaz mı?” Soruyu aslında insanlık tarihi yanıtlıyor: Olmaz! Buna karşı çıksak, “Olur!” desek ütopik bir düş mü kurmuş oluruz? “Niye hep kan?” Solmasınlar diye çimenlere basmamamızı isteyen devletler “kan, feda, ölüm” sözcüklerini de dilimizden uzaklaştırsalar olmaz mı? 

F. Sevimay: Hiç katılmıyorum size. Şuradan düşünün, edebiyat konuşuyoruz. Bir adam 1700’lerde Thomas More, Ütopya diye bir roman yazmış, adı üstünde.  Her şeyin altın çağı ütopya aslında. Thomas More ile başlamıyor,  Hz Muhammet devri de altın çağ,  Roma İmparatorluğu,  Osmanlı  Devleti, hepsi altın çağ.  Müthiş bir şey var orada. Sonra biz modern edebiyatta deli gibi distopya okumaya başaldık. Ütopik düş kurmuyoruz, hakkımızı istiyoruz. Bu memlekette, kimseye zarar vermeden, emeğimizle özgür yaşamak istiyoruz.  Bu niye ütopya olsun?  Çok özel bir şey istemiyoruz. Birbirimizin haklarına saygı duyarak yaşamak istiyoruz. Kentlerimizi betona boğmak istemiyoruz, ormanlarımız kesilsin istemiyoruz.  Erguvanlar açsın istiyoruz. Arif’in, Ferdi’nin, Salih’in başka derdi yok.

B. Ç. Edebiyat: Doğa ve İstanbul da bu öykünün kahramanları. Millet virüsten kırılsa da bu, çınarın dallarının ve güzelim yapraklarının umurunda değildir. Mevsim bahardır, yapraklar yürür dallara. Onlar yeşerir, insanların gönlü şenlenir. Virüs insanları evlere kapamıştır ancak onlar Boğaz’a uzanamıyorlar diye erguvanlar açmamazlık etmez. Hatta (çekirdekleri çitleyip kabuklarını ortalığa atan) insanlara rağmen kendine bir yol bulup sıyrılır, başlarını uzatır çiçekler. (Belki de sevmiyorlardır insanları.) Işıl ışıl Büyükada, heybetli Burgazada, mimozalarıyla Kınalıada… Başına olmadık işler açılan kahramanınızın yaşama bağlılığının ardında doğayı ve yaşadığı kenti sevmek var diye düşünebilir miyiz? Kendimize soralım mı istiyorsunuz doğanın/yaşadığın yerin farkında mısın diye? 

F. Sevimay: Kesinlikle.  Çok doğru, orada bir doğa güzellemesi yok. Doğa güzeldir değil.  Neşeli günler olabilmesi için çınarın filiz vermesi, Boğaz’da erguvanların, adalarda mimozaların açmasından söz ediyoruz. Bu ütopya falan değil. Güzel, sade, yalın, insani bir şey. 

Sonun Ardı diye bir öykü var kitapta.  Doğanın dünyayı yavaş yavaş ele geçirdiği bir öykü. Onun için Sonun Ardı. Doğa önemli ama çiçekleri sevin, böcekleri koruyun boyutunda değil. Doğanın bir parçası olduğumuz için doğa önemli. Kent doğası da çok önemli. Aydos ormanları, Gezi Parkı çok önemli. Kent doğası rant uğruna katlediliyor. Biz erguvanlar açmış diyen Ariflerin yanında mı olacağız yoksa şuraya da ne güzel AVM dikilir diyenlerin mi?  Safımız çok belli. Ne oldu o mahallelere? Siteleri biz kurduk, gökdelenleri biz diktik. Onlar yapılırken biz sustuk.  Kent doğası mahvolurken konforlu alanımızdan dışarıya çıkmadık.  Senin çocuk nerede okuyor, ne giyiyoruz bunları konuştuk. O arada Arif hapse giriyordu belki. Gör Bağır’ın özeti bu.

B. Ç. Edebiyat: Görüp bağıranların çoğalması dileğiyle söyleşimizi bitirelim mi?
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.