5 Haziran 2025
Aygül Aydoğdu

Tıp dünyasından tanıdığımız Prof. Dr. Esin Şenol yalnızca bilimin değil edebiyatın da ardına düşmüş bir isim.
Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar adlı kitabıyla da edebiyat alanında kendine özgü bir yankı bıraktı. Biz de Esin Şenol’la edebiyatla kurduğu bağı, kadının toplumsal ve bireysel varoluş savaşımını ve kitabın ortaya çıkış sürecini konuştuk.
Aygül Aydoğdu: Pandemi döneminin kaygı dolu ikliminde, medyada ilgiyle izlediğimiz bir hekimdiniz. Şimdi ise büyük bir merak ve heyecanla ilk romanını okuduğumuz bir yazar olarak duruyorsunuz karşımızda. Sizi edebiyat yolculuğuna çıkmaya ikna eden nedir; bir duygu, bir düşünce, içsel bir patlama belki de hayallerleriniz? Bu dönüşümün ilk adımlarını bizimle paylaşır mısınız?
Esin Şenol: Pandemi hepimizi önüne katan korkunç bir fırtınaya benzetilebilir. Ben de o fırtınadan kurtulmak isteyenlerin atladığı bir teknenin dümenindeydim. Ama yalnızca dümen tutmak yetecek gibi değildi.
Mesleki, sözel, edebi, felsefi biriktirdiğim ne varsa hepsini harmanlayıp hem kendi umut ve direncimi artırmaya hem de insanları güvenli limanlara bırakmaya ve yönlendirmeye koyuldum. Tatar Çölü kitabındaki (Dino Buzatti ) Teğmen Dragonun hikayesi gibi biraz ama ben onun gibi yalnızca o anı beklemiyordum, zaten koşuşturup duruyordum.
Şimdi zamanı yırtan o afeti, üstlendiğim rolü , o günlerde girdiğim dehlizi düşününce tuhaf bir şekilde “sanki böyle bir şeyin başıma geleceğini hep biliyor gibiydim” diye düşünüyorum. Belki de tüm yazgısal olaylarda kişi böyle hissediyordur.
Aslında ben hep yazar ya da gazeteci olacağı öngörülen, çok okuyan ve fena yazmayan, sanata, edebiyata çok meraklı bir kişiydim. Ama 12 Eylül’e doğru koşar adım yuvarlandığımız lise yıllarımda hem toplumsal yaşam hem aile ortamı çok baskındı. Zamanı iyi oyalamak konusunda da çok becerikliydim ve çok çalışıyordum Akademik başarım da yüksekti. İstediğim yeri kazanabilecektim, dileğim yazmaktı ama onu kazanmaya gerek yok diye düşünmüş olmalıyım.
Üniversite tercihimi yakın çevreme dahi haber vermeden tıp olarak yazdığımda zannederim aklımdan geçen, güçlenmek, beni zayıf düşüren, özgürlüğümü tehdit eden, uğursuz aşklara kapı açacak o yoğun düş gücümü terk etmek, okumayı sürdürmek ama yazmak isteğim hâlâ sürerse onu da emekliliğe ötelemekti. Ama pandemi beni tüm sınırlarımdan, duvarlarımdan özgürleştirdi.
Engin Geçtan Hayat kitabında seçimlerimizin akılla yapılmadığını söylüyor: “Seçim, Kierkegaard’ ın vaktiyle ‘kader sıçraması’ dediği yoğun bir özgürlük anında yapılmıştır.” Ben de öyle düşünüyorum. Önce T24’ün benden pandemi ile ilişkili istediği yazıları adeta birer edebi metne dönüştürdüm.
Pandemiden yaklaşık on yıl kadar önce, Dante’nin “ömrün orta yeri bir karanlık orman” dediği yaşta kaybolmaya başladığım ormanda ıslık çalmak için UMAG (Uğur Mumcu Vakfı), yazma seminerlerine katılmıştım. Orada disiplinli bir şekilde yeniden okumaya sonra da yıllardır yazmayı istediğim romanı yazmaya koyuldum. Yazdığım taslağı bir sandığa kaldırdım. Çünkü korkuyordum, benliğimi kaplayan hekimlik, akademisyenlik ile ilişkili “persona”mın zarar göreceğini düşünüyor olmalıydım.
Pandemik fırtına yatışınca sandığın kapağını açtım zira hepimiz öyle hikayesizdik ki bizi ele geçirmiş bir hikaye zaten yoktu. Varoluşun manasızlığı tüm açıklığıyla önünüze serildiğinde mana başlar ya öyle bir şey dürttü bilincimi ya da Jung’tan alıntıyla “Kendi içine bakmaya cesareti olmayan herkesin yaşamı bulanıktır.”
Benim cesaretlendiğim gibi okuyanlar cesaretlenirse ne mutlu bana.
Yaşamı daha anlamlı kılacak her şey için her şeye değer..
Yazmak, benim için yarım kalan bir aşk hikayesi biraz. Neyse ki kırık bir aşk hikayesi olarak kalmadı. Akademinin ödül ve başarı şartlanmışlıklarından arınmış bir hikaye bu. Bu, sıkışmış ruhumu özgürleştirmek yolculuğu.
Yazarak varmak istediğim bir yer, bir ödül yok.
Aygül Aydoğdu: Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar‘ı yazmaya başladığınız ilk anda, zihninizde ne vardı merak ediyorum. Bir görüntü mü, bir cümle mi, bir ritim ya da ritimsizlik mi?
Esin Şenol: Orta yaş civarı, benliğimde ağır hasar yaratabilecek bir süreç ile karanlık bir ormanda kaybolmaya başlamıştım. Bilindik tanıdık ahenk yitmişti.
Ben yön duygusu çok kötü bir insanım bir yandan da.

Özgürleşmek isteği ağır basarken kaybolmak korkusuyla yerimde çakılıyordum, tam o sırada uğruna ruhumu , isteklerimi yok saydığım her şey çürük bir şato gibi üzerime yıkıldı. Mecburen daldım ormana ve hakikaten o karanlıkta ilk kez bu kadar duyumsadığım “Ay Işığı”na vuruldum. Hüzün, cevapsız sorular yoğunlaştığında, ışıkları yakmadan terasa, bahçeye çıkıp ay ışığıyla dinginleşiyordum.
Notlarımda şöyle bir cümle var: “Ay, hüzün seremonisinin en iyi eşlikçisidir.” Öyleydi hakikaten.
Bana omuz veren, kulak veren kadın arkadaşlarım da katıldılar buna ve gerçekten de ay’ın döngülerini kovalayıp, eğlenceli ritüeller yaptık.
Ay ışığı, benim hüznü yok saymamak, geçiştirmemek, yaşama katmak yolculuğumun eşlikçisidir.
O yaşananlar geçmedi ama dönüştü yani ay ışığıyla ilişkim ve buna katılan kadınlar, kedere ve kasvete kapılamamak direnişimde karşıma çıktılar. Keder ortaklığı , dostlukların en hakikatlisi aslında. En kırılgan, soyunuk halinizle onların da kırılganlıklarını kabulleniş ve hakikatli bir arınma başlıyor. Yaralarımızı göstermekten korkarak yaralanmaktan korkar hale geliyoruz. O vakit kendimiz bir kabuk oluyoruz. Kendimiz dahil hiçbir şeyin içine giremediğimiz bir kabuk. İçeri sızabilen yalnızca Ay ışığı.
Bu, bizim sessizce üzerinde anlaştığımız en önemli sırrımızdı yani kitabın ilk öyküsündeki o sahne yaşandı. Yazmaya başlayınca da gözümün önüne ilk gelen sahne o oldu ve tümüyle yeniden canlandı.
Aygül Aydoğdu: Yazarların yazma ritüelleri hep ilgimi çekmiştir. Sizin bir yazma ritüeliniz var mı?
Esin Şenol: Akademik makaleler, konferanslar hazırlarken de hep tümüyle dışarıya kapanırım. Saatlerce masa başından kalkmam. Müzik, kahve belki arada doğa yürüyüşü… Bir de sürekli not alıyorum. Hep yanımda taşıdığım küçük defterlere bazen yürüyüş yaparken durup telefonuma not alıyorum
Romanı yazarken okumaya da ara verdim. Yalnızca şiir okudum. Alıntı sızmasın diye.
Aygül Aydoğdu: Bilimsel kimliğinizin kurmaca yazılarınıza katkısı oldu mu? Bu iki yönünüz birbirini nasıl etkiliyor?
Esin Şenol: Bilimsel kimliğim disipline, erken kalkmaya, zihni diri tutacak ritüellere alışık. Bunun gazete köşesi yazmaya da, yeniden koyulduğum ikinci roman ve denemeler sürecine de büyük katkısı oluyor.
Aygül Aydoğdu: Romanda, kadın dayanışması önemli bir tema olarak işleniyor. Kadın sorunlarının çözümü açısından dayanışmanın hem bireysel hem de toplumsal düzeydeki rolünü nasıl görüyorsunuz? Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim.
Esin Şenol: Ben şanslıyım. Aynı şehirde yaşayınca çocukluğum, gençliğimden itibaren pek çok arkadaşımdan, ritimlerimiz farklı da olsa dayanışmayı bilen bazı kadınlar düştü payıma. Ama akademik yaşamımda çok kadın arkadaşımın olmadığını belirtmeliyim.
Dayanışmanın dayanağı, şefkatten çok güçlendirici, kabullü , anlayışlı ilişkiler olmalı. Ama statü ve ekonomik sınıf ilerledikçe kadınlar iyice katılaşıyor. Ve bu noktada kadın arkadaşlığı dayanışmadan çok keyif arkadaşlığı, ortak zevkler paydaşlığına sıkışıyor. Kadın sürekli konforunu ve düzenini kaybetmek korkusu yaşıyor ve donuklaşıyor.
Kadın dayanışması var diyemem ama olmalı, olunca bireyselleşmek ve özgürleşmek yolculuğunda gereksindiğiniz o cesaretin ateşini fitiller.
Aygül Aydoğdu: Kitabınızda bir kadının kimlik arayışı, yalnız içsel bir yolculuk değil aynı zamanda toplumun ona dayattığı sınırlarla kuşatılmış, dıştan içe baskılanmış bir alanda verilen mücadele olarak da çıkıyor karşımıza. Bu çok yönlü, çetrefilli şavaşımda edebiyatın üstlenmesi gereken bir görevi, bir sorumluluğu olmalı mıdır sizce?
Esin Şenol: Edebiyat çok eril. Edebiyatta iyi yazan pek çok kadın dahi toplumsal cinsiyet anlayışına göre belirlenen bu sınırlı dili kullanıyor. Benim roman kahramanım Simin, benim romanımdaki “edebiyatçı”nın romanlarında şizoid bir karakter olurdu örneğin.
Çok sevdiğim şair Nazım Hikmet’in şiirleri için şunu diyorum: “Kadını Nazım’ın eşsiz dizelerinden kurtarıp Nazım için şiir yazan vahşi arketipine döndürünce özgürleştireceğiz.”
Kadın Yazını Üzerine, Kendine Ait Bir Kalem, (Nil Sakman) müthiş bir kitap. İhtiyacımız olan “Erkek egemen üslup ve yazınla belirlenen sınırları aşındırmak,” diyor Nil. Yapılmasını umduğum bu olurdu.
Kadının deneyimlerini, cinselliğini, düşlerini, korkularını cesurca anlattığı bir yazın. Evet, sorumluluk bu diye düşünüyorum.
Aygül Aydoğdu: Romanda üç kuşak kadının hikayesi var. Sizce zaman içinde kadın olmanın anlamı, kadının kimliği dönüşüyor mu? Bugünün kadınının en çok neyle savaşım verdiğini düşünüyorsunuz?
Esin Şenol: Bilge bir kadın arkadaşımdan emanet şu cümleyi çok severim: “Ruhlar başka, ruhların zamanı başka”
Jung da fiziksel varlıklarımız gibi, tıpkı psişenin de evrim geçirdiğini söyler.
Toplumsal cinsiyet tanımı içinde kadın olmanın anlamı ve kimliği hiç dönüşmüyor. Ama kadının kimliğiyle, benliğinin çatışmaları ve çatışma alanları dönüşüyor. Kadının en önemli savaşım alanı tüm alanlarda ikincil bir tür olmadığını anlatmak. Ama bizim gibi din ve mahalle baskısının yoğun olduğu coğrafyalarda tam bir varoluş mücadelesi diyebiliriz.
Aygül Aydoğdu: Kadın karakterlerinizin her biri sessizlik, öfke, arzular gibi farklı dillerle konuşuyor. Ancak bu çok dilli anlatım hepsinin derinlerindeki ortak bir yarayı işaret ediyor sanki. Ne dersiniz?
Esin Şenol: Doğru. Kadın analık kutsaması ile yalnızca başka bir canlıya ev sahipliği yapmak koşuluyla pencereleri hayata açılan yüksek duvarların arkasına hapis. Ancak arzusuzluk, günahsızlık koşullarını kabul ile kavuşabildiği bir konfor alanı var.
Yaratımının ilhamı olacak olan huzursuzluğunu uyutuyor, direnişi için gerekli olan öfkesini sürekli avutuyor.
Aygül Aydoğdu: Psikolojik derinlik taşıyan karakterler yaratırken bireysel ve toplumsal travmalar arasında bir ilişki kuruyor musunuz? Bir kadının geçmişindeki acılar, onun gelecekteki özgürleşme savaşımına nasıl yansır sizce?
Esin Şenol: Benim pandemide uğradığım ağır saldırı dahil bu coğrafyada olmamla, bu dönemin toplumsal travmalarıyla ve cinsiyetimle yakın ilişkiliydi.
Ben bu coğrafyada yaşamıyor olsaydım travmalarım hatta psişem de kuşkusuz farklı olurdu. Bu coğrafyada yaşayan ninemin de annemin de bireysel travmaları yaşadıkları zamanın, gelenek, adet ve inançlarının kadına dayattıkları ve dönemin toplumsal travmalarıyla yakından ilişkili. Erkek çocuk doğuramadığı için üzerine kuma getirilen ninem gibi. Kadın ve muhalif olduğum için şiddet reaksiyonu uyandırmam gibi.
Jung, nevrozların (bireysel travmalar) zaman ve mekan bağımlı olduğunu söyler.
Kuşkusuz kadın olmakla ilişkili evrensel olan ortak pek çok travmamız var. Misal ben Avrupa’da bir bilim kadını olsam başarılı, özgür ama yalnız ve yine göz önünde bir kadın olduğum için arzusuzluk çölünde kavrulan biri olabilirdim
Şüphesiz özgürleşme mücadelesi alanları kültür, coğrafya ve inanç basıncına göre farklılaşıyor.
Savaş alanımız sağkalım ve bedenimiz değilse, kentli kadın diyebileceğimiz kadının asıl mücadelesinin kendi içinde, içselleştirdiği duvarlar ve kendine çizdiği sınırlar olduğunu düşünüyorum. Kendisine biçilen rol ile uzlaşarak yarattığı konfor alanda bir uyurgezer gibi dolaşmayı kabul ediyor.
Aygül Aydoğdu: Kitabın kahramanı Simin. Adı gibi gümüşten bir kadın; kırılgan ama parlak, sessiz ama yankılı. Kendi karanlığının içinden geçerken ay ışığı sağnağına tutuluyor. Kitabın adı da oldukça şiirsel. “Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar” Bu metafor sizin için neyi temsil ediyor?
Esin Şenol: Simin akıllı, sezgileri güçlü aynı zamanda güzel ve ışıltılı bir kadın..
Dışarıdan kolayca sezilen bu özellikleri de aslında yazgısal çünkü gecenin koyu karanlığında parlayan Ay ışığı gibi ilgisiz, hoyrat bir kalabalığın fark edemediği bir boşlukta asılı da kalabilir ya da o karanlıkta benim gözlerimin alıştığı o ışık gibi insanın ruhuna akıp yıkayabilir.
Ay ışığıyla yıkanmak; bilinç dışının, o sınırsız kadim zihnin yalın, karanlığı dağıtmayan ama karanlığı aydınlatan ışığıyla yıkanmak, bunu anlatıyor.
Güzellik ve başarı yazgı değilse de yazgıyı belirliyor. Simin de ay ve gece gibi “aşk”la tamamlanmayı, bulunmayı, fark edilmeyi ve daha çok da bilinmeyi istiyor. Ama bu coğrafyada bu arayış da pek tekinsiz.
Aygül Aydoğdu: Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar‘ı, kitapta da adı geçen Carl Gustav Jung öğretileri ışığında okumak da olanaklı. Simin’in içsel yolculuğu boyunca bastırdığı, görmezden geldiği duygularıyla yüzleşmesi, Jung’un “gölge arketipi”ni çağrıştırıyor. Sizce bir kadının kendi gölgesiyle yüzleşmesi neden bu kadar sancılı ama aynı zamanda dönüştürücüdür? Bu kitabı yazma sürecinin sizde duygusal bir yankısı oldu mu?
Esin Şenol: Her insanın gölgesi vardır.
Jung gölgeyi şöyle tanımlar: “Olmadığını düşündüğün her şey, içindeki beslenmemiş susuz kalmış hayvandır.” Ama kadın, bir gölgesinin olduğunu dahi fark edemeyecek ya da ederse, pişmanlıkla, suçlulukla yanıp tutuşarak savuşturacak kadar bastırılıyor. Çünkü kendi gölgesi de dış dünyanın isteklerinden oluşan kocaman bir gölgenin gölgesinde. Bu da kadını kendi hakikatini aramaya başlamaktan dahi caydırıyor. Ya da bireyleşmek ve özgürleşmek yolculuğunda, en yakın çevresi dahil büyük çatışmaları göze alması gerekiyor. Cesaret ve güç isteyen bir yolculuk bu. Kadınlar bu yolculuğa genellikle kendiliğinden değil de büyük krizler ya da kayıplar sonrasında başlamak durumunda kalıyor. İyileşmek değil de bireyselleşmek, özgürleşmek vaadi olan bir yolculuk. Dönüştürücü çünkü en koyu yalnızlık kendimizden uzak düşmek aslında.
Jung “Gölgeyle yüzleşmek ahlaki bir sorumluluktur.” der. Zira çoktandır biliyoruz ki psişemizdeki dönüşümler de kolektif mirasa katılıyor yani genlerle aktarılıyor.
Kitap yazmak sürecimde hem bilinç dışından hem bilinçaltı arşivimden bilincime sızanlarla dehşete kapıldım.
“Gerçeklik ne ki acaba? Her şey yalnızca yaşanmışlıklardan kendi yarattığımız hikayeler mi?” sorusu sık sık zihnimin kapısını çaldı.
Aygül Aydoğdu: Bu kitapta karakterlerinizin arketipsel katmanları da var diyebilir miyiz? Örneğin Simin hem özgürleşen bir kadın hem de çağdaş bir “bilge kadın” figürü olabilir mi?
Esin Şenol: Ursula Le Guin gibi uzay gemisindeki bilge kocakarı olmak mümkün tabii ve bu, ejderhalarını kovmuş, kendisiyle ve gölgesiyle buluşmuş, düşlerinden vazgeçmemiş bir kadın olmakla başlayan bir yolculukla varılacak bir yer.
Aygül Aydoğdu: Ay Işığında Yıkanan Kadınlar‘ı okurken zaman zaman kalemin sessizce kahramanın eline geçtiğini, kahramanın yazarını anlatmaya koyulduğunu, anlatılanın anlatana dönüştüğünü hissettim. Sizce bu dönüşüm, böyle bir anlatısal geçiş söz konusu mu?
Esin Şenol: Bir anlamda alter ego, evet. Daha çok Simin beni ele geçiriyor diyebilirim.
Aygül Aydoğdu: Aklınızda, masanızda ya da ayak seslerini duyabileceğimiz yakınlıkta yeni bir yaratım, yeni bir çalışmanız var mı?
Esin Şenol: Hem roman hem deneme yazıyorum. Roman aslında ilk romanın izini sürüyor. Umarım en kısa sürede ikisi de okuyucuyla buluşur.
Aygül Aydoğdu: Biz de yeni kitaplarınızla en kısa zamanda buluşmayı diliyoruz. Söyleşi davetime olumlu yanıt verip zaman ayırarak sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için çok teşekkür ederim. Sizinle aynı cümlelerde buluşmak benim için çok değerliydi.
.
