Özel Dosya: AYLA KUTLU
15 Kasım 2024
İBRAHİM BERKSOY
“12 Mart” ve “12 Eylül” Günlerinde Kültürel Ortamımız ve Kadın Yazarlar
80’li yılların başlarında -ve ilerleyen yıllarda- Türkiye’de iki alanda dikkat çekici gelişmeler yaşandı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin de etkisiyle insanların meydanlardan, sokaklardan, gündelik hayatın kalabalığından çekilip kendi iç dünyalarının derinliklerine sığınmaya çalıştığı, evlerin içini ağır, kasvetli bir bekleyiş havasının kapladığı dönemde sinema ve edebiyat alanında birbiri ardına “kadın” odaklı eserler verilmeye başlandı.
Füruzan’ın aynı adlı eserinden uyarlanan Ah Güzel İstanbul (Yön. Ömer Kavur), afişinde “Bütün kadınlar bu filmi görünüz” yazan Herhangi Bir Kadın (Yön. Şerif Gören) ve senaryosunu Selim İleri’nin yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi (Yön. Ömer Kavur)… Bu üç film de 1981 yapımı ve sonraki yıllarda yapılacak olan “kadın” konulu filmlerin öncüsü sayılabilir. Burada “kadın” konulu filmler derken elbette geçmişte, o günlerde ve sonrasında yapılan ve kadını bir “obje” olarak ele alan sayısız filmi konu dışı bırakıyorum. Bu tarz filmler sinema endüstrisi var oldukça yapılacaktır. O dönemde kadın odağında yapılan filmlerde iki temel unsur öne çıkıyordu: Birincisi kent yaşamında kadının pek çok yönden kıstırılmışlığı, ikincisi de taşranın bunaltıcı ortamında bocalayan kadınların umarsızlığı. Birkaç örnek vermek gerekirse Necati Cumalı’nın 1959’da yazdığı bir oyundan 1982’de sinemaya uyarlanan Mine (Yön. Atıf Yılmaz), 1985 yapımı Adı Vasfiye (Yön. Atıf Yılmaz) ve 2011’de Ay Büyürken Uyuyamam (Yön. Şerif Gören), Pınar Kür’ün 1979’da yazdığı aynı adlı öyküden uyarlama Asılacak Kadın (1986) (Yön. Başar Sabuncu), Duygu Asena’nın kitabından uyarlanan Kadının Adı Yok (1987) (Yön. Atıf Yılmaz), Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sından uyarlama Seni Seviyorum Rosa (1991) (Yön. Işıl Özgentürk)…
Benzer bir yönseme 80’li yılların başlarında -ve sonrasında- yazılan öykü ve romanlarda da kendini gösterir. O dönemde özellikle kadın yazarlar yazdıkları roman ve öykülerde kent yaşamında kadının kıstırılmışlığını ve taşranın bunaltıcı ortamında bocalayan kadınların umarsızlığını enine boyuna ele almış, toplumsal ve siyasal hareketlilik yıllarında adı unutulan kadını ve kadınların dünyasını yazınsal bir yetkinlikle ve ısrarla dile getirmişlerdir. Onların bu çabaları ülkemizde feminist hareketin gelişip güçlenmesine de ortam hazırlamıştır.
Ülkemizde 12 Mart 1971 muhtırası ve sonrasında iki aylık sürelerle sürekli olarak uzatılan sıkıyönetimli ara dönemin (1971-1973) ağırlığını, yükünü yazdıkları etkileyici öykü ve romanlarla büyük ölçüde kadın yazarlar göğüslemişti. O dönemde Adalet Ağaoğlu (Ölmeye Yatmak (1973), Yüksek Gerilim (1974), Fikrimin İnce Gülü (1976), Sessizliğin İlk Sesi (1978), Bir Düğün Gecesi (1979)), Füruzan (Parasız Yatılı (1971), Kuşatma (1972), Benim Sinemalarım (1973), Gül Mevsimidir (1973), 47’liler (1974)), Nezihe Meriç (Dumanaltı (1979)), Sevgi Soysal (Yürümek (1970), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), Şafak (1975), Barış Adlı Çocuk (1976), Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)), Pınar Kür (Yarın Yarın (1976), Asılacak Kadın (1979)), Leylâ Erbil (Tuhaf Bir Kadın (1971), Eski Sevgili (1977)), Aysel Özakın (Gurbet Yavrum (1975), Alnında Mavi Kuşlar (1978)) ve dönemin diğer kadın yazarları o zor yılları edebiyat diliyle göğüslemeye ve bilince çıkarmaya çalışmışlardı.
Onları birleştiren ortak nokta “kadın yazar” olmaları değildi, onları bir arada tutan şey o zor yılları göğüslemede gösterdikleri tavır, geliştirdikleri ortak duyarlık ve bilinç alanıydı. Sonraları bu yazarlar ve 80’li yıllardan itibaren ürünler vermeye başlayan başka kadın yazarlar edebiyattaki tavır alışlarına, geliştirdikleri duyarlıklara, sanat anlayışlarına, bulundukları yere bakılmaksızın hiçbir şey ifade etmeyen “kadın yazar” parantezine alınmaya başladı. Bu büyük bir haksızlıktı ve bu haksızlık halen de sürmekte.
80’li yılların yükü 70’li yılların yükünden çok daha ağırdı kuşkusuz. İlk etapta 80’li yılların başlarından ortalarına, sonrasında da 90’lı yıllara uzanan o zor yılların yükünü de büyük ölçüde kadın yazarlar göğüsledi. 80’li yıllarda bir Adalet Ağaoğlu (Üç Beş Kişi (1984), Hayır… (1987), Ruh Üşümesi (1991)), (Ayla Kutlu (Bir Göçmen Kuştu O (1985), Hoşça Kal Umut (1987), Sen de Gitme Triyandafilis (1990), Kadın Destanı (1994), Mekruh Kadınlar Mezarlığı (1995), Emir Bey’in Kızları (1998)), İnci Aral (Kıran Resimleri (1983), Sevginin Eşsiz Kışı (1986), Ölü Erkek Kuşlar (1991), Yeni Yalan Zamanlar (1994)), Erendiz Atasü (Kadınlar da Vardır (1983), Dullara Yas Yakışır (1988), Dağın Öteki Yüzü (1995), Taş Üstüne Gül Oyması (1997)), Tezer Özlü (Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980), Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984)), Nursel Duruel (Geyikler, Annem ve Almanya (1982), Yazılı Kaya (1992)), , Zeynep Avcı (Kötü Bir Yaratık (1982), Ahşap Köşkün Hanımefendisi (1991)), Latife Tekin (Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995)), Feyza Hepçilingirler (Eski Bir Balerin (1985), Kırmızı Karanfil Ne Renk Solar (1993)), Buket Uzuner (İki Yeşil Susamuru (1991), Karayel Hüznü (1994), Kumral Ada Mavi Tuna (1997)), Aysel Özakın (Genç Kız ve Ölüm (1980), Mavi Maske (1988)), Ayşe Kilimci (Sevdadır Her İşin Başı (1983), Gül Bekçisi (1989)) ve dönemin diğer kadın yazarları o zor yıllarda gazete ve dergilerdeki yazılarıyla, kitaplarıyla adeta bir “edebiyat cephesi” oluşturmuşlardı.
Dünyanın her yerinde edebiyat; dergi ve gazete yazılarında, panellerde, edebiyat kulüplerinde, derneklerde soluk alır, kendisini yeniler, günceller. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Mustafa Kemal Atatürk bu sözleri, henüz daha Cumhuriyet ilan edilmemişken, 16 Mart 1923’te Adana’da yaptığı bir konuşmada söyler. Benzer bir yaklaşımla diyebiliriz ki edebiyat dergilerinin, gazetelerin kültür-sanat sayfalarının, edebiyat derneklerinin, kulüplerinin, edebiyat fakültelerinin, canlı edebiyat ortamlarının olmadığı, varsa bile gelişip güçlenmediği yerlerde duygu ve düşünce hayatının atardamarları kopmuş, kültürel hayatın kılcal damarları kurumuş, bünye kangren olmuş demektir.
80’li yılların edebiyat ortamının içinde yer alan, dönemin dergilerini, gazetelerini, gazetelerin kültür sanat sayfalarını, kitap eklerini takip eden bir edebiyatsever olarak yazılarıyla, şiir, öykü ve denemeleriyle, haber ve söyleşileriyle dönemin dergilerine, gazetelerin kültür-sanat sayfalarına katkıda bulunan edebiyatçılarımıza, aydınlarımıza, o dergi ve gazeteleri alıp okuyanlara şükranlarımı sunuyorum. Gerçekten zor zamanlardı.
O zor zamanların kültür-sanat-edebiyat dergilerinin kimilerini burada anmak isterim: 1933’ten beri yayınlanan Varlık, 70’li yıllardan beri (1972) Milliyet Sanat, Türkiye Yazıları (1977/1983), 1980 başından beri Hürriyet Gösteri, Sanat Olayı (1981/1983), Yazko Somut (1979/1983), Yazko Edebiyat (1980), Yarın (1981), Bilim ve Sanat (1981), Düşün (1984), Broy (1985), Adam Sanat (1985), Gökyüzü (1986), Karşı Edebiyat (1986), Toplumsal Kurtuluş (1987), Edebiyat Dostları (1987), Gergedan (1987), Argos (1988), Yazıt (1990), Sombahar (1990), Damar (1991), Evrensel Kültür (1991), Edebiyat ve Eleştiri (1992), Eşik (benim de içinde yer aldığım bir edebiyat dergisi, 1992), Adam Öykü (1995)… O dönemde İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da, Anadolu’nun pek çok kentinde geçmiş birikimden hareketle kendini var eden kısa ya da uzun ömürlü, az ya da çok sayfalı daha başka edebiyat dergileri de vardı kuşkusuz. 80’li yılların öncesinden beri edebiyat dünyasının içinde olanlarla birlikte 80’li yılların başından itibaren ürünler vermeye başlayan hemen tüm edebiyatçılar bu dergilerde yazılarıyla, şiirleriyle yer almış, o zor zamanların edebiyat ortamını oluşturmaya, yeni bir “edebiyat cephesi” kurmaya katkıda bulunmuşlardır.
Ayla Kutlu, ortaya koyduğu ürünleriyle, içinde bulunduğu kültürel ortamlarda sergilediği dirençli tavrıyla kendi sesini bulmuş, kendi özgünlük odağını belirlemiş, kendi dünya görüşünü oluşturmuş bir yazarımız, değerli bir aydınımızdır.
Ayla Kutlu’nun Edebiyat Dünyası
70’lerden 90’lı yılların sonuna dek ülkemizdeki kültürel ortamın arka planını ve o dönemlerde kadın yazarların gösterdiği dirençli tavrı anımsatmamın nedeni buradan hareketle Ayla Kutlu’nun edebiyatımızdaki özgün yerini ortaya koyabilmek içindir.
İlk kitabı Kaçış, 1979’da yayımlandığına göre 40 yılı aşkın bir süreyle edebiyatın içinde olmuş, ortaya koyduğu ürünlerle her dönemde kendi özgünlüğünü korumuş bir yazardan söz ediyoruz. Çoğu yazar kendisini bir “birey” olarak tanımlar ve kuşkusuz bireyselliğinin farkındadır. Ancak her birey çevresiyle ve içinde bulunduğu kültürel ortamdaki yeriyle, tavrıyla bireydir. Bir yazar için eserlerinde ortaya koyacağı “dünya görüşü”, özünde, kendi iç dünyasında ve bilincinde tutarlı bir “birey-çevre-mekân-zaman” ilişkisi kurmasıyla başlar. Ayla Kutlu, ortaya koyduğu ürünleriyle, içinde bulunduğu kültürel ortamlarda sergilediği dirençli tavrıyla kendi sesini bulmuş, kendi özgünlük odağını belirlemiş, kendi dünya görüşünü oluşturmuş bir yazarımız, değerli bir aydınımızdır.
Edebiyatta “birey-çevre-mekân-zaman” ilişkisi büyük ölçüde anılarla, kişisel ya da toplumsal tarihle kurulur. Anılar, günlükler, özyaşamöyküsel anlatılar, mektuplar, sararmış fotoğraflar yazar ile yapıtı arasında sahici bir bağ kurmamıza olanak sağlar. Ayla Kutlu, tüm bu araçları keskin bir gözlem yeteneğiyle ve incelikli, yenilikçi ve çağrışımlarla dolu zengin bir dille eserlerinde ustalıkla kullanagelmiştir. 70’li yılların etkili dergilerinden Özgür İnsan’daki kitap tanıtım yazıları ve öyküleri ile başlayan yazarlık hayatı, 1979’da yayımladığı ilk romanı Kaçış’la yeni bir evreye girdi. O tarihten bu yana öyküleriyle, romanlarıyla, çocuk kitaplarıyla, anılarıyla Ayla Kutlu edebiyat ortamımızın içindedir.
40 yılı aşkın edebiyatçılığında Ayla Kutlu’nun tarih-zaman-mekân bilinci, özellikle kentlerin, coğrafyaların başlı başına birer roman karakterine büründüğü yapıtlarında olanca berraklığıyla okura yansımaktadır. Örneğin Asi… Asi… (2010) romanında Asi Nehri ve Antakya şehri, romana konu birer mekân olmanın ötesinde doğası, çevresi, iklimiyle; evleri, insanları, börtü böceğiyle, geçmişten günümüze bölgesel ve beşeri tarihin, kültür tarihinin, etnografyanın birer taşıyıcısıdır, anlatıcısıdır, öznesidir, özetle birer roman karakteridir.
Ayla Kutlu’nun tarih-zaman-mekân bilincinin romanlarına yansıdığı bir başka alan “tarihsellik”tir, tarihselliğe bakış açısıdır. Ayla Kutlu “tarih”i ve “tarihsel olan”ı geriye dönük bir “anlama” ya da “anlamlandırma” uğraşı olarak görmüyor. Tarihe ve tarihsel olana içinde bulunduğu zaman-mekân odağından bir “süreklilik olarak bakıyor, öyle yorumluyor, böylelikle “tarih”i ve “tarihsel olan”ı yarattığı roman karakterleriyle (özellikle de kadın roman karakterleriyle) birlikte yeniden yapılandırıyor. Bu bir tarih yazımı değil elbette, bu bir edebi anlatı. 1985’te yayımlanan Bir Göçmen Kuştu O ile bu romanın devamı niteliğindeki Emir Bey’in Kızları’nda (1999) ve Kadın Destanı’nda (1994) yazarın yaptığı şey aslında budur.
Ayla Kutlu, öykülerinde daha çok “kadınların dünyası”ndan yola çıkarak hem ev içinde hem de dışarıda “gündelik hayat”ın hemen her alanında geniş ve yaygın bir biçimde karşımıza çıkan “kuşatılmışlık” gerçeğini gündeme getirir. Hüsnüyusuf Güzellemesi (1984), Sen de Gitme Triyandafilis (1990), Mekruh Kadınlar Mezarlığı (1995) ve Zehir Zıkkım Hikâyeler (2001) adlı kitaplarındaki öyküler birlikte okunduğunda çeşitli boyutlarıyla bu “kıstırılmışlık” duygusu açıkça hissedilir.
Ayla Kutlu’nun eserlerinde dile getirdiği önemli meselelerden biri de “göçmenlik” ve “gurbetlik” duygusudur. Yazar, bu meseleyi tarihsel, kültürel, dilsel, coğrafi, kişisel ve etnolojik yönleriyle olabildiğince geniş bir perspektiften ele alır. Yedinci Bayrak Urumeli’den İzmir’e (2016) romanı Ayla Kutlu’nun meramını olanca yetkinliğiyle ortaya koymaktadır. “Saraybosna’dan İzmir’e… Yedi göç, yedi bayrak… Kıyım, kırım, korku… Açlık, umutsuzluk, çaresizlik…” Balkanlar adını verdiğimiz coğrafyanın hem bize oldukça yakın hem de bizden oldukça uzak olduğu gerçeği… Öbek öbek kitlesel göçlerle acı ve gözyaşı içerisinde terk edilen, un ufak olmuş, çözülmeye yüz tutmuş bir “vatan”… Geride bırakılan onca hasretliğin, göçmenliğin, yersiz yurtsuzluğun, gurbetliğin, mübadilliğin sonunda tek bir umut var: O da dalgalanan yedinci bayrak altında özgür ve güvenli bir vatana ulaşmak… O yedinci bayrak, İzmir’e giren Kuvayı Milliye süvarilerinin İzmir’de göndere çektikleri bayraktır. İzmir, kaç yüz yıldır süren göçmenlik sonunda göçülen yedinci ve son “yer”dir, son “yurt”tur…
Çoğu yerde söylenmiştir: Yazarın hayatı eserlerine dâhildir ya da yazarın hayatı eserlerine bir şekilde yansır. Kırk yılı aşkın bir süredir edebi ürünler veren Ayla Kutlu, bugün artık “Ayla Kutlu’nun kadın karakterleri” olarak adlandırdığımız karakterler aracılığıyla, ısrarla ama her yapıtında kendini yenileyerek, “kadınların dünyası”na seslendi. Zaman da Eskir (2006) adlı anı kitabında ise zengin, canlı, diri, berrak bir edebi dille, bir kadın olarak doğumundan itibaren kendi hayatının 58 yılını yazdı. 2006 yılından 58 yıl geriye giderek, berrak bir bellekle, anılara, duygulara ve belgelere dayanarak şöyle anlatır doğumunu: “14 Ağustos 1938 yılında Antakya’da Saray Cadde’sindeki kapıdan girdikten sonra, Ortadoks Kilisesi’nin avlusunu geçerek arka kapının açıldığı sokağa girince hemen baştaki evde doğdum.” Anılara tutunmak bir yerde her şeye bir sis perdesinin gerisinden bakmak gibidir. Belleğin şaşırtmacalarına karşı Ayla Kutlu, Zaman da Eskir’de daha başlangıçta şu cümleyi yazar: “Bir yazar için gördüğüyle gördüğünü varsaydığı arasında öznel doğruluk yönünden bir fark olmaması doğaldır.”
Her yazar yaşadıklarını, gördüklerini, düşündüklerini, düşlerini, hayallerini, geçmiş hatıralarını anlatmak ister. Örneğin Márquez anılarını yazdığında kitabına Anlatmak için Yaşamak adını vermişti. Ayla Kutlu ise Zaman da Eskir demiş. 2006 yılının üzerinden neredeyse 20 yıl daha geçti. Zaman eskimeye devam ediyor… Zaman da Eskir’i okuyanlar 2006’dan bugüne Ayla Kutlu’nun penceresinden son 20 yıldaki akıp geçen zamanı hiç kuşkusuz merak ediyorlar. Ben de öyle.
.