Kasım 2023
GÜLAYŞE KOÇAK
Reddedilmek çok olağan bir durum, reddedilmemiş yazar herhalde çok azdır. Ama yapıtınızın kalitesinden yüzde yüz eminseniz pes etmemek, yeni seçenekleri araştırmak kişinin önünde bazen beklenmedik kapılar da açabiliyor.
Her zaman yazar olmak istemiştim.
Abim bana dört yaşımdayken okuma yazma öğretmişti. Tanıdık veya hayali kişilere mektuplar yazmaya bayılırdım.
Yetişkin olarak da yazmaktan her zaman büyük haz duydum. On yıl çalıştığım Kanada Büyükelçiliği’nde gerek tercümeler yapmak gerekse sıkıcı raporları renkli ve ilginç hale getirmeye çalışmak, benim için iş değil, zevkti.
Fakat “yazar”lık? Yazarlığın, benim asla erişemeyeceğim yüksek, tılsımlı bir tür “mertebe” olduğunu sanırdım. Ben kim, yazar olmak kim?
Derken otuzlu yaşlarımda bir depresyon geçirdim; bir terapi süreci başladı. Hekimim bendeki yazma merakını fark etmişti ve benden, her hafta gittiğim terapi sırasında ve sonrasında düşündüklerimi kâğıda döküp kendisine getirmemi istedi. Böylece ben her hafta duygularımı, düşüncelerimi kâğıda dökmeye başladım.
1990’lardan bahsediyoruz; bilgisayar yoktu ve daktilo kullanıyordum. Büyük bir zevkle yazıyordum, yazarken de araya karbon kâğıt koyarak terapistime götürdüğüm yazılarımın birer kopyasını da kendime saklıyordum. Böyle böyle yazılar bir kenarda birikmeye başlamıştı.
Derken bir gün, terapistim bana bir akupunkturcu kadından söz etti; terapiye ek, akupunktur da deneyecektik. Önerisini kabul ettim ve birkaç seans akupunktura gittim.
Akupunkturcu kadın çok ilginç, hatta bence dengesiz denebilecek biriydi. Bu süreçte öyle tuhaf ve akıl almaz birtakım durumlar yaşadım ki akupunkturcuya ve akupunktur deneyimime dair komik bir hikâye yazmaya karar verdim. Kısa, mizahi bir hikâye olacaktı bu. Nitekim yazarken inanılmaz eğleniyor, hatta sık sık kahkahalar atıyordum. Fakat yazdıkça bu hikâye başka bir şeylere evrilmeye başladı; o tuhaflıkların öncesinde ne oldu, sonrası nasıl gelişti derken, terapistim için tuttuğum notlardan da yararlanarak yazmaya giriştiğim bu hikâye giderek uzun bir metne dönüşmeye yüz tuttu.
“Bir roman yazıyorum” diye düşünseydim korkar, yazamazdım; bunu çok iyi bildiğimden hiç düşünmeden yazıyordum.
Yazmaya vakit bulmak kolay değildi. Her gün 08.30-17.30 arasında işteydim; akşam eve gel, bir koca, iki küçük oğlan, yemek, bulaşık, çocuklarla ilgilen; bir de üstüne piyano çaldığım oda müziği grubuyla o hafta yapacağımız çalışmaya hazırlan! Ancak çocuklar yattıktan sonra, gece vakti oturabiliyordum yazımın başına. (Bu arada, geceleri kendimi kaptırmış habire yazdığımı gören eşim, sağ olsun, bana bir bilgisayar hediye etmişti.) Başlangıç noktam gerçek hayatta yaşadıklarım olsa da yazma sürecinde hakikatlere her zaman sadık kalmıyor, metni ilginçleştirmek için sık sık kurguya da başvuruyordum.
Konu, terapi sürecinde kendini arayan, kendini keşfetmeye çalışan bir kadının iç yolculuğu idi. Çifte Kapıların Ötesi’ndeki çifte kapılar hem terapistin odasının çifte kapılarını hem de kişinin kendi içine daldığında karşılaştığı ve aşmak zorunda olduğu sayısız kapıyı simgeler.
Güvendiğim birkaç kişi, ortaya çıkan metni çok beğendi. Sıra dışı bir metindi bu çünkü Türkiye’de 1980-1990’lı yıllarda terapiye, psikiyatra veya psikoloğa gitmek utanılan, hatta ayıp karşılanan ve dolayısıyla saklanan, hiç bahsedilmeyen konulardı. Türkiye’de psikiyatrlar tarafından yazılmış pek çok kitap vardı piyasada, ama bir “danışan” veya “hasta”, deneyimlerini daha önce hiç paylaşmamıştı. Kitabın basılması cesaret gerektiriyordu. İşyerimde bana deli denmesi, bana tavır alınması, birilerini küstürmek, kısacası rezil olmak gibi korkularım vardı tabii ki; nihayetinde kitap yayınlandığında geri dönüşü yoktur. Yine de basılsın istiyordum.
Bir dostumun tavsiyesi üzerine dosyamı İletişim Yayınları’na gönderdim.
Yaklaşık iki ayda bir, o sırada yaşadığımız Ankara’dan İstanbul’a, yayınevine sabırsızlıkla telefon açıyordum.
“Dosyamı okuyabildiniz mi?”
“Yok, henüz okuyamadık; bekleyen çok fazla dosya var.”
Böyle böyle tam iki yıl geçti.
Diyeceksiniz ki dosyanı niçin birkaç yayınevine birden göndermedin? Cevabı şu: Sağa sola dosya göndermenin etik olmadığına dair bir görüş vardı; ben de böyle düşünüyordum.
Bu iki yılın sonunda bir gün yine telefon açtığımda editör bu kez, “Evet yazdıklarınızı nihayet okuduk ama maalesef biz bunu basamayız. Bu nedir ki; roman deseniz değil, otobiyografi deseniz değil, akademik metin deseniz değil!” diye cevap verdi.
Beynimden vurulmuşa döndüm.
“Peki, sizce neresini düzeltirsem basılabilecek hale gelir?”
“Bunun neresinden tutulacak neresi var ki neresi basılsın!” dedi azarlarcasına ve kapattı telefonu.
Perişan vaziyette kalakaldım. İki yıl sabrettikten sonra böyle aşağılanarak reddedilmek, çok ağırıma gitmişti. Fakat pes etmedim. Bu kez akıllanmıştım. Ankara’da Kitap Fuarı’nın açılışını bekledim. Koltuğumun altına dosyamın bu kez üç takım çıktısını alarak Fuar’ın yolunu tuttum.
Tek tek bütün yayınevlerinin kitaplarını inceledim. Hangileri benimki gibi psikolojik bir roman yayınlamaya yatkın görünüyordu? Öyle çok yayınevi vardı ki karar vermek kolay değildi fakat bütün gün farklı yayınevlerinin stantları arasında dolaşıp durduktan sonra, üç yayınevi belirledim: Oğlak, Ayrıntı ve Metis. Oğlak, adı sanı duyulmamış, yepyeni kurulmuş bir yayıneviydi fakat bastıkları çok az sayıdaki kitap, Çifte Kapıların Ötesi’nin tarzına yakın gibi görünmüştü. Üç yayınevine de metnin birer çıktısını bıraktım.
İki hafta geçmemişti ki Oğlak’tan bir telefon geldi. Romanı hemen o yaz basacaklardı! Sevincimi siz tasavvur edin…
Otuz yıl önce tabii, bugünkü anlamda internet falan yoktu. Dosyalarınızı yayınevine ya elden götürmek zorundaydınız ya da posta yoluyla göndermek.
Oğlak Yayınevi’nin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Senay Haznedaroğlu, bana çok büyük bir iyilik yaptı. Beni İstanbul’a buluşmaya davet etti. Evet, dosyamı kitaplaştıracaklardı ama metnin elden geçmesi, cilalanması gerekiyordu.
Bir sabah bir İstanbul pastanesinin tenha bir köşesinde buluştuk ve Senay Hanım bana, bitmiş bir dosyanın nasıl bir editörlük sürecinden geçeceğini gösterdi. Bir defter dolusu not almıştı; tek tek dosyamın her sayfasının üzerinden geçtik. Örneğin, bir paragrafı işaretlemiş oluyordu. “Bu paragrafın burada bulunma sebebi nedir? Nasıl bir fonksiyon yerine getiriyor?” diye soruyordu. “Ama güzel bir paragraf değil mi?” “Güzel ama burada yeri yok. Belki başka bir kitapta kullanabilirsiniz.” Böyle böyle romandan belki toplam 25 sayfa hunharca kırpılmış olabilir! Ama bu sayede metin çok daha “öz” bir hal almıştı. Bana bu “gereksizlikleri hiç acımadan silme” gereğini gösterdiği için Senay Hanım’a çok müteşekkirim.
Çifte Kapıların Ötesi’nin ilk baskısı böylece Oğlak’tan çıktı.
Çifte Kapıların Ötesi’nin ilk baskısı böylece Oğlak’tan çıktı.
Kitap çıktığında, herhalde dedim kendi kendime, bir daha kitap yazamam. Sanki bir atımlık malzemem vardı, onu da bu kitapla zaten tüketmiştim; böyle hissediyordum.
Derken bir gün Milliyet Sanat Dergisi’nde bir baktım, Konur Ertop, Çifte Kapıların Ötesi ile ilgili, kitabı anlatan, biraz da öven bir yazı yazmış. Beni kamçılayan, yazısının son cümlesiydi: “Acaba pek çok romancı gibi o da tek bir kitap yayınlatıp sonra yok olanlardan mı olacak, yoksa yeni bir yazar mı doğdu? Bunu zaman gösterecek” mealinde bir cümleydi. İşte bu cümleyi okumamla hemen ikinci romanım için kolları sıvadım!Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı? adlı ikinci romanım, 4 yıl sonra yayımlandı.
İşin ilginç tarafı şu: Çifte Kapıların Ötesi’nin birinci baskısı tükendikten sonra Oğlak, ikinci baskıyı yapmadı; bunun üzerine ben yeniden yayınevi aramaya başladım ve kitabın ikinci baskısını, beni iki yıl beklettikten sonra reddeden İletişim Yayınları yaptı. Arada editör değişmişti ve İletişim’in yeni editörü romanı çok beğenmişti!
Editörlerin zevklerinin ve bir kitabı yayınlama veya reddetme gerekçelerinin ne kadar farklı olabileceğine birkaç yıl sonra, sekiz yayınevi tarafından reddedilen Topaç romanım vesilesiyle yeniden tanık olacaktım. Topaç da iki yıl sürekli reddedilip çekmecede bekledikten sonra, ancak “Evet, bu kitap ticari değil ama çok önemli bir kitap ve basılmalı; biz bunu prestij kitaplarımızdan biri olarak basmak istiyoruz” diyen Kanat Kitap sayesinde piyasaya çıkabilmişti.
Sonuç olarak bilhassa ilk kitabı yayınlatmak zor. Adı sanı duyulmamış birisiniz, henüz piyasayı da tanımıyorsunuz. Reddedilmek çok olağan bir durum, reddedilmemiş yazar herhalde çok azdır. Ama yapıtınızın kalitesinden yüzde yüz eminseniz pes etmemek, yeni seçenekleri araştırmak kişinin önünde bazen beklenmedik kapılar da açabiliyor.
Yazarlığa gelince yazarlık erişilmez bir mertebe değil; herkesin yazar olabileceğine inanıyorum. Yazarlık kitap yayınlatmakla ilgili değil bana göre; pek çok blog yazısı, pek çok kitaptan daha ilginç. O blog yazarları yazar değil mi?
Benim mottom çok basit: “Yazarsan yazarsın, yazmazsan yazmayan.”
.