Çocukluğum ve Kitap İzleri

23 Eylül 2024

BİZİM ÇAĞ SORUYOR
Çocukluk yıllarınızda kitaplarla ilişkiniz nasıldı? O günden bugüne neler değişti?
Kitabın geleceğine ilişkin neler söyleyebilirsiniz? 

PELİN GÜNEŞ

Çocukluğumun hatırladığım ilk dönemleri pastel boyalar ve annemin patron kağıtlarına (Dikişle uğraştığı için evde çok bulunurdu.) çizdiğim kıvırcık saçlı, ip bacaklı kadınlardı. Kağıt ve boya halen en sevdiğim nesnelerdir, yaratmanın ilk anahtarlarıdır diye düşünürüm. Aklımda hiçbir şey yokken bile bir tükenmez kalem, bir kağıt geçsin elime, iki dakikada bir manzara, salıncakta bir çocuk ya da dalda asılı kalmış bir kedi çıkar ortaya. Babamın eve getirdiği bir kartondaki pembe fili kenarlarından kesip kumbaraya çevirdiğimizi, çıta ve pelür kağıttan uçurtma yaptığımızı hatırlıyorum. Masada falan değil, oturduğumuz odanın büyük halısının üzerinde yayılı duran kağıt, kalem, boya, kağıt bebekler, kuklalar, dikiş dergileri ile iyi zaman geçirdiğimi hatırlıyorum. 

İlkokul döneminde ilk kitabım Fadiş diye hatırlarım hep ama onun öncesinde Gözü Boynuz ile İzi Yaldız geldiğini, yıllar sonra tesadüf bir kitapçıda rastladığımda hatırladım. Benim ilkokula başladığım seksenlerde Bodrum, 30.000 nüfuslu, üç ilkokulu, iki kitapçısı olan bir kasabaydı. O kitapçılara ne gelirse onları alırdık. Bir de halk kütüphanesini kullanırdık. Gülten Dayıoğlu, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Kemalettin Tuğcu, Kemal Bilbaşar, Mehmet Seyda, Erdoğan Tokmakçıoğlu gibi isimleri hatırlıyorum. Sanırım üçüncü sınıfta Milliyet Yayınları’nın mavi ciltli, sert kapaklı kitaplarıyla tanıştım. Mercan Adası, Dünya Masalları, Örümcek Dede, Keçi Ayaklılar aklıma gelenler.      

Babamı erken kaybetmiş olmak beni kitaplara daha çok yakınlaştırdı diyebilirim. Hayatta olsaydı büyük olasılıkla onun çok sevdiği ve çok zaman geçirdiğimiz denizde eğlenerek ve oynayarak geçecek olan zaman, büyük sekteye uğradı. İçe dönmek ve  kendimle kalma isteği bu kayıptan sonradır diye düşünüyorum. Hep öğretilen çekirdek aile düzeninin bir şekilde bozulmuş olmasının verdiği ruh halinden mi bilmiyorum ama okuduğum kitaplarda ailenin çok da baskın olmadığı, eğitici, öğretici, örnek, bir bilen olarak tarif edilmediği metinleri severim. 

Tek başına ben buradayım diyebilen ya da onlara rağmen var olduğunu ispatlayan karakterler favorimdir.  Eskilerden Tom Sawyer, Peter Pan, Pippi Uzun Çorap, Polyanna, Heidi, Kimsesiz Çocuk (Hector Malot) aklıma gelenler. Yenilerden tabii ki Harry Potter (bu karakterlerin kültü bence) ve Matilda. Bizim toplumda genel yargı, böyle kurgular yapıyorsanız yüzde doksan ailenizle aranız kötüdür. Büyük yanılgı burada başlıyor işte. Yazının temellerinden olan kurgu, hayal gücü, tasarım ve bilinmeyen sularda yüzme macerasını baştan göz ardı etmiş olursunuz. 

Çok severek okuduğum Pollyanna’nın yazarı Eleanor Porter’ın sürekli itilip kakıldığı bir ailede yetişmiş olabileceği bir kez bile aklımdan geçmedi. Hiçbir iyi okurun da aklından geçeceğini sanmam. Porter, o romanı yazarken ailesi tarafından fazla şımartılmış kuzininden, arasının çok iyi olduğu kendi kızından, kilisede rastladığı masum bakışlı bir küçükten, hatta yaşlı bir erkek akrabasından bile etkilenmiş olabilir.  Tek bildiğimiz ve inandığımız, daha doğrusu bizi inandırdığı şey; iyi bir kurgucu, iyi bir anlatıcı olduğu.  Bilim kurgu yazanlara hiç kimse, uzaylılarla kaç sene birlikte yaşadın diye sormaz. Burada yazar dediğimiz bir oyunbaz insan vardır.  Kurduğu dünyada istediği karakteri alır, eğer, büker, şekilden şekle sokar. Bunu yaparken tabii ki o güne dek edindiği yaşam tecrübesi, gözlemleri, okudukları, yakın çevresi, şehri, ülkesi de işin içine girer, ona yardımcı olur. Sonunda vermek, anlatmak, duyumsatmak istediği konuyu, kendi biçemiyle size sunar.
 
İlkokul yıllarında öğretmenimizin de bizi anlatmaya heveslendirdiğini, okuduğumuz kitapları değiş tokuş yaptığımızı, sınıf kitaplığımızın zengin olduğunu hatırlıyorum. Etkilendiğimiz kitapları birimiz yüksek sesle sınıfta okur, arkasından parça ile ilgili konuşurduk. Sonra yazma geldi, ikisi birlikte yürüdü. Mektup, günlük, anı, şiir bunlar ilk ifade biçimlerim oldu, sonra (en sevdiğim) denemeler geldi. Mutlaka günlük gazetelerde bir köşe takip edilirdi ve benim favorim Oktay Akbal’dı. Bir de Yazgülü Aldoğan’la Duygu Asena’yı sevdiğimi hatırlıyorum. Halikarnas Balıkçısı’nı, yakın çevremi, kasabamdaki eski yaşantıyı anlattığı için seviyordum. Liseye başladığım yıl okuduğum “Doğmamış Çocuğa Mektup” halen en etkilendiğim kitapların arasındadır. İyi sarsmıştı on beş yaşımdaki beni. 

Özetleyecek olursam çocukluk yaşlarımdaki kitap, kağıt, kalem, boya sevgim sanırım karakterimin sakin, yalnızlığı ve içe dönmeyi seven yanının ağır basmasından. Ya da onlarla çok uğraştığım için içe döndüm. Emin değilim. Yaratma hevesi ve ben, birbirini bulup seven ve iyi anlaşan bir çift olduk sonuçta.

Şimdiki çocuklar için söyleyeceğim şeyler biraz karmaşık. Kendilerini değerli bulsunlar istiyorum. Sadece kitaplarla değil, insanlarla da yakın olsunlar. Sokaklara çıksınlar, azıcık kaybolsunlar, bir parka, çay bahçesine oturup ya da dolmuşa, otobüse binip etrafı gözlemlesinler. Seyahat etsinler bol bol. Birbirleriyle konuşsunlar, gerekirse tartışsınlar. Onların gözü ve fikriyle şekillenecek dünya. Ekranda gördükleri ile yetinmesinler. 

.