6 Aralık 2023
MEHMET KEMAL
Ne yalan söyleyeyeyim Orhan’ın ilk denemelerini ben anlayamadım. Nurullah Ataç, övmeye başladığı zaman da anlamadım. Nazım bizim gözümüzde sevgiliydi.
Lisede Adnan’ı tanıyorum da Orhan’ı tanımıyorum. Bizden çok büyük sınıfta okuduğu için fazla iz kalmamış hatırımda, Melih’le Oktay öyle değil. İkisinin de hatırımda kalan izleri var. Melih, tiyatro ile uğraşırdı. Oktay, Atatürk’ün önünde başarılı bir tarih sınavı vermişti. Orhan’ı ilk Monna Vanna piyesini okul adına oynarken gördüm. Ercüment Behzat ona önemli bir rol vermişti ama neydi, şimdi bilemem. Başarılı oynadığını söylüyorlardı. Bir şairin başarılı aktörlüğünü kavrayamamıştım, çocukluk. Bir adam ya şair olurdu ya aktör, benim o zamanki anlayışıma göre. Şairlik çok büyüktü gözümde. Başka işle paylaşamazdım. Şimdi öyle değil tabii.
Şiirlerim yayımlanmaya başladığı zaman Orhan’la eşit konuştum. Bu eşitliği Orhan koydu. Ben koyamazdım. Ne yalan söyleyeyeyim Orhan’ın ilk denemelerini ben anlayamadım. Nurullah Ataç, övmeye başladığı zaman da anlamadım. Nazım bizim gözümüzde sevgiliydi. Sevgiliydi ama etkisinde kalmaktan da korkuyorduk. Orhan’ın bir çığır açtığının çok sonraları farkına vardım. “Ağaca bir taş attım/Düşmedi taşım/Taşımı isterim/Taşımı isterim” şiirini ciddiye alamıyordm. Şiir benim için bir eylemdi. Tek başına bir uğraş değildi o yaşlarda. Orhan da bu anlayışımı bildiğinden olacak üstüme varmazdı. Hatta ciddi bir tartışmaya bile girmek istemezdi. Çocukluğuma mı verirdi yoksa teşvik mi ederdi, hâlâ kestiremiyorum. Bugünse Orhan’ın yeri edebiyatımızda bellidir. Benim düşüncemde bir değişiklik olmamıştır. Hâlâ aynı kanıdayım. Onun içindir ki işi fıkracılığa döktüm. Başka eylemlerim ağır bastı. Bugün Orhan olsa ne derdi, bilmem.
Anlayışlarımızın farklı oluşu dostluğumuza engel olmadı.
Bir gün Orhan, Sait Faik’in bir piyesinden söz etmişti. Sait mi okumuştu ona, anlatmış mıydı? Geçmiş gün, unuttum. Pencere kenarında, Kürt Mehmet’te oturmuş konuşuyorduk. Yağmur yağıyordu. Orhan Tercüme Bürosundan, ben gazeteden ayrılmıştım. İkimiz de yarı yarıya işsiz sayılırdık. Orhan, Doğan Kardeş Yayınlarına sattığı Nasrettin Hoca’nın telif ücretini bekliyordu. Ben de gazeteden alacağım parayı. Sabahleyin uğramış, idare müdüründen “Yarın gel.” cevabını almıştım. Ben “Ah, bir yarın olsa!” diyordum. Orhan “Ah, postacı havaleleri bir dağıtmaya başlasa!” diyordu.
Durup dururken birden “Sait’in bir piyesi var, bilir misin?” dedi.
“Bilmiyorum, Sait piyes yazmış mı?”
“Yazmış.”
Aklım fikrim parada. “İyi…”
İlgilenmediğimi görünce anlatmaya başladı: “Sait’in piyesinde hareket var, laf yok. Bir kelimelik konuşmayla da bitiyor. Böyle yağmurlu bir günde kalabalık bir caddede insanlar konuşuyor. Beyoğlu olacak. Taksiler, hususiler, bağıran çağıran kadınlar, kızlar… deme gitsin. Büyük bir kalabalık… İşte bu kalabalık arasından bir adam çıkıyor. Omuzunda bir tek yorganı… Ondan başka göze batar bir şeyi yok. Vitrinlere baka baka, sahnenin önüne doğru geliyor, sırtındaki yorganı indirip seyircilere doğru uzatıyor, hüzünlü bir sesle “Satıyorum.” diyor. Piyes de bitiyor.”
İstanbul’da idi. Bir gün haberini aldık. Beyin kanamasından ölmüş. Cebinde para pul, banka cüzdanı değil at yarışı dergisi çıkmış.
(Acılı Kuşak, s. 21-23, 1967)
.
Kaynak: Türk Dili, Aylık Dil ve Edebiyat Dergisi, Anı Özel Sayısı, Yıl 21, Cilt XXV, Sayı 245, 1 Mart 1972
.