21 Ağustos 2024
Nermin Menemencioğlu
(…)
John Steinbeck 1900 senesinde Kaliforniya’da doğmuştur. Babası Kaliforniya’nın küçük bir memuru, annesi ilkokul öğretmeni idi. Üniversiteye gittiği zaman yalnız kendisini alakadar eden konulara çalıştı. Üst kısmına pek ehemmiyet vermedi. Bir aralık Amerika’nın öbür ucundaki New York şehrine gitti, orada geçinmek için gazetecilik, duvarcılık, badanacılık yaptı, gündelikçi işçi oldu. İleride kitaplarının kahramanları olacak insanların hayatına karıştı. Sonra tekrar batıya döndü. Bir taraftan da durmadan hikayeler yazdı fakat ilk zaman kendini tutturamadı. 1929’da yayımlanan birinci kitabı hemen hemen hiç satılmadı. Bir iki sene sonra yayımladığı iki kitap da okunmadı.
Ankara’da Steinbeck’in bu zor günlerini hatırlayan bir Amerkalı gazeteci ve yazar var, bazen anlatır. Steinbeck ve karısı küçücük bir evde otururlarmış, çok defa yemekleri yalnız kuru ekmekle bir kadeh şaraptan ibaretmiş. Karısı ona devam etmesi için cesaret verirmiş, kendi için de hikaye anlatmak, bildiklerini söylemek adeta bir ihtiyaçmış.
O seneler Amerika’nın büyük buhran seneleri idi. 1934’te Steinbeck’in doğduğu Salinas şehrinde marul işçilerinin büyük bir grevi oldu. Bu grevden ilham alarak 1936’da Steinbeck In Dubious Battle (Sonu Belirsiz Savaş) adlı bir roman yayımlattı. Bu roman çok okundu, çok beğenildi. 1929’da yalnız kendi derdiyle meşgul olan halk Roosevelt’in cumhurbaşkanlığına seçilmesinden sonra birçok reformla, yenilikle alakadar olmaya başlamıştı. 1935-39 seneleri belki Amerika’nın şimdiye kadar yaşadığı en ileri senelerdir. Bu seneler zarfında Amerikalılar kendilerini büyük milli cereyanların üyeleri olarak gördüler ve bu hal sanatlarına bilhassa edebiyatlarına yansıdı. Sonu Belirsiz Savaş, hem bir Kaliforniya romanı hem de milli bir romandı çünkü anlattığı olaylar o sıralarda birçok Amerikalı’nın yaşadığı olaylardı. Hem yazar hem okurlar aynı zamanda geliştiler. 1929’de okunmayan Steinbeck, 1936’da şöhret sahibi oldu.
Biraz sonra Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men) adlı yeni bir hikaye yazdı. Yeni roman piyese çevrildi, uzun zaman New York’ta ve başka şehirlerde oynandı. Artık Steinbeck’in ismi Amerika’nın her tarafında işitilmişti.
Steinbeck, Kaliforniya’da, Los Gatos isminde bir küçük kasabaya çekilmiş, orada yalnız yazı yazmakla meşgul oluyordu.
1939 senesinde yayımlattığı Gazap Üzümleri (Grapes of Wrath) edebiyat dünyasında bir bomba gibi patladı. Amerika’da herkes tarafından okunan bu eser derhal filme çevrildi ve film de senenin en büyük sinema mükafatını kazandı.
(…)
Olayların mühim kısmı Kaliforniya’da geçtiği için Kaliforniya Çiftçiler Birliği ve ona benzer başka kuvvetli patron grupları Steinbeck’e çok öfkelendiler. Tıpkı Almanya’da olduğu gibi kitabını toplatıp yaktılar.
Romanı sinemaya çeviren şirket, Steinbeck’in hikayesinin gerçeğe uygun olup olmadığını kontrol etmek için Kaliforniya’nın büyük çiftliklerine kendi müfettişlerini gönderdi. Bunlar dönüşte gerçeğin Steinbeck’in anlattığından çok daha korkunç olduğunu söylediler. Bu sırada Amerikan hükümetinin bir memuru, Kaliforniya’nın zirai durumu hakkında Tarlalarda Fabrika ismi ile gayet ciddi bir eser yayımlattı. Bu eser Gazap Üzümleri’nden evvel yazılmıştı ve romancının tasavvur ettiği hikayenin olaylara ne kadar uygun olduğunu istatistiklerle ispat ediyordu.
Steinbeck, şehir kadar büyük meyve ve sebze rançlarındaki (çok büyük çiftlikler) işçi hayatını anlatır ve onun Kaliforniyası sinemadaki veya başka romanlardaki Kaliforniya’dan büsbütün başkadır.
Kaliforniya, bu sihirli kelime gözümüzün önünde türlü türlü renkli tablolar canlandırır. Çamlı dağlarını, hurma ağaçlı sahillerini, kaktüslü çöllerini sinemada çok gördük. Dört nal giderken isimlerinin ilk harfini tabanca ile ağaçlara yazan kovboyları biliriz. İspanyol ismi taşıyan şehirlerin ortaya çıkması, altın akını, koca yolsuz kıtayı karıları ve çocukları ile öküz arabaları içinde geçen muhacirler, ilk trenlerin inşası, bunların hepsi Kaliforniya’nın tarihinde heyecanlı birer fasıl teşkil eder. Fakat Steinbeck’in anlattığı şeyler bunların hiçbiri değil. O, şehir kadar büyük meyve ve sebze rançlarındaki (çok büyük çiftlikler) işçi hayatını anlatır ve onun Kaliforniyası sinemadaki veya başka romanlardaki Kaliforniya’dan büsbütün başkadır. Ancak Tarlalarda Fabrika gibi son yapılan araştırmalarda aynı gerçeklerle karşılaşıyoruz.
Kaliforniya yolu açıldıktan sonra verimli vadilere ilk yerleşenler hırsızlıkla, haydutlukla yüzbinlerce dönüm toprak sahibi oldular. Kimi çok daha eskiden yerleşen İspanyol ve Meksikalı derebeylerini, kimi yeni kurulmuş Kaliforniya hükümetini dolandırdı. Bir dolara bin dönüm alan, hatta bir dolar verip de yirmi, otuz bin dönümün sahibi çıkanlar oldu. 1860 ile 1870 arasında beş altı yüz kişi en güzel toprakları paylaştılar. Bu yerlerin birçoğu daha sapan görmemişti. Bedavaya sürülmesi için sahip şahıs ve şirketler, binlerce insanın şuraya buraya küçük çiftlikler kurmalarına müsade ettiler. Tam mahsulleri yetiştiği zaman “Bu topraklar bizimdir!” diye çifçileri dava edip herkesi sokağa attıktan sonra kendileri hazır sürülmüş, ekilmiş arazilere yerleştiler. Bugün bile Kaliforniya toprak dağıtımı bakımından Avrupa’nın en geri memleketlerine, Lehistan ile Macaristan’a benzer. Hatta çiftlikler daha muazzam olduğu ve memleketin kuruluşu daha geç geliştiği için temerküz (bir yerde toplanma) daha müthiştir. Öyle toprak sahipleri vardır ki rançları dahilinde trenle dolaşırlar. Fakat bu rançları işletmek tarzında Avrupalı derebeylerden ders almayarak en son fenni ve sınaî yardımlarla kendi metotlarını icat etmişlerdir. Rançlara kilometreler boyunca aynı mahsul ekilir: elma, şeftali, üzüm, marul, kuşkonmaz, domates vs. ve bazı yerlerde pamuk. Mahsulleri toplamak zamanı gelince Amerika’nın her tarafından işçi çağrılır, hatta eskiden işçi Çin’den, Japonya’dan ve Filipin adalarından da getirilirdi. Bin işçiye ihtiyaç varsa iki bin işçi için ilan dağıtılır. En az on bin kişi bu ilanları okuyup yollara dökülür. Çiftçilerin emri altında aç ve sefil bir işçi ordusu toplanmış olur. Ne kadar az para verirse versinler, on bin kişi arasında hemen hemen bedavaya çalışmaya razı olan bin kişi bulunur. Milyonlarca dolarlık şeftaliler, elmalar teker teker toplanıp hiç çürütülmeden sepetlere yerleştirildikten sonra (Bir sepette bir çürük meyve çıkarsa hepsi atılır, parası verilmez.) seyyar işçiler gelecek ilkbahara kadar paydos edilir.
(…)
Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni yazdığı sıralarda Amerika’nın orta kısımları, bilhassa Oklahoma, Teksas ve Arkansas vilayetleri çok kuraklık gördüler. Toz fırtınları buğday ve mısır tarlalarını mahvetti. Aç kalan çiftçiler her şeylerini satıp aileleriyle beraber eski püskü otomobillere yüklenip yeryüzünde bir cennet olarak meşhur olan Kaliforniya’nın yolunu tuttular. Amerika’nın asfalt yolları dört sıra üzerine arka arkaya dizilmiş arabalarla doldu. Bir kısmı Kaliforniya’ya gidenler bir kısmı da oraya gitmiş, büsbütün aç kalmış, şimdi de dönüş yolunda iş arayanlardı.
Gazap Üzümleri böyle bir ailenin hikayesidir. Aileyi evvela Oklahoma’da derli toplu bir çiftçi ailesi olarak görüyoruz. Çiftlik onların değil, komşu çiftliklerle beraber bir şirketindir. En büyük oğul Tom bir kavga esnasında adam öldürdüğünden dört sene hapiste yatmıştır. Fakat fena bir adam değil, sadece haysiyetine dokunulmasına tahammül edemeyen, çabuk öfkelenen bir delikanlı. Toz fırtınları Joad ailesinin bulunduğu çevreyi de kapladığı zaman şirket buralarda mısır ve buğday ektirmekten vazgeçer, pamuk ekmeye karar verir. Evleri yıktırır, çiftçileri sokağa atar, Jadlar çoluk çocuk (tam on iki kişi) eski bir kamyon satın alırlar, kurtarabildikleri eşyayı ona yükleyerek Kaliforniya yolculuğuna çıkarlar. Evvela başlarına gelen felaketi iyi kavrayamazlar. Onlar dilenci değil, o zamana kadar namusluca hayatını kazanan insanlardır. En mühim şey bir grup, bir aile teşkil ediyorlar. Ma (ana) Joad’ın daima dediği gbi birbirlerinden ayrılmadıkça, hep beraber düşünüp hareket ettikçe onları kimse yenemez Bu ana, tipik belki modern edebiyatta yaratılan en kuvvetli ve en sevimli tiptir. Uzun yolculuk esnasında ana hepsinin derdine çare bulur, durdukları yerlerde acele kurulan çadıra bir aile ocağı havası vermeye çalışır. Kocasına, çocuklarına ne yapıp yapıp sıcak yemek pişirir ve büyük anne yolda hastalanıp öldüğü vakit belediye memurları kamyonu durdurmasın diye ölünün yanında yatan anne, Kaliforniya’ya varıncaya kadar kimseye bir şey söylemez. Fakat bu büyük kadının bütün sarfettiği gayretlere rağmen felaket aileyi bir sel gibi götürür. Çünkü kendilerini öyle bir vaziyette buluyorlar ki şahısların iyiliği veya kötülüğü bir şeyi değiştirmiyor. Yüz binlerce kişinin başına gelen bu felaket, koca Amerika’nın toplumsal yüzünü değiştirmektedir. Babadan oğula çiftçi olan Joadlar, yollarda yavaş yavaş hüviyetlerini kaybediyorlar. Nihayet Kaliforniya’ya vardıkları zaman dağın tepesinden cennet gibi gözüken yeşil vadiler, içlerine inilince cehenneme dönüyor. Topladıkları bir ton şeftaliye bir dolar verenler onlara köle gibi muamele ediyor. Grev yapmasınlar diye etrafları polislerle, tabancalı sivillerle sarılıyor. Ellerindeki para da artık tükenmiştir.
Yol kenarlarında seyyar işçi hayatı yaşıyorlar. Ancak Amerika hükümetinin seyyar işçiler için kurduğu kampların birine bir müddet için sığınabildikleri zaman insan olduklarını tekrar hatırlıyorlar çünkü bu devlet müessesesinde onlara insan muamelesi yapılıyor. Fakat işsizlik yüzünden buradan uzaklaşmaya mecbur oluyorlar. Yolda büyük baba ve büyük anne ölmüştür. Kızın genç kocası bu sefalete dayanamayarak kaçıyor, kız yollarda bir çocuk doğuruyor, fakat çocuk dünyaya ölü olarak geliyor. Tom bir arkadaşını haince öldüren bir polisi vuruyor, ailesinden ayrılıp saklanmaya mecbur oluyor. İkinci oğul bir genç kıza aşık olup onunla evlenmek için ailesini terk ediyor. Aile gitgide küçülüyor, küçülüyor. Sonbahar yağmurları başlayınca bir sel kamyonla içindekilerini alıp alıp götürüyor. Aile çırçıplak kalmıştır. Onlar artık işçi de değil, yol serserisi. Fakat bütün bunlara rağmen beraber kalanlarda öyle bir hayat sevgisi, bir insan haysiyeti var ki onları hiçbir şey kıramıyor. Yağmurdan bir ambara sığınan aileden ayrıldığımız zaman düşünüyoruz ki bu insanlar iyi ve rahat bir hayat yaşamayı ferah ferah hak etmişlerdir ve başlarına gelen felaketten katiyen mesul değildirler.
Bizim rahat Ankara oturma odalarımızdan on beş bin kilometre uzakta cereyan eden bu milli faciayı yazar ne mükemmel canlandırmış. Halbuki hiçbir zaman ahlak dersi vermeden, iktisat istatistiklerinden bahsetmeden sadece hikayesini anlatıyor, birtakım insanları yaşatıyor. İşte geçen harpten beri Hemingway gibi Dos Passo gibi büyük Amerikan romancılarının takip ettiği usul, yazarın sesi işitilmeyecek, sadece şahıslar ve olaylar konuşacak. Proustların, James Joycelerin tam aksine şahısların kafalarında dolaşan düşüncelerden hiç iz yok. Hikaye şuurlu bir reporter tarafından naklediliyor, hareket hep düşüncelerin haricinde cereyan ediyor. Fakat böyle olduğu halde (veya belki böyle olduğu için) insanların ta içine kadar girebiliyoruz, hareketlerinin sebeplerini anlıyor, onların hayatını biz de yaşıyoruz.
(…)
Kaynak:
Adımlar Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, Yıl 1, Temmuz 1943, Sayı 3, sayfa: 90-93.