ÖZEL DOSYA: AYLA KUTLU
22 Kasım 2024
SEVDA MÜJGAN YÜKSEL
Sait Bey ve Fıtnat Hanım’ın Oğlu Selahattin
Halep Defterdarlığna atanan Sait Bey, yedi aylık hamile eşi Fıtnat Hanım ve altı yaşındaki oğluyla Halep’e giden kervana katılır. Yıl 1909 ya da 1910. Fıtnat Hanım, Antakya’da sancılanır ve adını Selahattin koyacakları bir erkek çocuk dünyaya getirir. Sait Bey, doğumdan sonra kendini toplayamayan eşi ve yaşaması olası görülmeyen oğlu nedeniyle Antakya’da görevlendirilmeyi ister. İsteği kabul edilir.
Yaşaması olası görülmeyen Selahattin büyüyecek, Çapa Öğretmen Okulunu bitrecek ve babasının malmüdürü olarak görev yaptığı Gaziantep’teki okullardan birine atanacaktır. Yirmili yaşların başlarında, keman ve ud çalan, resim yapan, edebiyata meraklı, folklor araştırmaları ile uğraşan bu çapkın delikanlı baba evinde yaşamını sürdürürken babası Sait Bey, onu genç yaşında ardında beş çocuk bırakarak ölen kardeşinin kızı Sabriye’yle evlendirmek istediğini söyler.
Osmanlı topraklarına göç eden Çeçenlerin yerleştiği Çardak nahiyesinde yaşayan Sabriye, on dört yaşındadır. Kendisine talip olunduğunu duyunca sevinçten göklere uçar. Salah ağabey, hayran olunacak bir insandır. Kızlar iç çekerek onu konuşur. Üç sınıflı köy okulunu bitiren ancak yoksul oldukları için okuma isteğini dile bile getiremeyen genç kız, evlenip Gaziantep’e giderse okuyabileceğini de düşünür. Annesi Firdevs Hanım’ın gönlü ise bu evliliğe razı olmaz. Çeçenlerde akrabayla evlenmek yoktur. Bunu ayıp sayarlar. Ancak kocasının ağabeyine karşı çıkması söz konusu değildir. Sesini çıkarmaz. Selahattin’in Sabriye’ye karşı ilgisi olmasa da babasına karşı çıkmaz. Nikâhları kıyılır. 1932 yılıdır.
Sabriye ve Selahattin Kutlu
Sabriye okulların ne zaman açılacağını sorduğu zaman ev halkı ona kahkahalarla güler. Köydeki üç sınıflı okulu bitiren çocuklar Gaziantep’te okula kabul edilmez. Ayrıca o, artık evli barklı bir kadındır. Okumak onun neyinedir? Onuru kırılan Sabriye, akşam olanları kocasına anlatınca o, “Ben seni yetiştiririm,” diyerek eşini avutur. Sabriye; titiz, hatta huysuz, neye kızacağı önceden kestirilemeyen kocasından çekinecek, kendisini kitap okumaya verecektir.
İlk oğulları Altan, 1936’da aralarına katılır. 1937 yılı sonlarında Türkiye Cumhuriyeti, Hatay doğumlu olup Hatay dışında yaşayan Türklerin Hatay’a gitmesi emrini verince Selahattin, on dokuz yaşındaki eşi ve bir yaşındaki oğluyla Antakya’ya gider. Hem ilköğretim müfettişi hem Antakya Lisesinde sanat tarihi öğretmenidir. Ayrıca Atayolu gazetesinde de çalışır. Aile en varlıklı günlerini yaşar. 14 Ağustos 1938’de Ayla adını verecekleri kızları dünyaya gözlerini açar.
Ayla’nın doğumundan bir buçuk ay önce Türk askeri Hatay’a girer.
Altan, Ayla, Alsan Kardeşler
Selahattin Bey, 1940 yılı başında belki amirlerini kızdırdığı belki gazetede yazdığı yazılardan hoşlanılmadığı için Hatay’ın en küçük ilçelerinden Hassa’nın Akbez köyüne sürülür. Artık köy öğretmenidir. Üstelik aileye Alsan adını verdikleri bir oğulları daha katılmıştır. 1942 baharında ikinci kez askere çağrılır. Askerliği bitince yeniden Hatay’a dönmek ister. Bu kez görev yeri yeryzünde bir cennet diye nitelendirilebilecek Harbiye’dir. Orada kış yoktur. Üç kardeşin zamanlarının çoğu bahçelerde, su kenarlarında geçer.
Selahattin Bey’in ataması yazın Suveydiye’ye (Samandağı) yapılır. Altan ağabey okula gider, Ayla ile Alsan sıkılmayı iş edinir. Suveydiye’de çocukların hayatlarının bir parçası olarak dayak dönemi başlar. Bir suç işlendiyse ya da anne ya da baba bu kanıdaysa dayaktan kurtulmak için kaçmak boşunadır.
Kış, Suveydiye’de geçer. Yaz başı Antakya’dadırlar. Üç kardeşin muzurluk çağı orada başlar. Sabriye Hanım, çocuklarının densizlikler yapıp başlarına işler açacağından sürekli kaygılanır. Tembihler, tehditler, dayak… üç kardeşi durdurmaz. Bütün tehlikeli düşünceler ağabeyin kafasından çıkar, kardeşlerini robotlarmış gibi yönlendirir.
Savaş yıllarıdır. Orta hallilerin bile doğru dürüst yiyeceği yoktur. Ekmek karneyle verilir. Üç öğün yemek yemek kimsenin aklına gelmez. Kutlu ailesinin evleri yoksul bir semttedir. Ne suları vardır ne elektrikleri. Çevreleri gecenin, yoksulluğun, savaşın karanlığıyla sarılıdır. Yine de Selahattin Bey, (evdeyse) uyumak üzere olan çocuklarına kemanla onlar için bestelediği ninniyi defalarca çalarken açlık, soğuk, karanlık, dışlanma, yorgunluk… yiter, yerini mutluluk alır.
Selahattin Bey, öğretmenlikten ayrılıp Antakya Halkevi Müdür Yardımcısı olur.
Altan ağabey okumayı sever. Çocuk Sesi, Çocuk Haftası, Binbir Roman alır; Uzaydaki Türk Baytekin, Gökler Hakimi Gordon, Mandrake, Kızıl Maske… olur. Ayla, kitaplara bakarak harfleri söyler. Yakın zamanda okumayı da sökecektir. Evlerinde hiç oyuncak yoktur ama babalarının sandıklar dolusu kitapları vardır. Evin her yanının dergiler, gazeteler, kitaplarla dolu olması karşısında Sabriye Hanım söylenmeden edemez. Ekmek almayı aklına getirmeyen Selahattin Bey, bütün parasını onlara yatırmakta sakınca görmemektedir.
Ayla’nın evdeki adı “Cadı”dır. Babası onu öyle sever. Küçük kız da bu adı benimser. Ayla’nın yalnızca dışarıda kullanılması gereken bir ad olduğunu sanır.
Selahattin Bey, öğretmenliğe döner. İstifa edip meslekten ayrıldığı için hakkettiği maaş derecesinden aşağı dereceden işine dönebilmiş, aylığı azalmıştır. Halkevindeki işini sürdürür. Şükrü Çelenk’in gazetesinde çalışır. Üç iş… Yine de kazandığı para geçinmeye yetmeyecek kadar gülünçtür.
Kurtuluş İlkokulu
Ayla yazdan beri bulduğu her şeyi kekeleye kekeleye okumaktadır. Bir sabah annesi elini yüzünü iyice siler, ona en iyi giysisini giydirir. Babası elinden tutar, Kurtuluş İlkokuluna giderler. Babasının onu belli sürelerde oturmak, uslu durmak zorunda kalacağı bir sınıfa sokacağından haberi yoktur. Bir kadın öğretmen, üç hafta geç geldiği için Ayla’nın zorluk çekeceğini söyler ancak o, bu sözlerden bir şey anlamaz. Sınıfta aritmetik diye bir şey yapılır, çocukların önlerinde fasulyeler, kibrit çöpleri vardır. Yarın o da fasulyeler ve kibrit çöpleri getirmek zorundadır. Ayla üzerinde durmaz. Yarın okula gitmeyecektir. Okul, gitmeye değmeyecek kadar aptal bir yerdir. Ancak annesi onun gibi düşünmez. Kızının karşı çıkışlarına aldırmaz. Ağabeyinin yanına onu katar, okula yollar. Defter alamadıkları için babası, basılı gazete artıklarından ona uydurma bir defter yapmıştır. Cebine de küçük bir parça nurkalem (hemen kırılan kötü kalemler) koymuştur. Ayla’nın önlüğü ve yakası da yoktur. Çantası, fasulyesi, kibrit çöpleri…
Öğretmeni Ayla’nın okumayı bildiğini anlayınca ona şiir bilip bilmediğini sorar. Bilmez mi? Hemen kendi şiirlerinden birini okumaya başlar. Aferin alır ancak öğretmeni “Şimdi şiir öğreneceğiz,” deyince Ayla büyük bir düş kırıklığına uğrar. O zaten babasına şiirler okuyordu. Babası da onu alkışlıyordu. Şiir onun yarattığı bir sanat değil miydi? Herkes nasıl şiir okurdu? Sınıf, şiir ezberlemeye durunca Ayla dehşet içinde kalır. Sanatı, yeteneği, alkışları çalınıyordur. Şiirin dünyanın en eski sanat dallarından biri olduğunu öğrenince, onun yarattığı bir şey olmadığını anlayınca çok üzülür. Bir daha şiirden söz etmez. Yazıyı öğrendikten sonra şiir yazmaya da kalkışmaz.
Ayla’nın mutsuz, önlüksüz okul günleri on beş gün sürer. Kutlu ailesi para bulsaydı büyük oğulları Altan’a yeni bir önlük alınacak, onun küçülen önlüğü de Ayla’ya kalacaktı. Bu durumda Ayla’nın gelecek yıl okula başlamasından başka çare yoktur. Ayla, nefret ettiği okula gitmesi gerekmediğini anlayınca “Yaşasın parasızlık!” diye sevinçten göklere uçar.
Ayla, önlüklü ya da önlüksüz ertesi yıl okula başlamak zorundadır. Yoksa babasını hapse atarlardı. Onun istediği gittiği okulda aritmetik dedikleri fasulyeli, kibrit çöplü tuhaf şeyin olmamasıydı. O zaman hayatı boyunca okumaya razıdır.
İlahi Komedya
Ayla içinde siyah beyaz, ayrıntılı resimler olan İlahi Komedi’yi eline alınca onu, çocuk masalı olmasa bile anlayabileceğini düşünür. Oysa kitapta ağır, tuhaf, anlaşılmaz şeyler yazmaktadır. Arada tanıdığı bildiği sözcükler, adlarla karşılaştığı için kitabın bir yerden sonra onu içine almasını bekler. Sekiz yaşına girmek üzere olan küçük kız kitapla adeta bir savaşa tutuşur. Yazılanların çok azını anlar ancak resimlerden kendisini alamaz. Yanan insanların kasılmış yüzleri, alevlerden dışarı uzanarak yardım dileyen eller, gözlerdeki acı… Bütün bunlar öldükten sonra yaşanacak sonsuz acılar mıdır? Ayla’nın korkusuna sınır çizilemez. O da mutlaka cehenneme gidecektir. Günahlarını anımsamaya çalışır. Annesinin ardından ağzını büzmüştür. Terzi Ayten abladan cep kadar bir ipek parçası çalmıştır. Ağlamaya başlar. Evlerinin yeraltı dünyasındaki tuhaf canlıların işgaline uğradığını sanacak, resimler rüyalarına girecek, geceler karabasanlar diyarına dönecektir. Babasına Hazreti Muhammed’in cezalandırıldığı sayfayı gösterip ağlayarak bunun doğru olup olmadığını sorduğunda genç adam kızının korktuğunu hemen anlar, yazılanların doğru olmadığını söyler. Ayla o günden sonra kitabı bir daha bulamaz. Beşinci sınıfa geçene kadar ona denetlenerek kitap verilecek, anne babasına sormadan eline kitap almayacaktır.
1945 yılının Mayıs ayında savaş biter ancak sanıldığı gibi savaş biter bitmez her şey iyi olmaz.
İnönü İlkokulu
Ayla, sonbaharda yeni yapılan İnönü İlkokuluna başlar. Okul, şehrin dışındadır. Azınlıkta olan zengin çocuklar siyah önlükler giyerken çoğunlukta olan yoksul çocuklar topralko denilen bir tür bezden yapılan gri önlükler giyer. Ayla yeni de olsa bu çirkin önlüğü sevmez. Çantası yoktur. Liseye başlayana kadar da olmayacaktır. Babası eskiden kalmış güzel kağıtları ortasından zımbalayarak ona bir defter yapmıştır. Okulda babasına “öğretmenim” demek zorundadır. O, beşinci sınıfların öğretmenidir, ağabeyi üçüncü sınıftadır. Onun sınıfı ise 1-A’dır.
Fransız mandası altındayken İskenderun Sancağı’ndaki Türk çocuklarına okuma yazma öğretecek yeterli sayıda öğretmen olmadığı için ilkokul mezunları öğretmen olarak çağrılmıştır. Ayla’nın öğretmeni de onlardan biridir. Bilgisizdir. Yerel bir dille konuşur. Çocukları bile kendisine güldürecek tuhaf şeyler anlatır. Okumayı bildiği için okul, Ayla’ya kolay gelir. Her zaman çok iyi bir öğrenci olacaktır.
Ayla, karneyi ekmek almaya izin veren bir belge olarak bilir. Bu, acı vericidir. O nedenle yaşamına yeni bir karne girmesini istemez. Ancak isteği kabul edilmez. Elinde karneyle kalakalır. Öğretmeni, karnelerini anne ve babalarına göstermelerini ister. Anne babası karnesine baktıktan sonra kendi karnesine bakma hakkı olduğunu sandığı için ona bakamaz. Okulla ev arasındaki yolda karşısına çıkan bir adam elinden karnesini çekip alır, “Ne çok zayıfın varmış!” der. O, tembel bir çocuk değildir! Can havliyle karnesini açıp baktığında karşısında X işareti olan dersleri zayıf olarak yorumlar ve adamın haklı olduğunu düşünür. Öğrenim yaşamı başladığı yıl bitecek midir? Kendini yere atar, dövüne dövüne ağlamaya başlar. Babasının öğrencilerinden biri, karnesini alıp “Çok güzel bir karne!” deyince terslenir. Kör müdür? Zayıfları görmüyor mudur? Çarpı işaretleri zayıf değise nedir? Çarpı işaretlerinin olmayan dersleri belirttiğini anlayınca bir felaketten kurtulmanın rahatlığıyla evin yolunu tutar. Öğrenimi sürecektir. Antakya’da başlayan öğrenim hayatı Ankara’da sona erecek, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun genç bir kız olarak hayata atılacaktır.
Yararlanılan Kaynaklar:
Ayla Kutlu, Zaman da Eskir, Bilgi Yayınevi, Aralık 2006, 1. Basım, Ankara
Ece Burçin Kılıçoğlu, Ayla Kutlu’nun Çocuk Edebiyatı Ürünlerinde Toplumsal Cinsiyet Rolleri, Kırklareli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2016
Öğretim Görevlisi Nuri Kara – Sema Kara, Ayla Kutlu’nun Hayatı ve Edebî Kişiliği, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl 10, Sayı: 135, Aralık 2022, s. 468-475.
.