7 Şubat 2025
SEVİN SEZGİN
BİZİM ÇAĞ SORUYOR:
Yaşadığı kent/kasaba insanın yazarlığını/yaratıcılığını nasıl etkiler?
Renkler, Kokular, Sesler, Tatlar

Öyle çok şehir gelip geçti ki yaşamımdan. Her birinin anısı yüreğimde. En çok da çocukluğumun kentleri doğal ki… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Anılar, gelenekler, söylenceler biriktirdim ve onları harmanlayıp kalemime öykü, şiir, masal ettim.
Ne zaman geçmişe döndürsem yüzümü, doğup büyüdüğüm şehirde ya da gittiğimiz başka kentlerde buluyorum kendimi. Mahallemde, sokağımda, evimde. Usumda masalsı yolculuklar geçmiş zamanlara. Öykülerimi yazarken düşlediğim mekânlar, geçmişten gelip dolanıyor kalemime. Sesleri, kokuları duyumsuyorum.
Yaşamımın içinden gelip geçen tüm şehirler çocuk ruhumda ne sevinçler, ne hüzünler bıraktı. Sevgiyi, coşkuyu, mutluluğu, hatta ilk aşkı yaşamış; sonra da çekip gitmiştim yaşamıma tat katan o güzel şehirlerden. Bazen bozkır ayazında, bazen portakal çiçeği kokusunda… Ben mi süslüyordum evleri, odaları, bahçeleri usumda? Gök daha mavi, yeşiller daha mı yeşildi o zamanlar?
Yazma serüvenimin başladığı yer, yaşama gözlerimi açtığım Bursa’ydı. İlkokul üçüncü sınıftaydım. Güzel doğasını şiirlerle anlatmaya çalışıyordum ya da masallarla. Doğduğum ev caddenin en güzeliydi. Yaşını bilmediğim, ama evimizin boyunu aşan ıhlamur ve fıstık çamlarıyla dolu okul bahçesine bakardı. Baharda ıhlamurlar çiçek açtığında, baygın kokuları buhurdanlıktan çıkmış bir tütsü gibi yayılırdı tüm mahalleye. Evlerimizin bahçesinde ortancalar, yıldız çiçekleri, sardunyalar…
Kışın, karların çok yağdığı zamanlarda, sokağımız masalsı bir görünüme bürünürdü. Herkesin evine çekildiği saatlerde, pencerelerden dışarıya sarı sımsıcak ışıklar sızardı. Kimseler olmazdı caddede, sokakta. Bazı evlerin camlarından, dışarıya uzatılmış soba borularından çıkan odun isinin kokusu, mutluluğun kokusuydu benim için. İçimi ısıtırdı. Hâlâ o kokuyu duyduğumda, o zamanki Bursa’nın masalsı geceleri düşer aklıma. Karlı gecelerde başımı camdan uzatır, sessizliğin sesini dinlerdim. O büyülü aydınlıkta, kelebekler gibi uçuşan kar tanelerinin, yere düşerken çıkardığı sesi sanırım benden başka kimse duymazdı. Ne bir nefes ne de bu ıssızlığı paylaşan gizemli bir ayak sesi olurdu gecenin karanlığında. Hava mis gibi kar kokardı.
İlkyazlar da başkaydı o yitik zamanlarda. Yeşil bir denizi andıran ova, şeftali ağaçlarının çiçek açmasıyla pembeye bürünürdü. Hem Uludağ hem ova, bayramlıklarını giymiş çocuklar gibi coşkulu, neşeli, rengârenk… Eriyen karların, yağan bahar yağmurlarının ardından Gökdere suya kavuşmanın sevincini yaşardı. O günlerin bir başka tadı da yazlık sinemalardı kuşkusuz. Güneş çekilip, ortalık serinlemeye başladığında sinemalarda da hazırlıklar başlardı. Yavaş yavaş inen akşama bir Zeki Müren şarkısı karışırdı: “Bir tatlı tebessümün, bin vuslata bedeldir.”
Renkler, kokular, sesler, tatlar… Esin kaynaklarım…
Uzun, kıvrım kıvrım demirden raylar, koca bozkırı aşarak bilmediğim uzaklara götürmüştü bizi. Tiz bir çığlıkla ama yorgun, bitkin bir ihtiyar gibi soluyarak hareket ederdi trenimiz. Zaman geçtikçe tekerleklerin dönmesi hızlanır, genç bir kısrakmışçasına koşmaya başlardı demirden raylar üstünde. Tekerlekler döndükçe çıkan uyumlu sesler… “Tıkır da tıkır… Tıkır da tıkır…” Kanatlanırdı çocukluğum kara trenin savrulan dumanında. Geçtiğimiz yerleri belleğime kazırdım. Yolculuğumuz ne kadar sürerdi anımsamıyorum. Ama trende geçen saatlerin verdiği mutluluğu hiç unutmadım. Sabahları, güneşin ilk ışıkları uçsuz bucaksız düzlükleri aydınlattığında doğayı izlemek ne güzeldi! Toprağın ısınmasıyla oluşan nem, tarlaların üzerine tülden bir örtü gibi çöker, doğaya masalsı bir görünüm katardı. Bu göz alabildiğince uzanan topraklarda insanı hüzünlendiren bir şeyler vardı. Küçük küçük köylerin yakınlarından geçerken erkenden tarlasında çalışmaya giden kadın, erkek, çocuk, pek çok insan görürdük. Yerleşim yerlerinden geçerken “gazteeeeee…” diye bağırırdı çocuklar. Dağlar, ovalar, nehirler göller…
Geceleri koyu karanlıkta, yıldızları yere inmiş sanırdınız kompartımanın penceresinden. Hani elini uzatsan tutacakmış gibi. Bitimsiz bir karanlık… Zaman zaman uzaklarda, tek tük cılız ışıklar görünürdü ateş böcekleri gibi. Bir yalnızlık duygusu çökerdi içime. Tren karanlığı yırtarak yol alırken bozkırın gecesi ayaza keser, kompartımanın camları buğulanırdı. Her çocuk gibi buğulanmış camlara yazı yazar, resim yapardım.
Mardin’e ilk ayak bastığımda, farklı bir kente gelmenin verdiği yabancılık duygusunu yaşamıştım. İlk kez taşlardan yapılmış bir şehir görmüş, evlerin görkemine hayran kalmıştım. Dillenmişti sanki taşlar ustaların elinde. Bizim oturduğumuz ev de güzel bir Süryani eviydi. Dar, kesme taşlardan yapılmış bir merdiven, demir bir kapı, kapıda büyük bir tokmak… Merdivenin sonundaki iki büyük teras Mezopotamya’yı kucaklıyor adeta.
Ne şanslıydım! İlk kez farklı bir coğrafyada yaşayacak, Mardin’in çok kültürlü yaşamını içselleştirecektim. Evimizin terasından bir deniz gibi uzanan Mezopotamya Ovası’nı izlerken düşler kurardım. Sümerler, Akadlar, Asurlar ve bu şehre taş sanatının bütün inceliğiyle damgasını vuran Artukoğulları… Tarih kitaplarında okuduğumuz uygarlıkların, uçsuz bucaksız bu bereketli ovada yaşadığını bilmek adlandıramadığım duygular verirdi. Binlerce yıl ötesinden bize bıraktıkları sesler oynaşırdı kulaklarımda. Ya o havaya karışan eşsiz koku! Tarçın, kakule, mahlep, zencefil… Güneş batarken kızıl bir denize dönüşen ova, güneşin ışıkları yavaş yavaş solarken, önce mora, sonra laciverte kesilirdi. Geceleri sınır boyunca uzanan Suriye kasabalarının ışıkları, deniz ortasındaki adacıklar gibiydi. Mardin, bilge bir ece gibi bakardı Mezopotamya’nın bereketli topraklarına yükseklerden.
Çocukluğumda yaşamımın içinden geçen her şehir belleğimde kalan bir anı değildi yalnızca, çok şeydi. Kim bilebilir benim kadar Hasan Dağı’nı, dağın ermişi Hasan dedeyi? Tuz Gölü’nün üzerinde kaç kişi yürümüştür elinde tuz parçacıklarıyla? Gordion’da, bozkırın ıssızlığında binlerce yıldır yatan Kral Midas’ın mezarına kaç çocuğun gözleri tanık olmuş, kaç çocuk o mezarın içine inerek binlerce yılın kokusunu duymuştur?
Çocuklar, şehirler gibidir. Gizemli, renkli, eğlenceli… Önyargısız bakarlar dünyaya. Doludizgin yaşarlar duygularını. Onun içindir ki gittikleri her kenti kucaklarlar kocaman yürekleriyle. Kendilerince süsler, tatlar katarlar. Yaşadığım şehirleri düşündüğümde, bende bıraktıkları tatlara, varsıllıklara ve yazın yaşamıma kattıkları için teşekkür ediyorum her birine.
.