Babasına Çiçek Götüren Çocukların Dramı

ÖZEL DOSYA: AYLA KUTLU

12 KASIM 2024
HÜLYA SOYŞEKERCİ

Ayla Kutlu’yu, yıllar önce Sen de Gitme Triyandafilis adlı novellasıyla tanımıştım. Yazarın, Kaçış, Bir Göçmen Kuştu O, Hoşça kal Umut, Cadı Ağacı gibi romanlarının, ülkemizde pek çok okurun beğendiği kitaplar arasında olduğunu biliyordum ama daha önce yapıtlarını okuma fırsatı bulamamıştım. 

1990 Sait Faik Hikâye Ödülü’nü alan Sen de Gitme Triyandafilis’i o yıl bir kitapçıda gördüğüm an, mutlaka alıp okuma isteği uyanmıştı içimde. Kapak resmi de öyle güzeldi ki kitap beni çağırıyordu adeta. Sen de Gitme Triyandafilis’teki tarihsel arka plan, toplum sorunları, savaşın acıları, yoksulluk, fedakârlık, masumiyet, zihinsel engelli olmanın getirdiği dışlanmışlık halleri öyle canlı, etkili, içe işleyen bir anlatımla ve öyle akıcı ve inandırıcı bir kurgulamayla ifade ediliyordu ki ilk okuyuşta yazara hayran olmuş, kitabın sayfalarını güçlü bir merak duygusuyla çevirmiş ve öykünün sonundan da çok etkilenmiştim. Daha sonraları Sen de Gitme Triyandafilis’in sinema uyarlamasını da beğenerek izlediğimi anımsıyorum.  

Bu değerli yapıtından sonra Ayla Kutlu’nun diğer öykü kitaplarını ve romanlarını okumaya; onun yazınsal kişiliğini daha yakından tanımaya, anlamaya ve çözümlemeye devam ettim. Böylece yazarın kurmaca dünyasına, anlatım tarzına, karakter yaratımına, tarihsel dönem anlatımlarının canlılığına, toplum sorunlarını ve kadın meselesini dile getirmedeki ustalığına, gözlem ve yorumlama gücüne, çocuk dünyasını ifade etmedeki başarısına hayranlığım biraz daha arttı. 2000’lerin başında, İzmir’de düzenlenen bir edebiyat etkinliğinde Ayla Kutlu’yu şahsen tanıma olanağı bulduktan sonra, gerçekten şanslı olduğumu, böyle nitelikli bir aydının, değerli bir yazarın, mütevazı ve güzel bir insanın arkadaşı olmanın bir onur olduğunu derinden hissettim.  

Sevgili Ayla Kutlu’ya ve edebiyatına dair içtenlikli duygularımın ifadesiyle başladığım bu yazıda, onun ilk öykü kitabı Hüsnüyusuf Güzellemesi* içinde yer alan “Babaya Çiçek Götürmek” adlı öyküsünü odağa alan bir yakın okuma çalışması yapmaya gayret edeceğim. 

Ayla Kutlu öykülerine dair bir yazımda şunları dile getirmiştim: “Ayla Kutlu özellikle tarihsel zamana yayılarak genişleyen ve novellaya evrilen öykülerinde, geçmişte yaşanan savaş, göç gibi derin toplumsal kırılmaların mekânlar ve kuşaklarda bıraktığı izlerini sürerek, bireyde yoğunlaşıp derinleşen toplumsal zamana dikkat ederek yazmaya özen gösterir.” Yazarın pek çok öyküsünde bu özelliği görüyoruz.

Ayla Kutlu’nun asıl meselesi, roman ve öykülerinde insan ruhunun gizlerini, çelişkilerini çözümleyerek anlatmak; birey-toplum diyalektiğini sağlam temellere dayandırarak ifade etmek, kurmaca üzerinden, hayat ve insan hakkında derin anlamlara ulaşmak ve böylece okurunu düşünmeye ve sorgulamalara yöneltmektir. 

Ayla Kutlu, öykülerinde, geniş tarihsel dönemlerin yanı sıra ülkemizin toplumsal ve siyasal kırılma dönemlerini, daha çok kadın ve çocukların yaşantıları ve iç dünyaları üzerinden dile getirir. Erkekler, özellikle babalar, bu zorlu dönemlerin acılarına yakından tanıklık eden, omuzlarında hayatın ağır yüklerini taşıyan kişilerdir. 

İlk kez 1974 yılında yayımlanan ve yazarın ilk öykü kitabı olan Hüsnüyusuf Güzellemesi içindeki son bölüm, 12 Mart 1971 döneminde yaşanan olayların, ailelerde, kadınlarda, çocuklarda ve genel olarak bireylerdeki etkilerinin dile getirilmesi açısından önemlidir. Yazarın Belirgin Bir Acıyla adını verdiği son bölümde, siyasi suçluların, tutukevlerinin, mahpus yatan ana babaların durumu, çocukların ve kadınların içerideki ve dışarıdaki çileleri, yalnızlık, hüzün, çaresizlik duyguları dillendirilir. Bu bölümdeki öykülerin geniş bir zamana yayılmadığı, metin içi dünyada şimdiki zamanın ve yakın geçmişin ön plana çıktığı görülür. Yoksulluk, çaresizlik, yalnızlık ve dışlanmışlık, öykü kişilerinin yaşantılarını bir ağ gibi sarar. 

Belirgin Bir Acıyla başlıklı bölümün ve kitabın son öyküsü olan “Babaya Çiçek Götürmek”, 12 Mart döneminde, siyasi tutuklu olan babasına, görüş gününde bir demet çiçek (leylak) götürmeye çalışan, on-on iki yaşlarında ortaokul öğrencisi bir kız çocuğunun yaşantıları, tanıklıkları, gözlemleri zamansal geri dönüşlerle ve onun içtenlikli, çocuksu anlatımları üzerinden dile getirilir. “Babaya Çiçek Götürmek”, sinematografik özellikleri ve anlatım başarısı dolayısıyla 13. Antalya Film Öyküsü Ödülünü alan bir öyküdür. 

12 Mart 1971 muhtırasının yarattığı toplumsal ve siyasal kırılma döneminde yaşananlar; özgürlüklerin kısıtlanması, evlerin aranması, insanların evlerinden alınıp gözaltına götürülmesi, farklı siyasi görüşte olanların tutuklanması, mahkûm edilmesi, tutuklu ailelerinin çilesi, baskılar, yasaklar, zorlamalar, işkenceler, acılar, güçlü bir kurmacaya dönüştürülen metin içi gerçeklikte, kız çocuğunun öznel; anlatıcınınsa nesnel bakış açısıyla ayrıntılar üzerinden okura incelikle sezdirilir.  

“Babaya Çiçek Götürmek” öyküsünde iki ayrı ses, iki ayrı anlatım yer alır. Bunlardan biri, anlatıcının nesnel bakış açısıyla, öyküdeki olayları, öykünün şimdiki zamanında, üçüncü tekil şahıs anlatımıyla dile getirdiği sesidir. Öteki ses ise kız çocuğunun olayları ve yaşananları anlamaya çalışan, merak dolu, içtenlikli, çocuksu sesidir.  Kız çocuğu, “ben öyküsel” anlatımıyla hem kendi iç dünyasını açar hem de yakın geçmişte çevresinde, ailesinde gözlemlediği, tanık olduğu olayları anlatır, onları yorumlamaya, anlamaya çalışır. Düşünceleri, yorumları kendi yaşına göredir. Yazar, kız çocuğunun anlatımını, onun dünyasına ve bakış açısına uyarlamıştır; öyküde “ben” diliyle konuşanın küçük bir kız olduğu net olarak ayırt edilir. 

Babası siyasi suçlu olarak tutukevine giren küçük kızın yalnızlığını, dışlanmışlığını, yaşadıklarının ne olduğunu anlama çabasını ve hüznünü, onun samimi ve naif anlatımlarından öğreniyoruz. Babasının, yaşadıkları mahalledeki insanlar tarafından “komünist” olarak nitelendirilmesi nedeniyle, okulda arkadaşları küçük kızla konuşmak istemez, onu oyunlarına almazlar. Küçük kızın kendi anlatımından öğrendiğimize göre, onu seven arkadaşı Yıldız da ona yaklaşamaz çünkü arkadaşının annesi, onunla arkadaşlık etmesini yasaklamıştır. 

Böylece, öykünün anlatıcılarından biri olan kız çocuğu, kendini çok yalnız hissettiğini birinci ağızdan ve içtenlikle dile getirir. Arkadaşlarının davranışlarının değişmesine, kendisine yönelen olumsuz ve dışlayıcı tavırlarına anlam vermeye çalışır: “Okulda arkadaşlarım neden öyle davranıyorlar? Onlara bir kötülüğüm dokunmuyor. Eskiden arkadaşlık ederlerdi, ders sorarlardı. Şimdi ders bile sormuyorlar. Herkes benden uzakta oynuyor. Beni oyunlarına almıyorlar. Geçenlerde, iki- üç tane okul dönüşü ardımdan bağırıştılar: ‘Komünistin çocuğu… Komünist piçi…’ Aldırmayayım diyorum. Yapamıyorum. Olmuyor. Yalnız başına olmuyor. Herkesin arkadaşı var.” (s.170) 

Öyküde küçük kızın adı yer almıyor. Yaşadıkları o denli zor ve iç acıtıcıdır ki onun bir adının olmamasının, yazar tarafından bilinçli olarak tercih edildiğini; öyküdeki küçük kızın, o dönemin acılarını, siyasi tutuklu babaları ya da yakınları üzerinden yaşayan pek çok çocuğu, bir anlamda, kendi tikel varlığıyla temsil ettiğini düşünüyorum.    

Küçük kızın, çağrışımlarla, geri dönüşlerle anlattığı ya da zihninden geçirdiği olayların akışı devam ederken öykünün şimdiki zamanında anlatıcının şehir içi bir otobüs yolculuğunu ayrıntılarıyla dile getirdiğine tanık oluyoruz. Otobüs, sadece belirli bir günde çok kalabalık olmakta, sadece o gün yolcuların bir kısmı oturacak yer bulamayıp ayakta kalmaktadır. Diğer günlerdeyse o hattın otobüsü hep sakindir, yolcusu azdır. Otobüsün dolu olduğu günlerde, yolcuların pek çoğunun yanında sepetler, torbalar, fileler taşıyor olmasına dikkatimizi çeker anlatıcı. Böylece, o “özel” günün, tutukevinin “görüş günü” olduğunu, yolcuların, yanlarında taşıdığı torbalarla tutukevindeki yakınlarına onların ihtiyaç duyduğu bazı öteberiyi götürdüklerini sezdirir. Yazar, sesini anlatıcısının sesine katarak, okurunun anlayış, kavrayış ve sezgi gücüne seslenmekte, gerçekleri doğrudan göstermek yerine, ayrıntıların işlevselliği üzerinden, estetik bir yaklaşımla, dolaylı yoldan yansıtmaktadır. 

Anlatıcının şimdiki zaman anlatımları, küçük kızın çağrışımlarıyla şekillenen iç konuşmalarındaki zamansal geri dönüşlerle sık sık kesintiye uğrar. Öykü boyunca bu anlatım ve kurgulama tekniğinin başarıyla uygulandığına tanık oluruz. Öykünün girişindeki şimdiki zamanda, otobüse yetişmeye çalışan ve elinde bir leylak demeti taşıyan küçük kız ve annesinin koşuşturmaları, otobüse zorlukla binmeleri, otobüs içindeki kalabalık, küçük kızın zorlukla ayakta durmaya çalışması, otobüsün yavaş yavaş ilerleyişi ayrıntılarla anlatılır: “Otobüs birden duruverdi. Geçitte sarı ışığın yandığını gören şoför, hızlandı. Geçemedi. Frene bastı. Yolcular öne arkaya sallandılar. Dengelerini yitirdiler. Çocuk, önce birisinin ayağına bastı, öne kayıp, sonra geriye doğru sallandı. Annesine tutunmak isteyince, kucağına bastırdığı leylaklardan birkaç dal yere düştü. Otobüsteki ayaklar hemen ezdiler, kapattılar dalları. Ne çocuk ne de başkaları çiçekleri ayrımsayacak durumda değildiler. Annesinin, dantel gibi incecik nakışlı hırkasının ucunu tuttu.” (s.174) Anlatıcı, leylakların birkaç dalının ayaklar altına kalıp ezilmesini, küçük kız dahil otobüste bulunan hiç kimsenin bunu fark etmemesini dile getirirken, “ezilme” metaforuyla yaşamdaki güzelliklerin yok olmasını ve insanların telaşını, duyarsızlığını vurgular. Daha geniş bir yorumla, dönemin acımasızlığının sezdirilmesi de vardır ayak altında ezilen leylaklarda.

Öykünün şimdiki zamanı biraz sonra yine kesintiye uğrar, yine küçük kızın o masum anlatımları, anımsamaları devreye girer. Görüşme günü yaklaştığında babasına çiçek götürmeye karar verdiğini, komşularının bahçesinden birkaç dal leylak kopardığını anımsar küçük kız.  Annesinin bu yüzden onu azarladığını belirtir. “Annem de kızdı üstelik: ‘Bazen çocuklaşıyorsun. Nasıl koparırsın başkasının çiçeklerini? Şu haline bak! Ya görselerdi? Bir de hırsızlığımızı mı söylesinler?” (s.182) 

Öykünün “vak’a zamanı” olan şimdiki zamanda, otobüsün, tutuk evinin olduğu durağa yavaş yavaş ilerlemesi, durakta inenlerin ilerideki bir binaya doğru yürümeleri, güvenlik kontrolünden geçirilmeleri, tutukevindeki yakınlarıyla görüşmek isteyenlerin gerekli prosedürü tamamlamaya gayret etmeleri… anlatıcının dikkatli gözlemleriyle hikâye edilir. O insanların arasında küçük kız ve annesi de vardır. Onlar da tutuklu babayla görüşebilmek için gereken işlemleri sessizce yerine getirirler. 

Küçük kız, yakın geçmişi anımsar yine. Eve gelen polisler babasını alıp götürmüşlerdir. Bu olaydan bir süre önce, eve genç bir kadınla genç bir adam gelmiş, babası o gece onları evlerinde misafir etmiştir. Onlar gittikten sonra annesinin, gelen misafirler hakkında hiç kimseye bir şey söylememesini, o konuyu unutmasını çok sıkı tembihlediğini söyleyen küçük kız, bunun nedenini bir türlü anlayamadığını belirtir.  Anlayamamış olsa da annesinin sözünü dinler, kimseye o misafirlerden söz etmez. 

Küçük kızın, bu olayın ne olduğunu anlayamamasına karşın, okur olarak bizler, küçük kızın anlatımı yoluyla aktarılan kimi ayrıntılardan, o genç kadınla adamın “siyasi suçlu” birer kaçak olduklarını; küçük kızın babasının, gece kalmaları için onlara evini açtığını yani “yardım ve yataklık suçu” işlediğini anlayabiliriz.  

Baba, dostlarına yardım etmeye çalışmış, polis bir şekilde bunu öğrenmiş ve gece baskınıyla eve gelerek babalarını alıp götürmüştür. O gece hem anne hem de çocuklar için travmatik bir gecedir. Küçük kız, anlatmaya devam eder; o gece aniden seslerle uyandığını, annesinin ağladığını, babasının renginin sarardığını gördüğünü belirtir. Babası giyimli durumdadır. Eve gelenler, babasının kitaplarını hoyratça karıştırırlar, hepsini darmadağın ederler. Masanın örtüsünü çekerler, babasının yere düşen gözlüğünün üstüne basarlar. Küçük kız, gelenlerin, evin diğer odalarını ve her yerini aradıklarını, okul çantalarına ve kitaplarına bile baktıklarını anlatır. Odalar karmakarışık olmuş, sobanın üstündeki demlik devrilerek yerdeki kilimi ıslatmaya başlamıştır. Babası giderken küçük kızın omzunu tutar titrek parmaklarıyla: “Ağlamayacaksın. Anneni, kardeşlerini sana emanet etsem ha?.. Sen akıllısın. Benim büyük çocuğumsun. Dayanır mı omuzların?” diye sorar. Küçük kız şöyle devam eder anlatımına: “Dayanmaz, demek istiyordum. Sesim çıkmıyordu. Nefesim bir yerlere kaçmış gibiydi. Yakalayamıyordum soluğumu. Boğuluyorum sanıyordum.” (s.181) Polisler babalarını alıp gittikten sonra annelerinin onların ardından koştuğunu gören küçük kız, o an avucunu açar; uzun süre sımsıkı tuttuğu babasının mendilini ve gözlüğünün tek camını sıkmaktan eli karıncalanmıştır. Bacakları seğirmektedir. Annesi evi toplayıp sedire oturduğunda ona sokulur, seğirmeleri geçer, başını annesinin dizine koyar. Annesi, eliyle küçük kızın başını okşar, “Benim zavallı kızım, benim zavallı yavrularım.” diye konuşur büyük bir üzüntüyle.

Küçük kızın, küçük bir erkek kardeşi ve kendisinden birkaç yaş küçük bir kız kardeşi vardır. Anlatmaya şöyle devam eder: “Oğlan kardeşim çok yaramazdır. Annem yine de en çok onu seviyor. Bazen onu kıskandığımızı sanıyor; ‘Sevdiğimden değil, küçük de acıyorum,’ diyor. Ben kıskanmıyorum. Kız kardeşimi bilemem. Kardeşim, babamın götürüldüğü gecenin sabahında uyanır uyanmaz onu sordu. Annem atıldı: ‘Erken çıktı, geç gelecek.’ Bizler o gün okula gitmemiştik. Sabaha kadar uyumamıştık çünkü. Kardeşim bahçede oynuyordu. Bazen oturup duruyordu. O gün hepimize çok uslu göründü. Akşam yatmak istemedi. Başını yere koyuyor, gözlerini kapatıyordu. ‘Babayı bekleyeceğim.’ (…)  Günlerce sobanın yanındaki mindere oturup bekledi ve orada uyuyakaldı. (…) Pencereden ayrılmıyordu. Her zaman elleri kapkara ve çamurlu olurdu, babam kızardı. Şimdi gidip gidip ellerini yıkıyordu. ‘Baba sevinecek…’ Babamın şapkasını, bahçeyle uğraşırken giydiği eski ceketini giyiyor, ‘Baba oldum,’ diyordu. Sonunda anladı. Babam gelmeyecekti.” (s.175-176) Küçük kızın, ailenin en küçüğü olan erkek kardeşinin, babasının yokluğunu fark etmesini, onun gelmesini beklemesini, o gelmeyince gösterdiği tepkileri, samimiyetle, masumane bir dille anlatması, okurun yüreğine işleyen bir hüzün duygusu yaratır.  

Küçük kız ve annesi, tutuklu babayı birçok kez ziyaret etmişlerdir. Her ziyarette küçük kız, babasının giderek artan mutsuzluğuna, suskunluğuna, neşesizliğine tanık olur, bu duruma üzülür, ama bunu da tam olarak anlamlandıramaz. “İlk gördüğüm an tanıyamamıştım. Zayıflamış, rengi solmuştu. Saçlarını kesmişler. Kocaman bir babanın tıraşlı kafayla dolaşması… Gülünç diyeceğim ama…Gülünç gelmedi bana. Kulakları büyümüş, ağzı aşağıya doğru kıvrılmıştı. Küsmüş gibiydi. Bize bakmıyordu.” (s.177)

Küçük kızın anlatımlarına göre, baba götürüldükten sonra geride kalanlar, uzun bir süre “görüş izni” alamazlar ve bu yüzden zor günler geçirirler. Anne, tutuklu kocasına hırka örerek acısını unutmaya çalışır. Nihayet, görüş izni çıkınca babayı görmeye giderler. Küçük kız, hırkayı babalarına verilmek üzere bir torba içinde teslim ettiklerini, ancak gelen torbada hırkayla birlikte babasının not kağıdının yer aldığını anlatır. Notta annesine hitaben şu cümleler yazılıdır: “Nahide, yoruldun, biliyorum. Çok da özenmişsin. Ama ben bunu giyemem. Bunu sattırabilirsen biraz yararı olur size. Hepinizi çaresiz bıraktım. Giyemeyeceğim.” (s.174-175) Küçük kız şöyle devam eder: “Yazısı bozuktu. Annem bağıra bağıra ağladı.” (s.175) Buradaki ayrıntılardan, babanın tutuklanması nedeniyle annenin ve çocukların parasız kaldığı, yokluk çektiği, annenin bu durum karşısında kendisini çok çaresiz hissettiği sonucuna ulaşabiliyoruz.  

Anlatıcının anlatımıyla, yine şimdiki zamana, anneyle kızının tutukevi ziyaretine döneriz. Görevli kadın polisin, gelen kadınların üstlerini aradığını, küçük kızın da üstünü aramak için bedenini hafifçe sıvazladığını, kızın omurgasının çıkıntılarına, çıkık kürek kemiklerine elinin ayrı ayrı değmesiyle yüreğinde ince bir sızının oluştuğunu dile getirir anlatıcı. Zayıflamış, bakımsız kalmış bu küçük kız karşısında kadın polisin merhamet duyguları uyanmıştır ama hemen yutkunup toparlanır, duygusallığa kayıp ıslanan gözlerini sertleştirir, gövdesini dikleştirir kadın polis: “Bırak o çiçekleri şuraya çocuğum…” dedikten sonra yarısı yitmiş, kalanları solmaya yüz tutmuş leylakları ranzanın üstüne atıverir. Küçük kız çok üzgündür, çok da öfkelenmiştir. Çiçeklerimi nasıl alır, diye sorar içinden. Kadın polisin bir kenara attığı çiçekleri ondan geri istemeyi düşünür. Aklından şunlar geçer: “Ya ‘olmaz, içeri çiçek giremez’ derlerse? Niçin giremez? Neden onların her dediklerini hiç sormadan yapıyoruz? Korkuyoruz? Niçin babama çiçek vermiyoruz? Onu, yumuşacık sesiyle çiçeklerle konuşturmuyoruz? (…) Yiyecek değil ki çiçek. Sigara değil, sakız değil, sabun değil, kitap değil…Hepsi yasak. Ama, kimseye ‘Çiçek getirmek yasaktır’ demediler ki daha. Kimse çiçek getirmedi.” (s.182) Buna rağmen çiçekler orada, ranzanın üstünde öylece kalır, onları geri almaya çekinir küçük kız. 

Sonra babasını görmeye giderler. Babasının üzgün olduğunu, sık sık gözlerinin dolduğunu söyleyen küçük kız, babasının pek çok şeyi onlara söylemediğini, bir şeyleri sakladığını düşünür. Şöyle devam eder sözlerine: “Annem de ona bir sürü şeyi anlatmıyor. Hepimiz, babamın götürüldüğü o soğuk gecede dondurulmuş gibiyiz.” (s.183) Gerçekten, yaşam ve zaman, sanki o soğuk, o korkunç gecede donup kalmış gibidir. 

Anne ile kızı, tutukevinden eve dönmek üzere otobüs durağına doğru yürürler. Küçük kız, yol üzerinde küçücük, tek bir papatya görür. Başını kaldırır; yüzündeki hüzün birdenbire kaybolur. “Bir dahaki görüşmede babama çiçek vereceğim,” der. Öykünün son cümlesidir bu. Direnişi, vazgeçmeyişi ve inancı simgeleyen, hayatın devam ettiğini gösteren bu ifade, öykünün umutla ve cesaretle atan yüreğidir.  

Ayla Kutlu’nun “Babaya Çiçek Götürmek” öyküsünü okurken aynı anda ressam-yazar Alime Yalçın Mitap’ın bir resmini anımsadım.

12 Eylül’ün acılarını, yansıtan bir hafıza kitabı olan Eylül Karanlığından, Alime Yalçın Mitap’ın o dönemi gösteren resimlerinden oluşan bir sergi kataloğu aynı zamanda.  Bu kitaba dair bir yazımda şunları dile getirmiştim: “Alime Yalçın Mitap’ın sıra dışı resimleri, bize sanatın toplumsal belleği inşa etme gücünü bütün gerçekçi tonlarıyla kanıtlıyor. Her biri yüreğimize kazınan, iç dünyamızda sessiz fırtınalar koparan figürlerden, renklerden, çizgilerden oluşuyor Alime Yalçın Mitap’ın resimleri. Çünkü bu resimler, Türkiye toplumun yaşadığı en önemli kırılmalardan, en büyük acılardan biri olan 12 Eylül darbesinde yaşanan gerçekleri dile getiriyor.

Darbenin, bireylerin yaşamında yarattığı o büyük ve korkunç yıkıma resim sanatı içinden bakıyor. (…) Her resim sessiz bir çığlığı çoğaltıyor kendi içinde. Demir parmaklıklar, dikenli teller, gözetleme kuleleri… Tutsakların içinde yaşadığı katı ve sert duvarlı mekânlar ve havalandırma boşlukları hayata damgasını vuruyor. Figürler ön planda. Portrelerde acının, derin bir kederin anlatımları var. Bekleyişleri de resmetmiş Alime Mitap. Sabrın kozasını ören kadınlar, analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar…Yüzleri çizgilerle dolu yaşlı kadınlar. Acı ve hüzünle gölgelenen hayatlardan kesitler. Sessiz bir isyanı da çoğaltarak yüreğinde, sakin ve sabırla bekleyen, dalgın, düşünceli, endişeli yüzler; kederin iki büklüm ettiği mazlum ve masum insanlar. Küçük bir çocuğun görüşme gününde içerideki babasına götürdüğü bir demet papatya. Bembeyaz papatyalardan yaşama yansıyan içtenlik, güzellik ve sevginin sessiz sözcükleri…”  

Yaşadığı gerçekleri olduğu gibi yansıtan “Çiçekler Yasak” adlı resmini Alime Yalçın Mitap şöyle yorumluyor: “Bu resmin esin kaynağı, bizzat yaşadığım bir olaydı: Mamak’ta bir açık görüş öncesinde oğlum Ertan’a -ki o sırada 4 yaşındaydı- babasına vermesi için bir demet papatya almıştım. Girişte subay ‘çiçekler yasak’ dedi ve papatya demetini almak istedi. Oğlum bunu reddetti, çiçekleri sımsıkı tuttu. Subay ısrar edince demetin içinden tek bir papatya çıkarıp ona verdi. Geri kalanları pantolonunun cebine koymasını sağladım. Böylece biraz ezilip hırpalanmış olsalar da Ertan, papatyaları Nasuh’a götürebilmişti.” 

Yaşanan bireysel, toplumsal, dönemsel gerçeklerin sanat ve edebiyatta üst bir gerçekliğe dönüştürülerek estetik bir yaklaşımla işlenmesi, yoğun bir emek isteyen değerli bir çabadır. Ayla Kutlu’nun “Babaya Çiçek Götürmek” öyküsünde 12 Mart’ın acıları küçük bir kız çocuğunun yaşantıları ve gözlemleri üzerinden gerçekçi bir bakışla anlatılırken, Alime Yalçın Mitap’ın “Çiçekler Yasak” adlı resminde bu kez 12 Eylül’ün acılarının yine küçük bir çocuğun yaşadıkları ve gözlemleri üzerinden aktarıldığına tanık oluyoruz. 

Hem öyküde hem de resimde yer alan ve tutuklu babalarına çiçek götürmek isteyen çocukların maruz kaldıkları muamele; “yasaklanan”, ezilip hırpalanan çiçekler, ülkemizin toplumsal kırılma ve darbe dönemlerinin birer göstergesi durumundadır. Çocuk masumiyetinin bile şüpheyle karşılanması, içerideki babaya getirilen bir demet çiçeğe yasak konmak istenmesi, özgürlüklerin bütünüyle yok edildiği darbe dönemlerine özgü irrasyonel bir tutumdur. Görüldüğü üzere, hem öyküde hem de resimde canlandırılan çocuklar, bir şekilde, “çiçek yasaklamaları”na direnir ve kendilerince bir çözüm yolu bulurlar. 

Tunç Başaran’ın yönettiği Uçurtmayı Vurmasınlar adlı filmde, söz konusu irrasyonelliğin doruğa ulaştığı görülür. 12 Eylül döneminde, mahkûm annesiyle birlikte cezaevinde kalan küçük bir çocuğun gökyüzüne saldığı uçurtmasının, verilen bir emir üzerine kurşunlanması, döneme özgü kuşkucu zihniyet ve bakış açısının uç örneğidir. Özgürlüğün ve güzelliğin simgesi olan uçurtmalar ve çiçekler bile sakıncalıdır o günlerde. 

Geçmişte yaşananlar sanat ve edebiyatın belleğinde ölümsüzleşir. Unutmak; toplumsal açıdan zayıf düşmek ve giderek yok olmak anlamına geliyorsa, unutmamak da egemenlerin baskılarına direnmek, boyun eğmemek, karşı koymak, onlarla mücadele etmek, sonuçta giderek güçlenmek ve var olmak anlamına geliyor. Bu düşüncelerle, değerli yazar Ayla Kutlu’yu ve ressam Alime Yalçın Mitap’ı sevgiyle selamlıyor; yönetmen Tunç Başaran’ı saygıyla anıyorum.  

İyi ki edebiyat ve sanatı bir mücadele biçimi; toplumsal belleğin ve vicdanın aynası olarak da gören duyarlı yazarlarımız ve sanatçılarımız var. 

.

*Ayla Kutlu, Hüsnüyusuf Güzellemesi, Bilgi Yayınları, Ankara, Ekim 1988, 2. Baskı.