6 Haziran 2024
Etienne Tömörkeny
Çeviren: Muzaffer Reşit
Valdövöler yemekten kalkmak üzereydiler. Mevsim kıştı ve kışın köylerde biri sabahın sekizinde, öteki akşam karanlığında olmak üzere yalnız iki defa yemek yemek âdettir. O akşam yemek pek lezzetli olduğu için sahanda türlü renkli çiçekçiklerle süslenmiş kara tahta kaşıklardan başka bir şey kalmamıştı.
Valdövöler üç kişiydiler: ihtiyar Pol, karısı ve büyük oğulları Aleksandr. Bütün o civarda aynı adı taşıyan kimse yoktu.
Ana, sahanı götürmeye çıktı ve odada iki adam yalnız kaldılar.
Artık ergin bir adam olan oğul, masada sürahinin yanında, kimsenin dokunmamış olduğu şarap destisini babasına uzattı. İhtiyar içti ve oğluna verdi. “Al, oğul.”
Akşam karanlığı basıyor. İki adam, hiç konuşmadan pencerenin yanındaki rafta asılı çubuklarını alarak dolduruyorlar. Aleksandr, cebinden bir kibrit çıkarıyor, masaya sürtüyor ve çubuğunu yakıyor. İhtiyar da öyle yapıyor fakat henüz daha bir iki nefes çekmişken duruyor. “Vay canına!” Yüzünü ani bir solgunluk kaplıyor. Çubuğunu bırakıyor.
Aleksandr ne olduğunu sorar gibi ona doğru dönüyor. İhtiyar tek kelime söylemiyor. Yalnız bakışı ıstıraplanmıştır. Bir an sonra söylüyor: “Tütünden artık bir şey anlamıyorum. Oğlum, korkarım ki saatim yaklaşıyor.”
“Ağzını hayra aç baba!”
İhtiyar itiraz götürmez bir sesle ısrar ediyor: “Evet, evet. Bundan eminim.”
Bu eski yapılı Pol Valdövö hakiki bir adamdır; on iki sene askerlik neticesi tunçlaşmış, mağrur sesli ihtiyarlardan biri. O devirlerde birçokları, hizmetleri bitince para hatırı için askerlik müddetlerini uzatırlardı. Fakat Pol onlardan değildi, bilâkis o böyleleriyle pek alay ederdi. Halbuki pekalâ kumandan ona da rica etmişti. “Kal, Valdövü,” demişti “altı yüz florin alacaksın.” Fakat Pol dinlemek bile istememişti. Altı yüz florin, kumarda veya başka yerlerde pek çabuk harcanırdı. Sonra geriye bitmek tükenmek bilmeyen hizmet, tüfek patlatmak ve üstelik cephe kalırdı.
Ordu o zamanlarda hep harp havası içindeydi. Pol, bizzat birçok savaşta bulunmuştu. İtalyanlar ona, hâlâ hatırasını taşıdığı birkaç mermi bile göndermişlerdi. Bu hariç, hiçbir zaman hastalık nedir bilmemişti. Yaraları yüzünden vücudunda -halkın söylediği gibi- ağrılar dolaşıyordu. Fakat başka hiçbir şey hissetmiyor ve ölüm hiçbir zaman hatırından geçmiyordu. Ölüm fikrinin birdenbire aklına gelişinin sebebi artık tütünden lezzet duymamasıydı.
“Bak hele Aleksandr, pek çok şey gördüm geçirdim ama tütünün ağzıma acılık vermesi ilk defa başıma geliyor.”
“Sakın hasta olmayasın?”
“Değilim ama olacağım.”
Aleksandr cevap vermiyor. İhtiyar adamla münakaşa etmek imkânsız. Köylüler arasında böyle söz anlamaz, yoktan bir servet yaparak etrafındakileri tıpkı bir hapishane bekçisi gibi idare eden tipler vardır. Sert görünmeyi hatta pekâlâ bilirler fakat daima düşünce ve ölçüyle iş görürler. Karılarına yeni bir atkı parasını veya çocuklarına eğlence yerine gitmek için lazım olan meteliği esirgedikleri zaman birkaç gün için evin üzerine çökecek olan haksızlıktan ilk önce müteessir olacak yine kendileridir. Fakat böyle hareket etmenin para biriktirmek için şart olduğunu düşünerek teselli bulurlar. Pek iyi görürler ki şıklık ve zerafet sevdasına düşen çiftlikler yavaş yavaş mahvolur ve doğru yolda yürüdüklerini gördükçe de prensiplerinde daha inatçı olurlar. Bu millî savaşlardan arta kalanlar işte böyle insanlardır.
Aleksandr ağzını açmadığı için ihtiyar tekrar etti: “Demek istiyorum ki ölüp gidersem mirasım kime kalacak?”
“Baba, sen de nereden çıkardın bu lafı?”
“Ya ölürsem?”
“O zaman malın elbet anamla bana kalacak.”
Acayip bir ürperme ihtiyarın bütün vücudunu geziniyor. “Bırak çubuğunu. Görüyorsun ki dumanını bile götüremiyorum. Ya işte, asıl fenalık…” diyor ve söyleyeceği sözlerin meseleye ait olacağını anlatan bir işaret yapıyor. “Asıl fenalık da burada ya. Anan benim kadar ihtiyardır. Onun da bir ayağı çukurda. Şöyle bakalım kadınszı nasıl yaşayacaksın?”
Oğlan susuyor. Sessizlik acayip bir şekilde ağırlaşıyor. Bahçede yıkanan tabakların gürültüsü işitiliyor. Ara sıra toprak sobada asma dallarının korları çöküyor. Ana orada bulunsa elbette ki daha iyi olurdu. Fakat değil işte.
Sükûtu ilk bozan Aleksandr oluyor: “Sekiz yıl evvel askerden döndüğüm zaman…”
“Viyana’dan döndüğün bu güz dokuz yıl olacak, hatta ananla beraber seni karşılamaya da çıkmıştık.”
“Haydi dokuz olsun. Döner dönmez evlenmek lâkırdısı oldu. Ben hayır demedim. Emerans Ver’le evlenmek istiyordum. Buna kim mani oldu?” Sözlerinin ardından gelen ağır sükût içinde, genç adam sorguyu bir daha tekrarlıyor: “Buna kim mani oldu?”
İhtiyar oturduğu sırada büzülmüş, oğlunu tetkik ediyor. Otuz yıl önceki haliyle kendini aynada seyrettiğini sanıyor.
“Evet ben, buna mani olan benim, senin gibi bir delikanlı böyle kapıları çalmaz. O gün dediğimi bugün de sana diyorum. Sen bir çiftlik sahibinin oğlusun, eve sana lâyık olan bir kadın getir. Bir tanesin, senden gayrı mirasıma konacak, küçük büyük kimse yok. Dengini bul.”
Açık pencereden Aleksandr, çobanın inekleri yalağa götürmesini seyrediyor. Hayvanların ayakları donmuş toprak üstünde ses çıkarıyor. Hepsi de yaman hayvanlar. Varis, yalnız bunların ne büyük bir servet olduğunu hesaplıyor ve gözlerini pencereden ayırmadan söyleniyor: “Ben de ondan başkasını aramadım.”
“Öyle, öyle, biliyorum,” diyor ihtiyar. “Hareketin o zaman için doğruydu. Henüz gençtim. Gençlik biraz delişmedir. Ama şimdi ki öleceğimi sana söylüyorum, ciddi olarak soruyorum sana: Kadınsız nasıl edeceksin?”
Aleksandr masaya, babasının karşısına oturmaya geliyor. Söylemek istiyor fakat kelimeleri bulamıyor. Yardımcı diye şarap destisine sarılıyor. Şimdi cesaret lâzım, şaka değil.
“Pekâlâ! Madem ki öyle ben de evlenmeye karar verdim. İstediğin zaman onu eve getireceğim.” İhtiyar Pol, dehşetle oğlunu süzüyor: “Kimi?”
“Kimi olacak? Emerans’ı.”
“Evet Emerans.”
İhtiyarın eller, ağır masanın kenarını sıkarken tir tir titriyor. Bu oda ne kadar soğuk. Vay canına! Dünya adam akıllı tersine dönmüş demek! Mutlaka herkes çıldırmış! Bu oğul Aleksandr, bu da adamakıllı bir deli. Dışarda gece koyulaşıyor. Boğuk bir sesle, ihtiyar diyor ki “Onu şimdi kim kabul eder ki?”
“Ben.”
“O, lekeli bir kızdır.”
“Benim için değil.”
“Piçi olan bir kız.”
“Onun piçi yoktur.”
“Vardır diyorum sana! Hiçbir zaman etekleri dibinden ayrılmayan o sümsük nedir ya? Ha? Piç kurusunun biri! Hasat zamanı domuzlarına bağlarımı harap ettiren o değil miydi? Ama ona bir kırbaç aşk etmiştim, bir görmeliydin! Yüzünden kan fışkırdı.”
Bu sefer de oğul içini kavuran atsız bir kudurganlıkla titremeye başlıyor. Bu öyle anlardan biridir ki artık ne baba ne oğul vardır, sadece karşı karşıya iki adam. Öyle anlardan biri ki masanın üstünde bir bıçak olsa, ikisinden biri kavrardı. Fakat masanın üstünde bıçak yok. Tahta kaşıklarla yemek yemişlerdi.
“Ya, demek onu kırbaçladın, öyle mi? Çok iyi, onu gene kırbaçla, hem de istediğin kadar, öyle ki yüzünden kan fışkırsın! Bunu yapabilirsin. Buna hakkın vardır çünkü o biricik oğlunun biricik oğludur! Onun yüzünden fışkıran kanın kendi kanın olduğunu nasıl tanımadın?”
Seslerin gürültüsüne koşan ana, korka korka kapıyı açtı ve oğlunu dinlemek için eşikte durdu. Onu görmeden, oğul bütün şiddetiyle devam ediyor: “Evet, onu kırbaçla öldür istersen, elinden geleni ardına koma, torununun zavallı vücuduna doyuncaya kadar işkence yap!”
İhtiyar Valdövö; şaşkın, tıpkı br kabus içindeymiş gibi isyan eden oğluna bakıyor. Karanlık odada ışıklar çakıyor. Burada neler oluyor! Hayatta daha neler vardır ve daha neler olabilir? Bir torun? Kendi torunu? Fakat nasıl? Aleksandr… Emer… İhtiyar, harap olmuş gibi başını eğdi. “Oğlum… Ah! Oğlum…” diye mırıldanıyor.
Aleksandr’ın kızgınlığı da yavaş yavaş geçiyor. Daha az şiddetle söylüyor: “Baba, en iyisi çocuğun anasını buradan uzağa götürmeliyim. Böylece onu artık dövemezsin.”
“Dövmek mi? Kimi dövmek?” diye kekeliyor ihtiyar. “Küçük Pol mu? Demek adı Pol.”
“Atası gibi. Onları uzaklara götüreceğim, o kadar uzaklara ki kırbacın oraya kadar yetişemesin.”
İhtiyar ana, eşikte yalvarıyor: “Aleksandr, Aleksandr!”
Kibirli, söz anlamaz ihtiyar başını kaldırıyor: “Nereye gidecekmişsin bakalım? Kimin yanına? Gitmek için parayı nereden bulacaksın ki?”
Hakaret tesirsiz kalıyor. Aleksandr daha fazla dikleşiyor. Acı acı cevap veriyor: “Beni ta çocukluğumdan beri uşakların en zavallısı gibi çalıştırdın. Elimden bir şey gelmediğini de söyleyemezsin ya! Gidiyorum. Fakat küçüğüme dokunayım deme sakın baba, kimse ona dokunmasın, yoksa…” Tek kelime ilâve etmiyor ve gitmek için dönüyor. Bu buzlu gecede gidişin bir daha dönmemek üzere olmayacağı ne malum! Fakat eşikte duran ana onu durduruyor: “Aleksandr, oğlum, beni bırakıp gitme. Gidersen ben ölürüm.”
Mukaddes kitapta meleklerin ağladığı ve seslerinin çok güzel olduğu yazılıdır. Bu ne dereceye kadar doğrudur? Pek bilinmez çünkü fanilerin pek azı o sesi işitmişlerdir. Fakat yeryüzünde meleklerin sesine benzemesi lâzım gelen bir şey vardır: analarınki.
Oğlun kalbi titriyor, başı önünde hakikaten duruyor.
İhtiyar Valdövö, tahta sırasından kalkmadan “Oğlum…” diye mırıldanıyor.
Aleksandr, kalbi taşkın; içini çekiyor: “ Anam… anam…”
Ana tereddütle yalvarıyor: “Babana bir şey söylemiyor musun?”
Gürbüz delikanlı; kalbi azap içinde, ne yapacağını bilmeyerek ihtiyar kadının önünde küçülüyor, küçülüyor. Şimdi adamakıllı karanlıktır. Yalnız dışarının karı pencereden müphem ışığını gönderiyor.
İhtiyar Valdövö çubuğunu raftan tekrar almak için elini uzatıyor. “Aleksandr!”
“Baba?”
“Bana torunumu getir.”
.
Kaynak: Varlık Sanat ve Fikir Mecmuası, sayı: 1, 15 Temmuz 1933, s. 13-15
.