Çöldeki İzler ya da Aradığını Bulmak

24 Haziran 2025
SEVDA YÜKSEL

Robyn Davidson

Robyn Davidson, 1977 yılında Avustralya çölünü biri henüz yavru, dört deve (Dookie, Bub, Zely ve yavru Goliath) ve köpeği Diggity ile yer yer yardım da alarak geçer. Orta Avustralya’daki Alice Springs’ten Hint Okyanusu’na uzanan yolculuğu boyunca yaşadıklarını sonrasında yazdığı bir kitapla okurlarıyla paylaşır.

Tracks, Davidson’un kitabından sinemaya uyarlanan, senaryosunu Marion Nelson’un kaleme aldığı bir film. 

Filmin yönetmeni John Curran 1960 New York doğumlu. 1986 yılından itibaren Avustralya’da yaşamaya başlar. Robyn Davidson’ın kitabıyla tanıştığında genç kadının yolculuğunu, kendi yolculuğuna çok yakın bulur. Kitabın filme uyarlanması ise yıllar sonra (2013) gerçekleşir. Filmin başrollerini Mia Wasikowska (Robyn Davidson) ve Adam Driver (Rick Smolan) paylaşır. 

John Curran

Filmin başında Robyn Davidson’dan şu cümleler yer alır: “Bazı göçebeler için her yer yuva gibiyken diğerleri için hiçbir yer olamaz. Ben o diğerleri arasındayım.” Seyircinin karşısında hiçbir yeri “yuva”sı olarak göremeyen genç bir kadın vardır. Bu duygunun arka planında neler olduğu ya da Davidson’u anlama konusunda seyirciye nasıl bir ipucu verdiği filmin ilerleyen sahnelerinde ortaya çıkacaktır. 

İlk karelerde Davidson’u önce elinde bir bavulla sık sık ardına bakarak kendisini bekleyen bir araca doğru ilerlerken (Yüzü görünmeyen, sarı elbiseli bir kız çocuğudur.) sonra okyanusa doğru koşarken (Artık genç bir kadındır.) görürüz. Filmin hikayesi bu iki kare arasında saklı diye düşünülebilir. Okyanusa doğru koşan genç kadın, seyirciye onun planladığı gibi çölü geçmeyi başardığını söyler. Dolayısıyla asıl üzerinde durulması gereken varılacak hedef değil, yolculuğun kendisidir. 

Davidson, yanında köpeği Diggity ile Alice Springs durağında trenden indiğinde yıl 1975’tir. Çölü geçmek üzere yola koyulduğunda ise takvimler 1977’yi gösterir. Arada geçen iki yıla yakın süre genç kadın için hazırlık dönemidir. Orta Avusturalya’da sürü halinde dolaşan yabanî develer vardır. İstediği onlardan birkaçını yakalayıp eğiterek çölü geçerken yükünü onlara taşıtmaktır ancak birkaç deveye sahip olması kolay olmayacaktır. 

Çölü geçme planını saçma bulanlar, onun tuhaf bir kız, çılgın bir kadın olduğunu düşünenler olsa da Davidson’un ona bunu neden yaptığını soranlara verdiği yanıt hep aynıdır: “Neden yapmayayım ki?” Seyirciler olarak soruyu tersten sorduğumuzda “Neden yapasın ki?” alacağımız yanıt ne olurdu diye düşünürsek yine Davidson’a kulak vermemiz gerekir: “Bu yolculuk bir maceradan daha çok bir şeylerin başarılmasını ve ispatlanmasını hedefliyor.” Karşılaşacağı zorlukların bilincindedir. Böylesine tehlikeli bir girişim için oldukça yetersiz bir durumda olduğunu da bilir ancak yolculuğun asıl amacı da budur: “Sıradan bir insanın her şeyi yapabilme yetisine sahip olduğunu düşünmek istiyorum.” 

Çölün saflığı Davidson’un her zaman ilgisini çekmiştir. Kavurucu rüzgâr ve alabildiğine boşluk… Tekdüzeliğiyle, isteksiz olduğu ve yarım bıraktığı iş ve okul deneyimleriyle kentteki yaşamı onu boğmuştur. “Ayrıca artık kendi kuşağımın, cinsiyetimin ve sınıfımın rahatına düşkünlüğünden doğan aşırı kırgınlıktan bunalmıştım.” diyen Davidson’un altını çizdiği “rahatına düşkünlük” insanları harekete geçmekten alıkoyan güçlü bir nedendir. Bu, insanların bir yerde çok uzun bir süre sıkışıp kalmalarına yol açar. Bu noktada Davidson “bir el bombası fırlatıp zıplamak” ister. İstediğini yapar, el bombasını fırlatıp zıpladığında kendisini Alice Springs’te bulur. 

Bu tür kararların alınmasında kuşkusuz esinlenilen kişilerin de önemli bir yeri vardır. Davidson için bu kişi babasıdır. O, gençliğinde (1935) altın aramak için gittiği Doğu Afrika’da Kalahari Çölü’nü geçmiştir. Şehirden uzaktayken yaşamının en mutlu anlarını yaşadığını dile getirmiştir. Davidson’un çocukluk anıları arasında onlara ait olan ve L harfiyle işaretlenmiş bir ağacın da önemli bir yeri vardır. Babasının anlattığı biçimiyle ağacı işaretleyen Gezgin Ludwing Leichhardt’tır. 1848’de yedi atı ve yirmi katırıyla Avustralya’yı geçip okyanusa ulaşmaya çalışmış ancak ortalıktan kaybolmuş ve hiç bulunamamıştır. Küçük Davidson, Leichhardt’ı çölde hayvanlarıyla gözünde canlandırdığında bu, ona bir rüya gibi gelir. 

İstediği develere kavuşmak Davidson için yeterli olmaz çünkü maddi desteğe de gereksinimi vardır. National Geographic dergisi, bir fotoğrafçının (Rick Smolan) belirli noktalarda onunla buluşarak yolculuğun en önemli anlarını fotoğraflayıp dergide yayımlaması koşuluyla genç kadına sponsor olur. 

Uzaktan bakınca göze güzel görünen çöl, insanı öldürecek kadar sıcak olmasının dışında yabani develeri, yılanları, zehirli bitkileri … ile de tehlikelerle doludur. Davidson, her ne kadar tüm zorluklara hazır gibi görünse de direncini kıran kimi durumlarla karşılaşacaktır. 

Görüntü Yönetmeni Mandy Walker’i filmin pek çok sahnesinde alkışlasak da Davidson’un her şeyi ardında bıraktığı, iç huzura kavuştuğu duygusu veren karesi, seyircinin belleğine kazınan karelerden biri olacaktır. Güneş, gökyüzünü pastel renklere boyayarak batarken Davidson, yanan bir ateşin yanında köpeğine sarılmış yatmaktadır. Develeri, yanı başına çömelmiştir. Başucundaki kasetçelerden ise bir müzik yükselir. 

Geçmişin yükü altında zaman zaman herkes ezilir. Davidson’un da taşıdığı böyle bir yük olduğunu filmde çok kısa geri dönüşlerle öğreniriz. O, on bir yaşındayken annesinin intihar etmesi yaşamını derinden etkilemiştir. Sonrasında halasıyla yaşamak zorunda kalacak, çok sevdiği köpeği Goldie halasının evinde ona yer olmadığı gerekçesiyle uyutulacaktır. Filmin ilk sahnesinde izlediğimiz sarı elbiseli kız çocuğu, elinde bavuluyla ardında babasını ve köpeğini bırakarak kendisini bekleyen halasının arabasına doğru ilerlemektedir. Bu, kendi içinde güçlü bir öykü. Bu nedenle filmin odağını kaydırması olasıdır. Geri dönüşlerin çok kısa görüntülerle verilmesinin ardında bunun yattığı düşünülebilir. Fotoğrafçı Rick Smalon’un sözleri de Davidson’un geçmişine açılan bu pencereden sonra yerli yerine oturur: “Bence senin insanlarla sorunun var.”  

Davidson, dokuz ayın sonunda Hint okyanusu kıyılarına varmayı başarır. Filmin son sahnesinde  okyanusa doğru koşan genç kadın seyirciye Davidson’un aradığını bulduğunu düşündürtse de  “aradığının ne olduğuna” herkes kendinden kattıklarıyla yanıtlar verecektir. Arayış içinde  olmak, insan olmanın bir parçasıdır. Beyazperdede Davidson’un yanı sıra çöllere  düştüğümüzde belki bizler de ne aradığımıza verecek yanıtlar buluruz. Belki bizi çöller çekmez  ama “içimiz yolculuklar çeker.” 

.