Ay Işığıyla Yıkanan Bir Kadın: SİMİN

4 Mart 2025
SİBEL UNUR ÖZDEMİR

“Ülkemin kadınlarının acıları, yalnızca evlatlarını cinayetlerle, caniliklerle yitirip savaşlara, mahpuslara yolcu etmelerinden, gözlerine perde gibi inen kederleriyle karanlıklarda gözyaşlarını kurutan ağıtlar yakmak zorunda kalmalarından ibaret değil. Ninemin, annemin, teyzemin, hatta benim, daha cinsel kimliklerimizle tanışır tanışmaz cinselliklerimizin hadım edilmesi, yaşamla bağdaşan ama ne zaman yayılacağı, öldüreceği belli olmayan ruh kanseri gibi.”

(Esin Şenol, Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar
)

Esin Şenol imzasını taşıyan Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar, SRC Kitap tarafından edebiyat dünyasıyla buluşturuldu. Doksan üç sayfadan oluşan kitap, psikolojik bir gerilim romanı olarak nitelendirilebilir.

Roman, birbirlerini gençliklerinden beri tanıyan üç arkadaşın (Simin, Yasemin ve Sevda) yeniden bir araya gelmesiyle başlar. Kırklı yaşlarının ortalarında olan bu üç kadının ortak yanı partnerleri ile iletişimlerinin bozuk olması, boşanmaları ya da boşanma raddesine gelmeleridir. Simin ve Yasemin’in çocukları da vardır. Üç arkadaş, ay ışığında yıkanarak bir tür arınma ritüeli (Buna yüzleşme de diyebiliriz.) yaparlar. 

Burada Jung’u hatırlayacak olursak Jung, kadın ya da anne arketipini Ay ile eşleştirir. Ayın dünya çevresinde dönüş süresi kadının üreme döngüsüyle aynıdır, yirmi sekiz günde tamamlanır. Bu nedenle de Ay’ı kadın ile örtüştürür. Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar’da Jungiyen bir bakışla başarılı ancak mutsuz kadınlar anlatılır. 

Romanın ana kahramanı Simin başarılı bir hekimdir. Kendini hep arafta hisseder. Çocukluk yıllarında anne-babasının ruhlarındaki belirsizlikler, onda anlayamadığı acılara neden olur. Belirsizlik, onun için tahammülü güç bir duygu durumudur. 

Doğduğu ev ya da ebeveynler insanın kaderi midir gerçekten?

Annesi katı, babası daha yumuşak mizaçlıdır. Annesi, onun hep hata yapacağına, uğursuz güzelliğine talip olan biri tarafından ayartılacağını söyler, bu cümleleri kızının bilinçaltına yerleştirir. Annesine göre o, “nimet azgını bu kız”dır. Yıllarca annesi tarafından tutkuları, güzelliği suçmuş gibi bastırılır. Bir gün cesaretini toplayarak “Anne, sen beni nasıl da döver, kalbimi kırardın, bana nasıl kıyıyordun?” diye sorar annesine. Annesi “Fena mı oldu, bak en iyisi oldun,” (s. 63) diye cevaplar onu. Ne yaparsa yapsın eleştirilen kahramanımız, yeterli olamadığı ve bir şeyleri yanlış yaptığı duygusunu derinden yaşar. Yaptığı hiçbir şey için annesinden onay alamaz, onun tarafından sürekli eleştirilir. Bilinçaltına yerleşen bu duygu durumu yetişkinliğinde de sürer.

Babasının çaresizliğin nedeni değil çözümü olmasını arzular. Ondan “Paniğe kapılınca kızgın ve öfkeli olurdu ama iyi kalpliydi babam,” diye bahseder.  Simin, ailenin küçük kızıdır. Çocukken hayran olduğu abisi, yıllar sonra çok uzaklardan bambaşka biri olarak döner. Hastadır. Ablası Sıla ise varla yok arasıdır. 

Aslında yazar olmak ister ancak tıbbiyeye girer. Psikoloji okumayı düşünse de bundan vazgeçer. Bir hekim olarak kendisinin, ailesinin yanı sıra birçok insanın derdi ile hemhal olur.

Simin, eşi Sinan ile herkesi karşısına alarak evlenir. Sinan ona denizi sevdirir, yelken eğitimi alır. Kocası da babası gibi iyi kalplidir. Paniğe kapılınca o da babası gibi öfkeli ve sinirli olur. Bu durum “Kızlar, babalarına benzeyen adamlarla mı evlenirler?” sorusunu getirir akla.

Ne var ki kocasıyla ilişkileri son iki yıldır pek yolunda gitmez. Simin, Sinan’ı da önceden tasarladığı biçimde sevmeye, onu sevebileceği bir adam haline getirmeye çalışsa da kocası onun bir tasarımı değildir. İlişkileri ölü bir balık gibi suyun yüzünde sürüklenir. Sinan’ın iflas etmesi, Simin’in onun borçlarını ödemek zorunda kalması, oğulları Ali’nin sorunları, pandemi dönemi nedeniyle çok yorgun düşmesi, yaşadığı Ankara’nın insana can sıkıntısı veren, ruhunun karmaşasını kamçılayan havası ve pek çok şey onu ruhsal bir bunalıma iter.

Yazar, Doktor Simin’i anlatırken “Ben bir robot olarak icat edilmiş olsam, tek yakıtım neşe olurdu. Neşe bittiğinde titreyen bir mum alevine dönüşen bir robot,” der. Tam da böyle olur, Simin hastane ve ev arasında –özellikle pandemi döneminde- robota dönüşür. 

Hayatına renk, yeni bir soluk katmak amacıyla olsa gerek, köşe yazılarını takip ettiği “Edebiyatçı”ya mail gönderir. Bir süre yazıştıktan sonra yüz yüze de tanışırlar. Edebiyatçı, yaşlı bir kadın avcısıdır. Simin’in ise çocukluğu, ergenliği tomur tomur açar. Edebiyatçı’da bulduğu “cinsel şefkat” içindeki kadını canlandırır. Bu ilişkinin ona iyi geldiğini düşünür. Edebiyatçıyla buluşmak, vakit geçirmek için sık sık İstanbul’a seyahat eden Simin salgın yüzünden bu yolculukları da yapamayınca boşluğa düşer.

Simin’in okul yıllarında ve sonrasında birçok erkek arkadaşı olur. Sevgiyi ailesinde bulamayan bir insan olarak -sevgiyi bulma adına- yaşadığı ilişkiler kendine özgü yapısıyla olumlu/olumsuz izler bırakır onda. 

Simin, ışıklı ve büyülü bir aşk bekler. İyileştirici, ruhunu dönüştürücü aşkı arar, aşktan umudunu kesmez. Aşk kavramı onda bir tür takıntı haline gelir. Aslında aşk değil sevilme, ilgilenilme ihtiyacıdır bu. Onun varoluş sebebi her şeyi var gücüyle sevmektir çünkü. Heyecanlanmayı, korkular yaşamayı, ardından dinginleşmek için sakin bir limana sığınmayı sever. Yaşadığı fırtınalar onu oradan oraya sürükler. Kafası karışıktır. Gayya kuyusunun derinliklerinde bulur ruhunu. Sorunlarını çözemez. Çaresizlik adasına kürek çeken bir mahkûm gibi hisseder kendini. Ruhu paramparçadır. Ayarı bozulmuş bir radyo gibi cızırtılarla doludur beyninin içi. Eski hallerine, mutlu olduğu zamanlara özlemi… Vedasız terk edişleri ve edilişleri…  Hayatı ne zaman, nasıl ve neden tuzla buz olmuştur, bilemez.

Yaşananları ruh kaldıramayınca beden sinyal verir, derler. Simin’in de vücudu, kendi kan hücrelerini yabancı kabul etmeye başlar. Büyük bir depresyonun kıskacındadır. Tanrı’ya inanmamasına rağmen not defterine “Günaha bulandığım son iki yılın kaçınılmaz sonucu olan Tanrı deneyimini yaşıyorum sanırım çünkü ondan başka sığınacak kimsem kalmadı,” yazar. Hâlâ ağlayabildiği için sevinir.

Simin kırklı yaşların ortalarında olmasına rağmen kendi kimliğini inşa etme sürecinde bocalamaktadır. Sorunlarıyla yüzleşmek yerine kaçmakta, var olanı doğru bir şekilde değerlendirememekte, yüreğini kasıp kavuran acıdan kaçmaya çalışmaktadır.  Ancak bu kaçış kısa soluklu olur çünkü gerçek, hastalık olarak onu ele geçirir, mutsuz ve huzursuz eder. Başarılı, kariyer sahibi kadın olmak; özel hayatındaki boşlukları, olumsuzlukları sarıp sarmalamasına, ruhunu iyileştirmesine yetmez.

Yaşadığı, (şizofrendeki gibi) gerçekle düş arasındaki ayrımın bozulduğu bir çeşit parçalanmışlık halidir. Totemler, Ay ışığında yıkanmalar çözebilecek miydi beynini kemiren kurtçukları, derman olabilecek miydi dertlerine, düzlüğe çıkarabilecek miydi ruhunu? Yolunu bulabilecek, devam edebilecek miydi? Yoksa… Yoksa Simin, Esin… Esin, Simin’in varlığında eriyip yok mu olacaktı? 

.


Esin Şenol

Prof. Dr. Esin Şenol, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalında uzmanlık eğitimine başladı. 1995’te yardımcı doçent, 1996’da doçent, 2003’te profesör unvanlarını alan Esin Şenol, halen Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde görev yapıyor.

Esin Şenol’un “bir hekimin notları” şeklinde yazdığı, yazınsal ve felsefi denemelerinden oluşan kitabı Salgının Seyir Defteri 2022’de yayımlandı.  

.