13 Mart 2024
SALÂH BİRSEL
“Yaşamımı ayakta tutabilmek için Rabelais’in kitaplarını
domates atıştırır gibi yuttum.”
İngiliz Kraliçesi Viktorya, yaşamının sonunda “Biz topumuz biraz kaçığız.” demiştir.
Toplumun ön sıralarını tutanlar kendilerine hep bu açıdan bakmışlardır. Halk da kendi aralarından sivrilen aydınlara, sanatçılara, topluma yol gösterenlere kaçık damgasını vurmaktan bir an geri kalmaz. İngiliz Ozanı Blake bunun dört dörtlük bir örneğidir. Kimileri onun dokuz yıl Londra’da Bedlem Akıl Hastanesinde kaldığına bile inanmıştır. Söylentilere bel bağlamak gerekirse Blake’in yaşayışı da bu kara ağızlılara hak verdirecek bir düzeydedir. Blake’in evine gelip de onu bahçede karısıyla anadan doğma bir durumda Milton’un Yitik Cennet’ini okurken bulanlar bile olmuştur. Hoş, bu temelsiz sözler sonradan çürütülmüştür ama yine de birçokları onlara doğrulardan çok bağlanırlar.
Tharaud kardeşler de Fransız Ozanı Peguy’yi yaşadığı günlerde kaçık diye tefe koyup çalmışlardır. Nedir, bu kaşkarikocu kardeşler Peguy’nin ölümünden sonra onu öve öve bitiremezler. Gerçeği şu ki Tharaud kardeşlerin davranışı, üzerinde durulacak şeylerden değildir. Bana sorarsanız insanların çoğu bu kardeşlerin yolundan yürümeyi severler. Bertrand Russell taşralarda yaşayan kişilerin bu duygusal, bu düşmanca eğilimlere daha kolayca hedef oldukları düşüncesindedir. Russell’e göre taşralarda ağırbaşlı kitaplar okumaya kalkışan öğrencileri, arkadaşları sarakaya alır, öğretmenleri de paylar. Öğretmenler bu gibi kitapların kafayı bulandırdığını bile söyler.
İleri memleketlerde, çok şükür bizimkisi onlardan değil, bunun daha incelmiş örneklerine de rastlanır. Öğrenciler şöyle dursun, öğretmenler bile iki arada bir derede bırakılır.
Şu var ki, büyük şehirlerde de ciddi kitaplardan, bilgece yazılardan hoşlananlar azdır. Gerçi şehirdekiler, taşradakiler gibi kendilerini tedirgin edecek kimselere rastlamazlar ama bunlar da eğlenceli şeyleri asık suratlı kitaplara yeğ tutarlar.
Daha bitmedi, ciddi yazarlar da kitaplarına can sıkıcı şeyleri tıkıştırdıkları vakit daha bir büyüyeceklerine inanırlar. Denilebilir ki bu gibiler bütün çabalarını can sıkma saatını büyük bir başarıyla gerçekleştirmeye yöneltirler. Bunun için de bir yandan tatsız tuzsuz yinelemelere, ipe sapa gelmez mantık oyunlarına başvururken bir yandan da bütün gülücükleri yazılarından uzaklaştırmaya bakarlar.
Gelin görün ki bu yazıların yavanlığını, sevimsiz galibarda rengini anlayanların sayısı da azdır. Ne oluyoruz canım, bu elbet böyle. Bir kitapta söylenileni anlayacak, kitabı doğru dürüst değerlendirebilecek kaç kişi vardır şu dünya bozkırında? Konfüçyüs şöyle der: “Beni gerçekten tanıyan, anlayan hiç kimse yok. Beni usta diye belleyecek, tek bir aklı başında yöneticiyle karşılaşmadım.”
Ama Konfüçyüs yalnız bu anlayışsızlardan değil, akıl kutusu dediklerimizden de çok çekmiştir. Bu sonuncular, ona soğuk nevale gözüyle baktıkları gibi onunla dostluk kurulamayacağı yargısını da sık sık yinelermiş. Konfüçyüs’ün yürürken kollarını kuş kanatları gibi iki yana açması bile birçoklarına batarmış.
Nedir, ölümünden sonra öğrencileri, mezarının başında tam üç yıl yas tutmuştur. Ama bu aşırı bağlılık onun düşüncelerinden çok Chung-tu şehri valiliği ile o bölgenin ceza yargıçlığını yürüttüğü yıllarda halkı ezilmekten kurtarmış ve soyluların yetkilerini sınırlamış olmasından gelir. Ama ne var, Konfüçyüs’ün ölümünden 200 yıl sonra onun Çin’deki etkilerini silip atmak isteyenler de çıkmıştır. Bunlar Çinli düşünürün kitaplarını yaktıkları gibi öğretilerini izleyenleri de öldürmüşlerdir. Bereket, bu düşmanlık uzun boylu sürmemiş, daha sonraki yüzyıllarda onun eski yerine oturtulması için çalışan imparatorlar yetişmiştir.
Budhacılığın kurucusu Gotama Buddha’nın başına gelenler de Konfüçyüs’ün başına gelenlerden başkası değildir. Onun da öğretisini izleyen kişilerce anlaşıldığı pek söylenemez. Bunlar önderlerini yeterince anlamak yerine onun yolunu saptırmayı her şeyden üstün tutmuşlardır. Bu saptırıcılar arasında Buddha’nın bir değil, birçok olduğunu, Gotama Buddha’nın ise bunlardan sadece biri sayılması gerektiğini ve ilerdeki yüzyıllarda daha bir sürü Buddha yetişeceğini söyleyenler bile vardır. Mahayana Buddhacıları ise onun hemen hemen bütün düşüncelerine karşı çıkmışlardır.
Diyeceğim, insanlar kendilerinden başkasını anlamak için çaba göstermeye hiç mi hiç yanaşmazlar. En ölçülü kişiler bile kendi düşüncelerinden, kendi anlayışlarından ötesini araştırmayı gereksiz sayarlar. Sexus romanının yazarı Henry Miller, İngiliz romancılarından Lawrence Durrell’e yazdığı bir mektupta şunu diyecektir: “Siz kitabım üzerine bana zekice mektup yazan ilk İngilizsiniz. Üstelik kediye kedi demek yürekliliğini de ilk siz gösterdiniz.”
Adam, ne oluyoruz? Yazarların yazdıklarını yine yazarlar anlıyor, yazarlar değerlendiriyor. Ama küçükleri değil, büyükleri. Gerçi küçükler de bir yapıtın değerinin ne olduğunu çıkarır ama onu övecek gücü kendilerinde bulamazlar. Bunlar yapsa yapsa kendilerini allak bullak eden kitapların konularını, imgelerini, benzetmelerini yürütürler sadece. Aşırma işi sona erdikten sonra da dünya bir araya gelse o kitabın adını anmazlar. Ama bilgeler, o gerçek yazarlar böyle değildir. Onlar bir yapıtı beğendi mi bunu başkalarına duyurmadan, başkalarına iletmeden edemezler, hasta olurlar. Kısacası bunlar domates olayına önem veren kişilerdir. Gerçi yaptıkları işin domates olayı olduğunu bilmezler ama düzenli bir biçimde bu işe omuz verirler.
Domates olayını Şilili Ozan Pablo Neruda başlatmıştır. Başlatmak için de şu sözleri kullanmıştır: “Yaşamımı ayakta tutabilmek için Rabelais’in kitaplarını domates atıştırır gibi yuttum.”
Nedir, bunun domates olayı olduğunu Neruda’nın kendisi de bilmez. Çünkü, çünkü kulağınızı yaklaştırın, buna domates olayı adını koyan benim. Bugüne değin kimseye de bunu açıklamadım. İlk size söylüyorum. Üstüne üstlük, bunun Neruda’dan çok önceleri, Eflatunları, Gazalileri filan düşünün, insanlık tarihinde yer aldığını da bilmezlikten geldim. Oysa tarihin içine bağdaş kurmuş bütün gerçek yazarlar, işe yarar kitaplar buldular mı, onları peynir ekmek gibi mideye indirmekten bir an geri kalmazlar. Onun için bu olaya peynir ekmek olayı da diyebilirdim. Ama o zaman hem yazımla birçoklarını kızdırmış olurdum hem de Neruda’nın adını anmaya olanak bulamazdım. Siz de ey acımasız okurlar, Nobel ödülü kazanmış bir ozanın adına ve sözlerine kucak açmayan bir yazıyı sanımca fırlatıp atmaktan başka bir şey yapmazdınız.
.
Kaynak: Cumhuriyet’in 50. Yılında Cumhuriyet Yazınından Örnekler, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1974, Ankara. (s. 322-325)
.