Anadolu’dan Kadın Fotoğrafları

8 Mart 2025
MÜNİRE ÇALIŞKAN TUĞ

1. ALBÜM: ÇİLLİ

1940’ların sonları, 50’lerin ilk yarısı. Anadolu’da yokluk, yoksulluk, açlık, sefalet diz boyu. Halk köydeki zengin ağaların ve onların destekçisi bağnaz din adamlarının kontrolünde. Modern eğitim,  Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenlerin gayreti ile yavaş yavaş boy veriyor köylerde ve kasabalarda. Köye gelen öğretmenin halk üzerindeki olumlu etkisi; halkın sırtından zenginleşen, onun cahilliğinden, bilgisizliğinden yararlanan, parasına para, gücüne güç katmaya devam etmek isteyen eşrafın pek de işine gelmiyor. Kısacık ömründe tarihte eşi benzeri olmayan bir eğitim modeli uygulayan Köy Enstitüleri kapatılmış, oralardan mezun olan öğretmenler köylere dağılmış, Anadolu’yu aydınlatmaya, halka okuma yazma öğretmeye, tarımı ve hayvancılığı geliştirmeye, salgın hastalıklarla mücadele etmeye çalışıyorlar. Yaptıkları her çalışma, yoksul halkın emeği üzerinden zenginleşen ağaların ve köydeki konumunu öğretmene kaptırmak istemeyen bağnaz din adamlarının radarına takılıyor. Öğretmenler kimi açıktan açığa kimi de gizlice tehdit ediliyor, şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyor, olmadı sürgün ediliyor. Bu öğretmenlerden biri de arkasında sayısız eser bırakan Fakir Baykurt’tur. 

15 Haziran 1929’da doğan ve 11 Ekim 1999’da ölen Fakir Baykurt; çalışmaları, yapıtları ve düşünceleri ile gelecek kuşaklar üzerinde derin izler bırakır.Çok çocuklu bir ailede dünyaya gelir.  Kendi deyimi ile bir rastlantı sonucu Isparta’daki Gönen Köy Enstitüsüne girer. Yoksul çocukların gidebildiği tek okuldur Köy Enstitüsü. Çocukların bütün giderleri devlet tarafından karşılanır. Mezun olunca da kendi köyüne yakın bir dağ köyüne öğretmen olarak gönderilir. Böylece ölünceye kadar sürecek mücadelesi başlar.

Remzi Kitabevi’nden 1971’de üçüncü baskı olarak çıkan öyküler toplamı Çilli, Karın Ağrısı, Cüce adlı kitabının ön söz yerine yazdığı  “Dikenli Tarla” başlıklı yazıda bu süreci  ve öğretmenliğinin ilk yıllarını şöyle anlatır Fakir Baykurt: “Kavacık, dört yüz nüfuslu dağınık bir köydü. Başım derde girmeden dört yıl çalıştım orda. Köylülerle o kadar iyiydi ki aram, hiç ayrılmıyorduk birbirimizden, her hallerini biliyor, sanatım ve mesleğim için çok yararlanıyordum onlardan.” (s.13)  Bu arada öyküler ve şiirler yazar, yazdıkları dönemin muktedirleri tarafından göze batar, sürgünler soruşturmalar ard arda gelir. Fakir Baykurt başına ne gelirse gelsin yazmaktan, mücadeleden ve Anadolu insanının yaşamını sanatında işlemekten vazgeçmez. Yine aynı ön sözde bu çabayı ve direnci şöyle anlatır: “İlk şiirimin dergide basıldığı 1946 yılından Çilli’nin satışa çıktığı 1956 yılına ve bu yazıyı yazdığım 1966 yılına kadar yirmi yıldır budur benim gördüğüm. Dünle bugünün pek ayrımı yok. Yaşarsak, 1996’ya kadar nasıl olacak? Yarın da aynı sıkıntıyı mı çektirecekler bize? Bilmiyorum. Ama isterse çektirsinler, canımızı dişimize takar çekeriz sıkıntısını. Yazacaklarımızı da yazarız. 

Kimse kendine, sınıfına, sınıfının haksız saltanatına güvenmesin. Bir gün her şey değişecek. Yazarlık da baskılardan kurtulacak. Bugün bilinmeyen kadrimiz o gün bilinecek. O gün biz sokaklarda birer ad, alanlarda birer anıt, pulların üstünde soluk birer resim olacağız. Nefsime ben bunları da istemiyorum. İstediğim bir şey var yalnız. Ben değersem benim için, ben değmezsem değen bir arkadaşımız için bir kitabı köşesine şunu yazsınlar: ‘Yaşadığı günlerde dar kafalı yöneticilerden çok çekti. Peşinden polis eksik olmadı. Hapis yattı, sürgüne gitti. Yazdıklarından ötürü gün dirlik görmedi. Diken üstünde yaşadı.’

Bunlardan anlasınlar ki biz halk için, yoksullar için çalıştık, onlar için yazdık bu kitapları. Yoksullar da o zamana kadar okuma yazmayı öğrenebilirlerse okusunlar yazdıklarımızı…” (s.19)

Ben de yazarın bu çağrısına uyarak Çilli Karın Ağrısı Cüce kitabının Çilli bölümündeki kadınlara yöneltim kadrajımı, onların fotoğraflarını çekip kadınları görünür kılmaya, o dönemin koşullarında kadınların yaşadıkları zorlukların, aile ve toplum içindeki yerlerinin, acılarının, suskularının, kabullenişlerinin, yer yer otoriteye isyanlarının izini sürmeye çalıştım.   

Yazarın ilk öykü kitabı Çilli, 1954’ün sonlarında basılır ve 1955’in başlarında okurla buluşur. Yazar kitabına on bir hikâyeden biri olan Pıtrak adını vermek ister. Yayıncısı “ Kitabın adına Pıtrak koy da batsın Ankara’dakilerin orasına burasına,” der. Yazarına “Hayır, olmaz!” deme hakkı bile tanınmadan haber çıkar, ilan çıkar, kitabın adı Çilli olur. Kitapta on bir öykü yer alır.

Kitaba adını veren Çilli, diğer öykülere göre kadın karaktere en geniş yer verilen öyküdür ve adını kadın karakterin yüzündeki çillerden alır.  Kasabaya ifade vermeye çağrılan anlatıcı (muhtemelen köyün öğretmeni) köye dönmek için geç kalmış, karanlık bastırmıştır. Bu karanlıkta kendi köyüne ulaşamayacağını anlayınca geceyi yakınlardaki baba dostu Kadir Emmi’de geçirmeye karar verir. Çilli, Kadir Emmi’nin kızı Selver’dir. Selver aşağı mahalleden Elif Ağa’nın oğluna verilmiştir. Nikâhsızdır. Daha bir yıl olmadan iki kez kaçar gelir baba evine. “Ekmeği çok yiyorsun, kaynanana hörmet etmiyorsun, kocanı dinlemiyorsun,” (s. 24”) diyerek döverler onu. Hiç huzur dirlik vermezler. Bir akşam, üstündeki giysileri soyarlar ve sokağa bırakırlar. O da baba evine sığınır. Peki, bitmiş midir Selver’in çilesi? Hayır, şimdi de başka birisi için söz kesilmiştir,  o gün gelip alacaklardır. Babası tarafından gerekli tembihler yapılmıştır. “Ne derlerse peki de, olur de, siz daha iyi bilirsiniz de. Anan karı gibi kara kara domaşıp inatlaşma. Sakın dövmeyin, diyeceğim. Hemen gidip izinname çıkartın, nikâh olun diyeceğim.” (s.25)

 Anlatıcı bir yandan Kadir Emmi’yi dinlerken bir yandan da Selver’e bakar gizli gizli, onunla ilgili hayaller kurar. Onu yıkanmış, aklanıp paklanmış olarak beyaz çarşaflar arasında ve kendini de onun yanında düşünür. “Bu Selver, temiz çarşaflı, yumuşak, yataklarda yatmalıydı. Sabunların en kötüsü olmayan bol köpüklü bir kalıp sabunla saçını başını, kulaklarını, kulaklarının ardını, orasını burasını iyice oğmalı, terini kirini temizlemeliydi. Ayaklarını, topuklarını, sıcak suya batırılmış sabunlu bezlerle oğmalı, oğmalı, ak pak etmeliydi. Bu bilekler temizlenmeli, bu dudaklar, bu burun deliklerinin önleri, bu gözlerin öpülecek yerleri, bu kaşlar, karşıdan baktığın zaman derisinin delikleri görünecek duruma gelmeliydi. Temizliğinden altın suyuna batmış gibi ışıldayan saçları, kokulu, patiska çarşaflı yataklara gömülmeli, öylece uyumalıydı. Ne uyurdu, ne tatlı uyurdu bu Selver! Gitseydik, varsaydık eve. Önce bir kazan su yapsaydık. Kendimizi tutup o da ben de bir güzel yıkansaydık. Yıkandıktan sonra yatsaydık. Karlı kış gecelerinde birbirimize sarılıp uyuya uyuya, yüksüz engelsiz bir ömür sürseydik.” (s. 28)  Ne var ki ilerleyen saatlerde kapı çalar, Selver bütün suskunluğu ile irkilir.

İkinci öykü Pıtrak’ta, ekinden çok pıtrak büyümüş bir tarlada ekin yolan ana ve kızı görüyoruz. Elleri ayakları patlamış, yara olmuş, kan içinde kalmıştır. Ana, dindar olmasına rağmen kendilerini gözetmeyen Tanrı’ya isyan eder. Özlem başlıklı öyküde, köye gelen semer ustasının, etrafına toplanan köylülere dini hikâyeler anlatır. Bu hikâyelerde, günah işlemeyen erkeklere cennette sunulacak ganimetler olarak yer alır kadın. Semercinin anlattığına göre  cennette huri kızlarından da güzel kadınları olacaktır erkeklerin. Emirlerine gül yanaklı, hiç yaşlanmayan cerenler gibi karılar verilecektir. Bu kadınların etleri pembe pembe parlayacaktır. Yıkanmışlardır, dinlenmişlerdir; ne ağızları kokar ne saçları. Erkekler orada, fazla doğuruyor diye karılarını dövmeyeceklerdir. Kısacası bu dünyada neyi arzulayıp kavuşamamışlarsa hepsi orada ellerinden öpecektir.  Aman Doktor adlı öyküde, köylünün saflığından, zaaflarından,  bilgisizliğinden yararlanıp onu sömürmek için inanılmaz söz oyunları yapan bir doktorla karşılaşır okur. Keçisini üç kuruşa satıp kasabaya, ağrılarına çözüm bulabilmek amacıyla, dünya kadar yoldan gelen yaşlı adamın cebindeki paraya göz koyan fırsatçı doktorun evinin bodrum katındaki gizli muayenehanesinin duvarına astığı çıplak kadın resmidir kadın. Yolda gelirken hastalıklarını bir bir anlatmayı kafasında kuran köylüye söz hakkı bile vermemiştir doktor. Allayıp pullayıp onun parasını cebine indirmiştir. Köylü, doktorun hiç bitmeyen konuşmaları arasında başını kaldırınca görür duvardaki birkaç uyduruk röntgen filmini ve çıplak kadın resmini. Doktorun kurnazlığını anlar ama konduramaz ona böyle bir durumu. Ne de olsa okumuş adamdır. Sesini çıkaracak cesareti de yoktur zaten, ne dese “he” demiştir.  

Göze Batan’da iki kadın öne çıkar. Bunlardan ilki hastaları kedi gibi tırmalayan öfkeli bir hemşiredir. Anlatıcı onun böyle davranmasını kabul edemese de kendince mantığa büründürdüğü nedenlerini iletir okura. Uyuması, tünemesi olmayan, gecesi, gündüzü belirsiz, evine haftada bir iki kez gidebilen yani yoğun çalışan bir kadındır hemşire.  Öyküdeki diğer kadın Sarım Haçça evli ve çocuklu bir kadındır. Köy  muhtarının kızı yaşındadır. Muhtar köydeki gücünü kullanarak onunla birlikte olur. Bunu zorla yapmaz Muhtar, Haçça da gönüllüdür.  İçinden “Pişman değilim,” derken bir yandan da muhtarın, köye yapılacak çeşme için kum yıkayan kadınların günlüklerinden kestiği yirmi beş kuruşu kendinden de kesip kesmeyeceğini düşünür.

Fadim Ağa’nın Değirmenleri’nde birbirlerinin kuması olan üç kadın çıkar karşımıza. Varlıkları yoklukları pek belli olmayan üç kadın. Zaten öykünün konusu da Fadim Ağa’nın zenginliğini nasıl sağladığı üzerinedir. Bu kadınların hangisi, şişmanlıktan koca bir et yığını haline gelen Fadim Ağa’nın üzerine kayıtlıdır, hangisi kapatmasıdır, bilinmez.  Üçü de kocaları Fadim Ağa gibi yüklüdür, üçü de güzeldir. Fadim Ağa’nın, yönü ovaya bakan beş odalı konağının üç odası kadınlara ayrılmıştır. Sırayla her gece birinden ışık görünür.

Şahan adlı öyküde, kocası Kalender İsmail’in tarla satıp kamyon almak istemesine razı olmayan, emek teknesi tarlasını korumak için mücadele eden, alıcı Hacı Şakir’in sabanının önüne yatan (tarlayı sürmesine izin vermemek için) Cevriye’yi görürüz. Cevriye ne kadar didinse de kocasına gücü yetmez, sözü geçmez. Tarla satılır, kamyon alınır. Cevriye,  şoförün yanına oturup bir iki gezinince durumu kabullenir, fikrini değiştirir. “ İyi iyi, bu da iyi, hemi de çok iyi” diyerek hoşnutluğunu belirtir. Sonra da farların çevresine gözboncukları takmak, muskalar, hameyliler asmak, dolaşık Arap yazısıyla soför yerini süslemek Cevriye’nin işi gücü olur.

Sıpa köyden kasabaya giden Belediye’de geçer. (Herkes otobüse “Belediye” der.) Yolun kenarında bir adam çıkar Belediye’nin karşısına. Adam el kol ve beden hareketleriyle yalvarır gibidir. Belediye durur. Hastam var, der adam. Hasta yolun kenarındaki söğütlerin altında yatmaktadır.  Hastasını kucaklar getirir. Karısıdır. Hastanın yüzü safran sarısı gibidir. Paçası, peştemalı kana bulanmıştır, saçı fesi dağınıktır. Belediye’ye bindirirler ama kadın oturamaz, yıkılı yıkılıverir. Kocası yanı başında oturur, omuzlarından tutar. Hasta gözünü açamaz, sarılığı da git gide artar, rengi acılaşır.  Sorulan sorulara kocasının verdiği cevaplardan kadının çocuk düşürdüğünü, kanamasının durmadığını anlarız. Kocası sever karısını, ölecek diye ödü kopar.  Hal ve tavırları ile, konuşmaları ile kendini devletin önemli bir adamı olarak gören ve yolcuların üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan maden çavuşu karı kocanın, gebeliği neden olan cinselliği üzerinden, bir yandan ince ince alay ederken bir yandan da adama çok dua etmesini, iki üç de kurban adamasını söyler.  Çaresiz köylü “Dört beş tane adarım, öküzü satar öderim,” der. (s.78) Kadının sonunun ne olduğunu öğrenemeyiz öykü bittiğinde ama içimize kocaman bir acı çöreklenir.

Oyun ve Rüşvet adlı öykülerde kadın karakterlere yer verilmemiştir. Kadınlar erkeklerin sosyal mekanlarında ağıza yerleşen küfür nesneleridir.  Son öykü Kütük’te hasta bir ana ve iki kızı yer alır kadın olarak. Öyküyü köy öğretmeninin anlatımıyla dinleriz. Kızlardan biri olan Zekiye zayıftır, güzeldir, öğretmenin öğrencisidir. Diğer kız Koku ( Adı çok hoşuma gitti) daha çocuktur. Öğretmen, öğrencisi Zekiye’nin annesinin hasta olduğunu duymuş ve evlerine geçmiş olsuna gelmiştir. Kadın gür gür öksürür. Hastalanmadan önce öğretmenin yanına gelir ara sıra. Öğretmen, “ Böyle yatağa düşmeden önce görürdüm, ne güzel bir yüzü vardı. Boyu posu, arkadan görünüşü ne güzeldi. İçinden ne geçerdi bilmem, gelir gelir benimle konuşurdu. Çok sokulgan, çok cana yakındı. Yüzü güleçti, dili tatlıydı. Bazen odama gelirdi. Hakkında çok şey söylenirdi. Celep Şakir köye, alacak toplamaya geldiğinde, yanı başlarında bir eve inerdi de bundan anlam çıkarırlardı. Başındakini erkek yerine koymazlardı. Zaten kendi de koymazdı,” ( s.101) sözleriyle anlatır bize kadını. Bu anlatıdan öğretmenin de kadına yakınlık duyduğu sonucunu çıkarırız.  Bir de dokuz yıl önce başından geçen bir olayı dinleriz öğretmenden.

“Üç yıllık bakaya yol vergisi borçluydu adam devlete. Yedi sekiz dağ öteye alıp götürdüler, ‘Çalış da öde diye,’ Evde un bitmiş bir gün. Eşeğe bir heybe zahire vurup değirmene inmiş. (Unu erken öğütemediği, sıra beklediği, akşam da olduğu için) o gece değirmende kalmaya karar vermiş. Gecelerin sahibi var mı? Şimdi Mıdıran köyüne altı deve buğdaya imam duran Mustafacık o zaman askerden yeni gelmiş, bekâr. Devlet ekmeği yaramıştı. Doğram doğram etti her yanı geberesinin. Yaylalı Bekir’le bir olup çökmüşler bunun başına. İlle de isteriz.” (s.101)

Öğretmen evden ayrılırken “Benim gibi o da içinden geçenlerin hepsini açıklayamıyordu,” der. Bu açıklanamayanlar bir yönüyle içsel yakınlıklarıyken diğer yönüyle köyde olup biten olumsuzluklara karşı  o dönemin koşullarında  güçlerinin yetmemesi üzerine  geliştirdikleri susuştur, sesiz bir paylaşımdır.

Fakir Baykurt,  eserlerinde diğer toplumsal olay ve durumların yanı sıra, o dönemin Anadolu’sunda erkek egemenliğinin belirlediği normlarda yaşayan kadınların yaşamından fotoğraflar sunar okuruna: Düşüncesi hükümsüz, varlığı yok sayılan, evliliği nikâhsız, ev arkadaşı kuması olan, çok çocuk doğurduğu için dövülen, evlere, odalara sıkıştırılan, tarlada bağda bahçede eli ayağı parçalanana kadar çalışan, geleceği ile ilgili söz sahibi olmayan, karnından sıpanın sırtından sopanın eksik edilmemesi gerektiği düşünülen ama sıpa sayısı  o yoksulluk koşullarında doyurulamaz noktalara gelince o sıpadan kurtulmak isterken ölen kadınlar…

Muhtarın, imamın, nüfuz sahibi diğer erkeklerin onları altına almak, dilsizliğine dilsizlik eklemek için fırsat kolladığı kadınlar… 

Bütün baskılara karşın umudun, direncin sembolü olan kadınlar… 

Bu fotoğraflara baktığımızda kadının,  emeği ve bedeni ile nasıl bir sömürü düzeninin içinde soluksuz bırakıldığını, otorite ile kimi bilinçli kimi bilinçsiz işbirliği yapan babanın ve kocanın bu sömürüyü derinleştirdiğini görür, yeni bir fotoğraf da biz ekleriz o albüme: Çelişkiler ve baskı politikaları ne kadar acımasız olursa olsun hayata sızacak bir çatlak bulup oradan yeşeren kadınlar. 

                       8 Mart Emekçi Kadınlar Günü’ne ve kadın mücadelesine selam olsun.

.