Erendiz Atasü ile “Şairin Ölümü” Üzerine Söyleşi

2 Aralık 2025
Söyleşi: AYGÜL AYDOĞDU

Aygül Aydoğdu, edebiyatımızın usta kalemi Erendiz Atasü ile “Şairin Ölümü” adlı öykü kitabından yola çıkarak genişleyen bir yelpazede “okur, yazar, aydın, gençlik, otosansür, kapitalist emperyalizm, Mayakovski”ye uzanan bir söyleşi gerçekleştirdi.

“Okurumla güçlü bir bağ kurmak isterim.”

Aygül Aydoğdu: Şairin Ölümü adlı kitabınızdaki öykülerin birçoğunun güçlü bir roman alt yapısına sahip olduğunu düşünüyorum. Öykülerin her biri metaforik yapısı, derinliği, yoğunluğu, sanatsal, felsefi ve politik tartışmalara kapı açma potansiyeli ile okunup kapağı kapatılsa bile bitirilemeyen okuyucusuyla güçlü ve süreğen bir ilişki kurabilen öyküler. Bu okurunuzla özellikle kurmayı istediğiniz bir bağ mı? Genel olarak okur ile kitabın ilişkisini güçlü kılan nedir size göre?

Erendiz Atasü: Evet, okurumla güçlü bir bağ kurmak isterim. Edebiyatın amacı bu değil midir, okuru bir yerden alıp başka bir yere taşımak, başka bir deyişle okura yaşamadığı hayat parçalarını bizzat deneyimlemiş gibi hissettirmek. Edebiyatın sürekli okuruna kazandırdığı geniş bakış açısı böyle meydana gelir. Yazara mutluluk ve doyum veren de, hem yaratmanın hazzıdır hem okurla kurulan bu iletişimdir. Edebi metin, fındık fıstık yemeğe benzemez; anlık bir lezzet ve çöpe giden atık, değildir edebiyat; elbette okuduklarımızın en büyük kesimini unuturuz ancak metni özümseme sürecinde yaşadığımız düşünsel ya da duygusal değişimin izleri bizde kalır. Günümüzün ‘’tüketim’’e dayalı toplumsal hayatı ve alışkanlıkları elbette edebiyat ve sanat ortamını da etkiledi. Onaylanacak ya da uyum sağlanacak bir durum değil bu; niteliğe bakılmaksızın nicelikteki artış, eğer insanlık frene basmaz ise edebiyat sanatının da diğer sanat kollarının da sonunu getirecek, ‘’sanat’’ , ‘’zenaat’’a dönecektir. Öykülerim gerçekten dediğiniz gibi okurla böyle bir iletişim kurabiliyorsa, ne mutlu bana.

A. Aydoğdu: Şairin Ölümü‘ndeki öykülerin anlatı yapısında sıkça kullandığınız doğrusal olmayan ve çoklu zaman akışı, baskıcı rejimlerin bireysel ve kollektif belleği bozup parçalamasına dair bir metafor olarak da okunabilir mi?

E. Atasü: Öyle anlamlandırılabilir, bir bakıma. Her şeyi yazar amaçlayarak yapmaz, metindeki birçok ögeyi hayat ve bizzat metnin kendisi yönlendirir. Çeşitli çağrışımlara açıktır metin; daha doğrusu böyle metinlerin edebi gücünden söz edilebilir. 

A. Aydoğdu: Kitabın temel odaklarından biri olan aydın eleştirisi, ister istemez “aydın” kavramını yeniden düşünmeye çağırıyor. Aydının temel bir tanımı var mı sizce? Aydın kimdir, hangi nitelikleri, hangi sorumlulukları vardır? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Yazarın birincil sorumluluğu diline, o dilin edebiyatına ve kendi yeteneğine karşıdır.”

E. Atasü: Bizim ülkemiz gibi ‘’tarihe geç kalmış’’ ülkelerde, ister istemez toplumsal sorumluluk ‘’aydın’’ın omuzlarına, yani bilgi ve düşünce düzeyi ülke çoğunluğuna kıyasla biraz daha baskın kişinin omuzlarına bir görev olarak biniyor. Tarihe geç kalmış derken akıl çağına, uluslaşmaya, sanayileşmeye, laikleşme ve demokratikleşmeye geç kalmış, demek istiyorum. Şahsen ben toplumsal sorumluluk taşırım, kadınların sorunlarına ve laik toplum düzenine, genel anlamda Kemalist ilkelere karşı sorumluyum ama bütün yazarlardan bu beklenebilir mi? Yazarın birincil sorumluluğu diline, o dilin edebiyatına ve kendi yeteneğine karşıdır. Yazar hassas bir dengede yürür, ülke sorumluluğunu, yeteneğinin ve edebiyatın önüne koyarsa edebi gücü zayıflar, dolayısıyla eserlerinin etkileyiciliği azalır, ve amacına ulaşamaz. Bencil davranır ve kendi yeteneğini ön plana alırsa bu kez toplumdan kopar.

‘’Aydın’’ın durumu o kadar çelişkili ki, kimi kez insan keşke edebiyatçılar toplumsal sorumluluk konusunda iddialı olmasalar diyor. Günümüzde ‘’yetmez evetçiler’’ diye bilinen ve maalesef ülkemizin şimdiki halinde payları  olan kişilere de sorarsanız bu işi aydın sorumluluğu adına yaptılar, yanılmakla kalmadılar, kitleleri yanılttılar!  Gölge etmeseler daha isabetli olurdu.

A. Aydoğdu: Totaliterlik yalnızca sisteme ait baskı üretmiyor aynı zamanda bireyin bilinçli ya da bilinçsiz kendine de bir sansür uygulamasına neden oluyor. Edebiyat okura ve yazara bu içsel otosansürü aşmak için nasıl bir alan açabilir, ne dersiniz?

E. Atasü: Ülkemizde otosansüre başvurmadan yazan var mıdır, bilemiyorum. Edebiyatın bu alanda yazara tanıdığı imkan alegoridir. Gerçekliğin okurda çağrışım uyandıracak bir benzerini yaratmak.  Otosansür yazarı incelikli anlatımlara sürükleyerek onun edebi gücünü parlatabilir, bir bakıma, kimi kez; kimi kez ve her halde çoğu kez de kalemini kitler. Okura nasıl etki eder, bilemiyorum; belki yazarın  sezdirdiğini kavrayabilmek için okurun da zihinsel bir çaba harcamasını gerektirebilir.

”Gençler sinema salonlarından çıkmışlar, tüm acıtıcı içtenlikleriyle dünyayı değiştirmeye girişmişlerdi. Sahne gerisinde deneyimli zekaların oynadığı satraçtan habersizdiler. Birbirine düşür, birbirine kırdır. Bir tutam doğruyu bir çuval saçmalıkla karıştırıp boca et düşüncelere. Beyinleri yeterince yıkayamadıysan satın almayı dene. Olmazsa şiddet kullan, sindir, yok et.”
(Sinema Tutkusu sa.44)

A. Aydoğdu: “Sinema Tutkusu” (Şairin Ölümü) adlı öykünüzden alınan yukarıdaki satırların imlediği karanlık sahne size de bana da bugünün gençliğine de fazlasıyla tanıdık değil mi? Gençliğin dönüştürücü potansiyelinin budanması, manüplatif düzen ve bu düzenin koruyucusu güç odaklarının türlü oyunları… Bütün bunların sizin gençliğiniz ve bugünün gençliği için bu kadar tanıdık olması şaşırtıcı mı?

E. Atasü: Hem şaşırtıcı hem değil. Olayların gidişini anımsarsak değil. Özetlemek gerekirse –özet her zaman yetersiz kalmaya mahkumdur, belirteyim- benim gençliğimde ülkemizin eylemci gençliği Kemalist devrimi sosyalist devrimin bir ön aşaması olarak görüyordu. Türkiye’yi çok partili rejime geçişten itibaren ise İsmet İnönü ve Bülent Ecevit’in başbakan oldukları koalisyon hükümetlerini saymazsak hep sağcı iktidarlar yönetmişti. Devrimci gençliğin tutumu ne iktidarların ne iş çevrelerinin hoşuna gitti. İşin içine dış güçler yani ‘’kapitalist emperyalizmin’’ uzantıları karıştı ve hükümetlerin ve sermayenin katkısıyla sol gençliğin karşısına ‘’komando’’ adı altında silahlanmış bir sağ gençlik çıkartıldı. Sol gençliğin bir bölümü de tepki olarak silahlandı. Neredeyse bir iç savaş yaşandı. Sonucu biliyorsunuz, ABD destekli 12 Eylül askeri darbesi.  Solun bastırılması, yok edilmesi. Bu arada Sovyetler çökmüş, dünyadaki güç dengesi alt üst; sol idealizm ise ‘’tu kaka’’ olmuştu. Apolitik bir gençlik yetişmekteydi. Emperyalizm (namı diğer Batı Kapitalizmi) yeni pazarlar peşindeydi. ‘’Küreselleşme’’ adı altında ‘’dünya kapitalizmi’’ gündeme geliyordu.   

Paranın bu dizginsiz baskıcılığı kısa sürede kitlelerin umutlarını kırdı.  Memnuniyetsiz kitleleri yatıştırmak için en etkili yöntemlerden biri olan dindarlaşma her ülkede yükselmekteydi. Dindarlaşma orada durmadı ve gene dünya kapitalizminin el altından ve el üstünden desteği ile siyasi dincilik bir çok ülkede bu arada bizde iktidara tırmandı. Enerjik gençliği susturmak kolay iş değildir. Gençlik ‘’ekonomi politik’’ bilmiyordu ama bu kez de ‘’çevre bilinci’’ yükselmişti . Bizdeki Gezi direnişi böyle başladı.  Bizde ve her yerde yükselen genel hoşnutsuzluğa iktidarların cevabı ise antidemokratikleşme oldu. Böylece bugün yaşadığımız tehlikeli dünyada bulduk kendimizi.

A. Aygül: Şairin Ölümü‘nde şiir, roman, tiyatro, sinema, müzik gibi neredeyse sanatın her dalı öykülere sesini, dokusunu, rengini görüntüsünü  bırakıyor ve birer  öykü kahramanı gibi metni taşıyor, anlatıyı güçlendiriyor. Edebiyat ve sanatın bu iç içeliği hayatın bütünlüğünü temsil ediyor olabilir mi, ne dersiniz?

E. Atasü: Olabilir. Sanatlar arasında her zaman geçişlilik söz konusudur. Bir sanat eserinin, başka bir sanat dalının yaratıcı sanatçısına ilham kaynağı olması nadir bir durum değildir.  Kendimden örnek verirsem Paris’te Rodin müzesinde gördüğüm kimi heykeller bana ‘’Yüzey’’ adlı hikayemi (Onunla Güzeldim kitabında), Osmanlı’nın son dönemindeki taş işçiliği ‘’Taş Üstüne  Gül Oyması’’ hikayesini (aynı adlı kitapta), Mısır Piramitleri ‘’Eskil Masal’’ öyküsünü (aynı kitapta) yazdırmıştır.

A. Aygül: Kitapla aynı adı taşıyan öykünün kahramanı, binbir emek harcadığı devrim ile yaratıcılığı arasında sıkışan adsız bir şair. Bu şaire ad vermemenizin nedeni  ortak sancıları olan sanatçıları temsiliyetinden mi kaynaklanıyor yoksa adı belirtilmek istenmeyen birini mi işaret ediyor?

E. Atasü: Buradaki şair Mayakovski’dir. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde dünya şiirinde devrim yapan, bizim Nazım Hikmet’imizi  de etkilemiş çok büyük bir şair. Şiirlerinin dilimizdeki çevirilerini okumuştum. Sonra yaşamını da okudum ve tiyatro oyunlarını. Gerek şiiri, gerek intiharla sonlanan sıradışı yaşamı beni çok etkiledi.

Bolşevik devriminin yürekten ve yürekli destekçisi. Devrim kurumsallaşmaya başladıktan sonra bir miktar hayal kırıklığına uğramış olması doğal. Niçin doğal? Şairler gönül insanıdır. Oysa devrimleri büyük idealler düşleyen ama aynı zamanda gerçekçi ve hatta pragmatik yanları olan önderler başarıya ulaştırır. Başka bir değişle devrimin zihinlerden gerçekliğe akarken hayatın çamuruna bulanmaması her halde imkansızdır. Bu durum şairi incitir. Mayakovski belki de daha ağır bir hayal kırıklığına uğradı. Rejimle ters düştüğü her halde bir vakıa ki, rejim tarafından öldürüldüğüne dair kuvvetli söylentiler var.  Şiirlerinden sonra tiyatro oyunlarını okurken bir tür tükenmişlik belirtisi sezdim, satır aralarında. Ve intihar daha güçlü bir olasılık olarak belirdi, benim zihnimde. Tükenmişlikle ilgili sezgim doğru ise bu duruma kişisel yaşantısının etkisi nedir, siyasal hayal kırıklığınınki nedir bilebilmek üçüncü kişiler için imkansız. 

Şairin adını vermedim çünkü biyografi yazmıyordum, bir büyük şairin eserlerinden yola çıkarak kendi Mayokovski’mi yaratıyordum. Ad vermek benim hayalimi okurun zihninde gerçeklik mertebesine çıkartabilirdi. Ayrıca tam da söylediğiniz konu yani öyküdeki şair, benzer durumlarda benzer acılar çekmiş birçok sanatçı için bir simge.

A. Aydoğdu: Şairin Ölümü kitabınızdaki öyküler, bireysel yaşamların yanı sıra pek çok temel konuda eleştirel bir yaklaşım sergilerken edebiyatın kendisine de kocaman bir ayna tutuyor. Merak ediyorum, yazar ve okurun bu aynada gördükleri birbirinden ne kadar farklıdır ya da farklı mıdır?

E. Atasü: Elbette benzerlikler kadar ayrılıklar da söz konusudur. Muhtemelen, kişilik yapısı yazarınkine benzeyen okurun izlenimi yazarınkine yaklaşacaktır; düşünce yapısı bambaşka bir okurda ise aynı metin farklı bir etki uyandıracaktır. Zaten edebi metnin çağrışımlara açık olması bu demek değil midir?

A. Aydoğdu: Öyküdeki şairin ölümü bir yenilgi mi yoksa şiirin özgürleşmesi olarak mı okunmalı, ne dersiniz?

E. Atasü: İşte bu soru da okurun seçimine bırakılmış ögelerden biri. Çelişkili bir durum var burada. Diyelim ki şair intihar etmeyip rejimin cici çocuğu olmayı seçti, ölümünden neredeyse bir yüzyıl sonra devrimci şiirlerini aynı hayranlıkla okuyabilir miydik? Şairin ölümü, şiirinin ölümsüzlüğü mü olmuştur? Ya da susup köşesine çekilseydi, yeteneğinin mezar taşını içinde taşıyarak yürünecek bir yaşam yolu, şair için bir büyük ıstırap olmayacak mıydı ? 

A. Aydoğdu: “Baharat Ülkesi’nden Bir Aydın Öyküsü”nde büyük toplumsal acılar kaşısında bile  eylemsiz ve duyarsız kalan aydına yönelik bir eleştiri gözlemleniyor. Sizce bir aydın toplumun önünde mi, arkasında mı, yanında mı, içinde mi, dışında mı; neresinde olmalı?

“Olayları diyalektik bakışla yorumlayamayan kişi, meseleleri derinlemesine göremez.” 

E. Atasü: Çok zor sorular soruyorsunuz. Bir defa bizim gibi tarihe geç kalmış ülkelerin aydınlarının, ülkede ve dünyada dönen dolapları anlayabilmeleri, neyin ne olduğunu kavrayabilmaleri için eski deyişle, bir miktar sol mürekkep yalamaları gerekir. Olayları diyalektik bakışla yorumlayamayan kişi, meseleleri derinlemesine göremez. İkincisi aydının durmuş oturmuş bir kişilik yapısı olması, her yeni teori ya da bakış açısıyla kendinden geçmemesi, oturup sakince düşünebilmesi gereklidir. Yoksa ne ezubillah, bizim ‘’yetmez evetçiler’’in durumuna düşer, insan. Aydın, önce kendisini sorgulayabilmelidir, düşüncelerinin samimiyetini ölçebilmelidir; yargılarının ne kadarı bilgisinden, ne kadarı geçmiş deneyimlerinden ya da yetiştirilişinden kaynaklıdır; arada sırada kendisine bu soruyu sorabilmeli ve dürüst bir cevap vermeye çalışmalıdır. Uzun sözün kısası kişisel vicdanında kendisini de tartabilmelidir.

A. Aydoğdu:  “İnsanların dünyasına müdahale imkanı elinden alınmış ölü bir candı o; geleceği boş gözlerle seyreden” (Şairin Ölümü, s. 110)

 Bu cümledeki  ‘müdahale’ sözcüğü dikkatimi çekti. Sizce bu sözcüğe  nasıl bir anlam yüklemeliyiz? Devrimci bir şair insanların dünyasına nasıl müdahale edebilir? 

E. Atasü: Burada ‘’müdahale’’ bizim toplumda pek geçerli olduğu gibi kişilerin özel yaşamına karışmak ya da bilgiçlik taslamak anlamına değil tabii; ya da hepimiz yaparız bunu -doktor kesilip bilir bilmez birbirimizin hastalığına çare öneririz- öyle değil. ‘’Müdahale’’ sözcüğünün bu günün gençleri için anlam yitimine uğraması herhalde doğal. Politik bir çağrışımı vardır ya da vardı bu sözcüğün. Kaderine razı olmuş, adeta gözleri bağlı belli bir kader yolunda yürüyen kitleleri uyandırmak anlamına gelir. Devrimci şiir insanların heyecanlarını uyararak yapar bu işi.

A. Aydoğdu: Bazı öykülerde anlatının daha çok metaforik ilerlemesinin nedeni  özellikle politik atmosferi işaret etmek mi, yoksa başka nedenleri de var mı?

E. Atasü: Metaforik anlatım, zihni kışkırtır, onu çok boyutlu düşünmeye ve hissetmeye teşvik eder.

A. Aydoğdu: Bu kitaptaki bütün öyküleri birbirine bağlayan ana damar nedir? Bu konuda ne söylemek istersiniz?

E. Atasü: Öyküleri birer birer yazdım. Yani birbirleriyle illa anlamsal bağları olsun ya da olmasın diye herhangi bir kaygım yoktu, hatırladığım kadarıyla. Belki biçime daha dikkat ettim bu öykülerde, çok katmanlı ve metaforik olmalarına.

A. Aydoğdu: Yazarın ve yazdıklarının okuyucu üzerindeki değiştirme, dönüştürme, etkileme potansiyeli çok yüksek kuşkusuz. Ben bir okuyucu olarak okurun, yazar ve yazdıkları üzerindeki etkisini merak ediyorum. Okur; beklentileri, eleştirileri, geribildirimleri ile yazarı sınırlandırıyor, daraltıyor, kısırlaştırıyor olabilir mi ya da tam tersi etkiler yaratabilir mi?

“Sanatçı yazar; içinden geleni, onu yazmaya zorlayanı, Sait Faik’in dediği gibi yazmaz ise delirecek gibi olduğu konuları yazar.”

E. Atasü: Okurun beklentisi, zenaatçı yazarın problemidir. Örneğin, yirmibeş yıl önce, Bosna Savaşı vardı, hadi Bosna’ya dair bir hikaye ya da roman yazalım; bugün Filistin problemi çok baskın, hadi ona dair bir hikaye yazalım! Sanatçı yazar, içinden geleni, onu yazmaya zorlayanı, Sait Faik’in dediği gibi yazmaz ise delirecek gibi olduğu konuları yazar. Toplumsal sorumluluğu olan yazarı, kimi toplumsal sorunlar kendi başına gelmiş bir dert gibi etkiler. Örneğin kadına şiddet meselesinin şiddet görmemiş olsa da  kadın yazarı derinden sarsması gibi. Sanatçı yazar işte o zaman kaleme sarılır.  Kurbanlarla tam bir özdeşleşme yaşayamıyorsa yazar, ki bu zorla olmaz, azimle  de olmaz; ister dürüst bir yürekle, toplumsal sorumluluk adına kalem oynatsın, ister parsayı toplamak gayreti içinde olsun, kaleminden çıkan metin sığ ve etkisiz olacaktır. Bu gibi hallerde öykü, roman, vs yerine makale yazmak dürüst yazar için daha doğru seçenektir.  

A. Aydoğdu: Aklınızda ya da masanızda yeni bir çalışma yeni bir proje var mı? 

E. Atasü: Günümüzün esinlediği bir roman yazıyorum, bitirmek üzereyim.

A. Aydoğdu: Söyleşi davetimi kabul edip sorularımı içtenlikle yanıtladığınız için çok teşekkür ederim. Sizinle aynı cümlelerde buluşmak, yazınınızın dünyasına yakından tanıklık edebilmek benim için çok kıymetli bir ayrıcalıktı.

E. Atasü: Ben çok teşekkür ederim, ilginç sorularınız için.

.