25 MART 2025
YÜKSEL AKIN

“Bir gün (benim görme fırsatım olmayacak) bir istikbal gelecekti ve hayatla, renkle ve aşkla dolu bir istikbal.”
(s. 176)
1.
Kolay ve çok para getiren bir işe sahipsin, aileden kalanlarla birlikte bir dizi gayrimenkul işletiyorsun. Kapitalist dünya düzeninin insana dayattığı ilk/en önemli güce sahipsin: PARA. Belli bir konforu yakalayabilmek, rahat bir yaşam sürebilmek için yeterli paraya sahipsin. Paran sana tüketim özgürlüğü sağlıyor, baskı ve zorbalık yapmanın önünü açıyor. Şanslı olduğunun, hatta bu şansın nedeniyle kıskanıldığının da farkındasın. Yaşama atılırken önüne konulan ilk başarı kriterine ulaşmışsın. Seninki “ideal bir hayat”.
Gelgelelim, hayatından zevk almıyorsun, mutlu değilsin. Zevk aldıkların “yemek, alkol ve bir kadınla sevişmek”le sınırlı. Kendini psikolojik olarak dipte hissediyorsun.
Nevrotik bir bozukluğun mu var? Sürekli sıkıntı, depresif bir ruh hali içindesin. Hayatın bir rutinler sarmalı. Bu sarmalın içinde para kazanmanın tutsağısın. Çalışmanın insanı özgürleştirmesi gerekmez miydi? Yönünü kaybetmiş, bir labirentin içinde yaşıyor gibisin.
Özel yaşamının kapılarını mı aralasak? Arkadaşlık konusunda kendini yeterli görmüyorsun. Yaşamını dostlarınla paylaşacak yeteneğinin olmadığının farkındasın. Üstelik bunu nasıl yapacağını da bilmiyorsun. Aşkta da başarıyı yakalayamıyorsun. Kendini tümüyle sevgililerine veremiyorsun. Evlilik arifesinde olsanız da ikide bir kavga ettiğin, ilişkinizde her şeyin kötüye gittiği bir kadından yeni ayrıldın. “Aşk” konusunda önünde aşmayı hiçbir zaman başaramadığın bir duvar yükseliyor.
2.
“Sen” diye seslendiğimiz bu kişi, Dimitris Sotakis’in Büyük Hizmetkâr adıyla okurla buluşan romanında ete kemiğe bürünüyor.
Kent yaşamının hazlarına düşkün, işkolik, güçlü bir işadamı olan, imparatorluğunu sağlamlaştırmaktan başka amaç gütmeyen amca; maddiyata ve aşka doyduğunu düşündüğünde lüks dairesini bırakıp devasa bir sayfiye evine taşınır. Onun bu kararının yanlış olduğunu fark edip kente dönmesini bekleyenler yanılır. Yanında sadık hizmetkârı Marios vardır. Marios’un annesi, yaşadığı dönemde amcanın sağ koludur, görevleri işlerle sınırlı değildir, patronunun yatağına kadar uzanır. Babasını hiçbir zaman tanımayan Marios, ergenlikten sonra annesini yitirince amca, ona belli bir maaş karşılığı kendisine hizmet etmesini önerir. Karısını ve Marios’un annesini (onu aşka doyuran iki kadını) arka arkaya yitiren amca, ona yirmi yıldan fazla hizmet eden Marios’un kendisi öldükten sonra ne olacağına ise kafa yormaz. Oysa anlatıcının “Herhangi biri bizi kardeş sanabilirdi. (…) Birbirimize benzediğimiz çok açıktı, biraz dikkatli birinin bu hükme varması zor değildi.” (s. 7) sözleri Marios’un amcanın oğlu olduğuna (açık açık söylenmese de) işaret eder. Kırk yaşına yaklaşan bir adamın hayatında öğrendiği tek şey amcanın işlerini yönetmektir. “Şimdi ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yok.” (s.12)
Yeğen, amcanın evindeki bir demirbaştan fazlası olarak görmediği Marios’u işe almak istediğinde “yaşlı bir adamın zavallı tebaası ya da evcil hayvanı” gibi yaşamış olan Marios, bu rolden vazgeçmeyi reddederek işi kabul eder. Anlatıcı onu satın almıştır. “Şimdi bu eve, bana aitsin.” (s. 30)
3.
Kitapta adı geçen iki kişi vardır: Marios ve anlatıcının “Her şeyin ilacının belki de bir kadın” (s.39) olduğunu düşünerek popüler bir arkadaşlık sitesi aracılığıyla tanıştığı Anna. Amcanın ve anlatıcının adları kitapta yer almaz.
Amcanın ve anlatıcının (yeğenin) ortak yönü, her ikisinin de maddi açıdan oldukça rahat olmalarıdır. Amca, maddiyata ve aşka doyduğuna karar verdiği noktada bir sayfiye evine çekilir, kentten uzaklaşır. Kendine ait bir yaşamı olmayan Marios, önce amcanın, ardından yeğenin yaşamına eklenir. Marios, başlangıçta ev ve bahçe işleriyle uğraşan, televizyon izlemekten başka kendine ait bir eylemi/yaşamı olmayan, “patron”unun baskı ve zorbalıklarına boyun eğen bir hizmetkârdır. Anlatıcı, bütün gün işle uğraşıp hırsını Marios’tan çıkarmak üzere eve döner. Ancak bir süre sonra “iki su damlası kadar birbirlerine benzedikleri”nin altını çizdiği, insan yüzü görmek için bir kez bile dışarı çıkmayan, televizyonun karşısında kapalı kalmayı yeğleyen hizmetkârının bu tutumundan rahatsız olmaya başlar. “Sanki bir suretimi dört duvar arasına kapanmış görmek gibiydi.” (s. 23)
Anlatıcı, “Evimde çalışması için birini işe almıştım, arkadaşım değildi.” (s. 19) sözleriyle Marios’un hayatındaki yerini belirlerken ona yüklediği tüm görevleri bu çerçevede gördüğünün altını çizer. Bu nedenle okur, ilerleyen zamanla değişen rolleri bu bakış açısıyla değerlendirmek durumunda kalacaktır.
Anlatıcı, sanal alemde tanıştığı Anna’yla tanıştıktan sonra her şeyi berbat ettiği duygusuyla “Bu yaşta yanımda bir partnerle yatmak yerine sanal dünyada bir sevgili arıyor ve bana bakması için para ödediğim, akranım bir adamla yaşıyordum.” (s.50) diye düşünerek kendisini “zavallı” olarak nitelendirir. İçinde derin bir karanlık kök salmıştır. Anna’yla arasında yine aşmayı başaramadığını söylediği bir duvarın yükseleceği korkusuyla Marios’u ona yönlendirirken tüm yaşamı da değişmeye başlar.
Yaşamaya cesaretinin olmadığı ne varsa Marios’a yüklerken kendisini atıl bir duruma düşürür. Anna adının İbranice “lütuf” anlamına helen Hannah’tan türediği düşünüldüğünde lütuf olarak gördüğü bir kadınla doğrudan kendisinin yürümeyi göze aldığı bir yol yoktur. Anlatıcı ile Marios’un kimlikleri yer değiştirirken ortaya çıkan gelecek kurgusunda yine mesleki faaliyeti yükselişte bir erkek ve evlenip iki çocuk sahibi olmayı istediği bir kadın vardır. Kapitalist düzen, sahip olduklarını asla yeterli görmeyip hep bir fazlasını isteyen Marios’un üzerinden hükmünü sürerken anlatıcı, sahip olduklarını bir bir yitirir. En sonunda hapsolduğu labirenti kabullenmek, orayı “kimse olmadan var olabilmek için yaptığını düşündüğü ev” olarak görmek isteyecek, “güvenli ve huzurlu” olduğunu düşündüğü bir noktada onu labirentten çıkmaya çağıran bir ses duymaya başlayacaktır: “Çıkış burada! (…) Ne oturuyorsun, duvarları yıkıp gel, seni bekliyoruz.” (s. 150) Ama o, kulaklarını tıkayıp uyumayı yeğleyecektir. Geri dönmeyi istediğinde ise Marios’a ve Anna’ya terk ettiği evinde yaşam belirtisi olmadığını görecektir. Karşısındaki boş bir evdir.
Kendisine karşı büyük bir günah işlemiştir: yaşamayı unutmak. Bunun farkına vardığında yaşamla, renkle, aşkla dolu bir gelecek inancına tutunmaya çalışacaktır. “Bir gün benim görme fırsatım olmayacak, bir istikbal gelecekti ve hayatla, renkle ve aşkla dolu bir istikbal.” (s. 176)
4.
Herkesin bir başkasının efendisi ya da hizmetkârı olduğu kapitalist bir düzenin içinde bizler, isimsiz anlatıcının başka başka versiyonları değil miyiz? Dimitris Sotakis, okuruna “Gereksinim duyduğunuz yeni bir yaşam mı?” (“Kesinlikle bir şeye ihtiyacım vardı, belki de yeni bir hayata…”) diye sorarken başta bulanık sonra belirginleşen bir figür olarak “sen”den kendisini bu dünyanın yalnızlığından kurtarmasını bekler. “Her şeyimi kaybettiğimi sandığım o yere, aniden gelip beni bu dünyanın yalnızlığından kurtardın.” (s. 176) Anlarız ki kurtulmak gerek!
Büyük Hizmetkâr, Dimitris Sotakis, Deli Dolu Yayınları, 2022, 176 sayfa.
.