8 Nisan 2025
SEVDA MÜJGAN YÜKSEL

“trabzon doğduğum kentti/sinemalarını sevdim ilkin/köprülerini/yeşil yağmurlar yıkadı yüzümü/
bedros reis’in dizelerinde soluk aldı şairliğim”
Öğretmen İsmail Özer’in, Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı Olasa köyüne başöğretmen olarak atandığı 1946 yılında bir oğlu daha dünyaya gelir. Ailenin bu en küçük üyesine “Ahmet” adı verilir.
Ovasa, varsıl doğa güzellikleriyle küçük Ahmet’in ilk öğretmeni olur. Doğayla dostluğu orada başlar; tepelerle, derelerle, ağaçlarla, kuşlarla, çiçeklerle… Kar yağışının doğaya armağan ettiği büyülü görünümün çağrısını ilk kez Ovasa’da duyar.
İsmail Özer, köyünde kendi kuşağından okuyan ilk erkektir. Olağanüstü düzeyde bir cumhuriyetçidir. Akşamları gaz lambasının ışığında çocuklarına kütüphanesinden seçtiği kitaplardan bölümler okur. Ömer Seyfettin’in öykülerini de, Nazım Hikmet’in şiirlerini de ilk kez babasından dinler küçük Ahmet. Eve her gün gazete alınır. Pilli-bataryalı bir radyo ailenin dünyayla bağlantısını sağlar.
Okul çağına gelince babasının öğrencisi olmak, küçük Ahmet’i arkadaşlarından ayırır. Evindeki “baba”, okulda karşısına “öğretmen” olarak çıkınca ona ne diyeceğini bilemez. Birçok insanın ilkokul öğretmenine yüklediği özel anlamı; o, “babası”na yükleyemez. “Öğretmen çocuğu” olmak onu olumsuz etkiler. Bunun getirdiği kimi sınırlamalar da vardır: Yeri gelir gönlünce koşup oynayamazsın, yeri gelir toprağı kazamazsın, duvara tırmanamazsın.
Anne Özer, eşinin hep yanında olan, arkasından koşandır. Sarıkamış bozgununda babasını yitirdiği için annenin kafasında “baba” kavramı yer edemez. Sevdiklerini yitiren insanları, karlar altında yiten kendi babasını düşündüğünde mutlu görür çünkü hiç olmazsa onların acılarını soğutacakları bir mezarları olacaktır, başucunda durarak sevdiklerini anacakları bir toprak parçası. Anne okuma-yazma bilmez, öğrenmeye pek de istekli olmayınca otuz üç yıl öğretmenlik yapan İsmail Özer, eşine abeceyi öğretmez. Baba; sözü dinlenen, akıl danışılan, otoriter bir insandır.
İlkokulu Ovasa’da bitiren küçük Ahmet, öğrenimini Trabzon Lisesinin orta kısmında sürdürür. Baba Özer’in ilk yıl ataması yapılmaz. Anne Özer; Ahmet’in yanı sıra ondan küçük bir oğlu ve kızıyla birlikte il merkezindedir.
Trabzon Lisesi büyük bir lisedir. Köyden gelen bir çocuk olarak küçük Ahmet’in oraya uyum sağlaması zordur. Okuldaki eğitim son derece baskıcıdır. Dayak egemenliğini sürdürür. En küçük bir yaramazlık bile hoş görülmez. Dersler yaşamın çok dışındadır. Terliksi hayvanın iç organları ya da Hititlilerin katıldığı bir savaş öğrenci Ahmet’i hiç çekmez. Sokaklar daha canlıdır. Deniz, denizin sonsuzluğu, yosun tutan sahiller, limandan ayrılan ya da limana yanaşan gemiler, gemilere girip çıkan yabancılar… Sokak lambaları, vitrinler… Hele sinemalar… Genç Özer, sinema tutkunudur. Sinemalar aşktır, sevgidir, sevgilidir.
Liseye geçince ortaokulda sınıflarında bulunmayan, kız orta okulunda okuyan kız öğrenciler de az da olsa aralarında yer alır. Ancak kız öğrencilerle arkadaşlık edebilmek söz konusu değildir. Kızlar ayrıdır, erkekler ayrı. Birbirlerine karşı uzak ve çekingendirler.
Resim Öğretmeni Kayıhan Keskinok, tüm öğrencilerinde resim yapma coşkusu yaratır. Ahmet Özer de bu coşkuya kapılanlardan biridir ancak kendisine öyle bir yol bulamadığı için zamanla resmin uzağına düşer.
Okuldan ona doğru esen kutup rüzgârları genç Özer’i hep üşütür. Okulda hiçbir zaman “başarılı” bir öğrenci olamaz. Her zaman “çalışkan” öğrenciler ön plandadır. Bu nedenle de lise yıllarında ayrımına varılan bir öğrenci değildir Özer. Gözlerini kendi içine çevirir. Baba Özer, “boş işler”le uğraşan oğluna kızar. Okulunu bitirmesi gerekirken genç oğul, kimi zaman sinema salonlarındadır, kimi zaman resimler yapar. Oysa matematik çalışmalıdır. Lise son sınıfa geldiğinde genç Özer’in kafasında yaşamına ilişkin ilk sorgulamalar başlar. Yaşamın içinde ne işe yarayacak, ne yapacaktır? Kitaplar yaşamında önemli bir yer tutmaya başlar.
1963-1964 öğretim yılında Trabzon Lisesini doğrudan bitiren birkaç öğrenciden biri Ahmet Özer olur. Liseyi bitiren bir öğrenci, öğretmen okullarında görülen beş değişik dersi verirse orayı da bitirmiş sayılarak isterse ilkokul öğretmeni olabilirdi. Babasının da yönlendirmesiyle öğretmen olmayı düşünmeye başlayan Özer, o yaz iki buçuk aylık bir kurstan sonra sınavlarda başarılı olur, öğretmen okulunu da bitirmiş sayılır.
Trabzon dışında bir yerde öğretmenlik yapmayı isteyen Özer, bir yandan da babasının bunu nasıl karşılayacağını düşünerek kaygılanır. Yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak, bilinen yaşamın dışında bir yaşam tüm albenisiyle karşısındadır. Aile baskısından da uzaklaşmak ister. Kimseye sormadan öğretmenlik yapacağı yer konusundaki seçimini Trabzon dışında üç ilden yana koyar. Baba Özer, oğlunun İzmit’e atandığını duyunca şaşırır. Özer, kendisini suç işlemiş gibi duyumsar. Babası “gidemezsin” dese gitmeyecektir. Baba Özer, gözleri buğulanarak oğlunu İzmit yoluna koyar.
“korku tanımaz tertemiz bir yürekle bakıyoruz dünyaya”
Genç Özer, İzmit’in Kandıra ilçesine bağlı, kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde, Hacılar’da öğretmendir. Okulun lojmanını anneannesiyle birlikte kalan Ercan öğretmenle paylaşır. 1964 yılının Aralık ayıdır. Trabzon’dan yatak dengi, battaniye ve bir bavulla ayrılan Özer öğretmeni artık bildiği yaşamın dışında bir yaşam beklemektedir. Bu geri kalmış, yoksul köyde öğretmene saygı sonsuzdur.
1964’ü 1965’e bağlayan gece Özer öğretmen İstanbul’dadır. Kitaplardan, filmlerden yaşamına bir düş gibi yansıyan İstanbul çarpıcı görüntülerle belleğinde yer eder. Galata Köprüsü, Eminönü, Beyoğlu, Karaköy, vitrinler, gecenin ışıkları… Sel gibi akıp gider insanlar. Trabzon’da yanından geçen birine merhaba dese, sesi ulaşır ona, sesi sesine değer. Oysa Beyoğlu’nda “Nasılsın?” sorusunu kim yanıtlardı?
Ahmet Özer’in yaşamında şiir gerçek yerini bu köyde almaya başlar. Kitaplar okur, gazeteleri izler, şiirler yazar, resimler yapar. O köyden bir yerlere uçup gitmesi gerektiğini bilir. Öğrenimini sürdürecektir. Hatta okula gelen müfettişe “Benim burada ilk ve son yılımdır. Çok daha iyi yerlerde okuyacağım. Bir gün sizi teftiş edecek bir yere de gelebilirim,” demekten bile çekinmez. Müfettiş Mehmet Öcal, bu genç öğretmenin coşkusunu olgunlukla karşılar, “Temennimizdir” yanıtını verir.
“ve insan/coşkun bir sudur kimileyin/tırmanır göğsünün dağlarına”
1965-1966 öğretim yılında Ahmet Özer, Fatih Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünde öğrencidir. Artık kitapların ve yazmanın yaşamındaki yeri çok daha belirleyicidir. Yazdıklarının arkadaşlarınca beğeniyle karşılanması onu yüreklendirir. İlk şiirini gazetede çalışan bir arkadaşı yayımlar. Genç Özer, coşku doludur.
68 olaylarının dünyayı yeni yeni sardığı o günlerde Özer Öğretmen Beşikdüzü’nde öğretmendir. Okuduklarıyla, yazdıklarıyla, bir öğretmen olarak savaşımıyla yaşamın neresinde durduğu ortadadır artık. Yaşamına giren her insandan, tanık olduğu her olaydan, okuduklarından alacakları vardır.
Atamasının yapılmasını istemek için birkaç kez Ankara’ya gidip geldiğinde Sevgi Kitapevine uğramış, Erdal Öz’ü tanımıştır. Satın aldığı Satre’ın, Nurullah Ataç’ın, Cahit Sıtkı’nın kitapları; üzerinde Lenin’den, Mao’dan, Troçki’den, Mustafa Kemal’den… özdeyişlerin yer aldığı bir ambalaj kağıdına sarılmıştır. Hasan Hüseyin’in şiiriyle tanışır. Arif Damar’ı, Şükran Kurdakul’u, A. Kadir’i… okur. Çetin Altan, Akşam gazetesinde yazar. Toplum, And, Varlık dergileri sürekli izlediği dergilerdir. Lise son sınıfta başlayan okuma tutkusu birçok yazarı dünyasına taşır. TÖS’e üyedir. TÖS’ün başında bütün kitaplarını çok severek okuduğu Fakir Baykurt vardır. ‘’Büyük Öğretmen Boykotu’’na katılır. Boykot altı ay sürse, sonunda meslekten atılmak bile olsa hazırdır Öğretmen Özer. İyi bir öğretmen, aydın bir insan olarak ülkesinin sorunları için sonuna kadar savaşmayı kendisine görev bilir. Yaşam onu ön sıralara çağırmaktadır.
“bir gün yüreğini katarsın/dört nala giden atlıların terkisine/bir gün aslı olursun/erem’in ateşiyle tutuşan”
Ahmet Özer 1970’de askerlik görevi nedeniyle İstanbul/Tuzla’dadır. Genç şair, askerliği süresince de edebiyattan hiç uzaklaşmaz. Kimi Dağlarca’nın Kitap Kitabevi’ndedir; kimi dergilerin, gazetelerin, kitapların ardında sahaflardadır. Hafta sonu izinleri öncesi yasak kitapların listesini okuyan görevli asker, seks yayınlarının yanına Nazım Hikmet’in kitaplarını, Che Guevara’nın Günlüğü’nü… Koyar da uyarır onları: “Bunları okumak yasak!”
Yasak olması yine de o kitapların okunmasını önleyemez. Özer, çorabının içinde yakalansa onu toza dumana katacaklarını bildiği şiirler taşır. Yaşama karşı militan şiirler yazılmalıdır. Meydanlarda, kürsülerde okunmalıdır şiirleriniz. Fotokopi yoktur o günlerde çoğaltıp saklayasınız yazdıklarınızı. Bir şiiri iki-üç kez yazar, birini de memleketinize gönderirsiniz, bu şiiri saklayın diyerek.
Ahmet Özer, altı ay sonda yedek subay olarak Devrek’tedir. Kurşunlananlar, ölenler, sokağa çıkma yasakları… Türkiye kaynıyordur. 12 Mart’ı izleyen günlerdir. Özer’in yanında bir kitap dolusu yasak kitap vardır. Evler aranmaya başlar. Devrek’e ilk geldiğinde yatağını, yorganını satın aldığı Yorgancı Abdullah’a gider Özer. Üzerinde resmi elbisesi vardır. “Bir valizim var,” der. “Uzun süre burada durmasını istiyorum. Sonra alacağım.”
Yorgancı Abdullah, çırağına seslenir, pamukların bastırıldığı yeri gösterir. “Gir bakayım şuraya!” der.
Çırak isteneni yapar. Patronunun uzattığı bavulu, pamukların arkasına, en dibe koyar. Ardından çırağına genç askeri göstererek ekler: “Ne zaman isterse alacaktır valizini. Sen de buraya valiz falan koymadın!”
Yorgancı Abdullah, Özer’e valizin içinde ne olduğunu sormaz, belki de silah olduğunu düşünür.
Ahmet Özer, akıp giden büyük bir ırmağa küçük bir çay olarak eklenebilmek ister. Kendinden çok halkını anlatır yazdıklarında. Üç arkadaş birlikte kaldıkları evde, yorgun argın döndüğü eğitimlerin ardından, odasının duvarına yapıştırdığı kâğıtlara şiirler yazarak soluklanır. Nazım Hikmet’in dile getirdiği gibi 20. yüzyılda doğmanın, “bizim tarafta” olmanın mutluluğuyla yolunu sürdürür.
“çocuklar beni de alın oyununuza/ne kadar uzak kalsam da sesinizden/bir kuş durmadan öter gömleğimde/alın beni de çemberinize”
Ahmet Özer, 1972’de Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı bir dağ köyünde, Hamsiköy’de öğretmendir. Okulun sosyal-kültürel tüm etkinliklerinin yükü o köydeki görevleri sırasında yaşamlarını birleştiren Nazlı ve Ahmet öğretmenlerin üzerindedir. Kütüphane kurulacak, duvar gazeteleri çıkarılacak, oyunlar sahneye konacak, folklor ekipleri oluşturulacaktır.
Trabzon Cumhuriyet Orta Okulunda 1977-1995 yılları arasında görev yapan Özer çifti, öğretmenlik görevlerini 1995’ten sonra Ankara’da sürdürürler. Özer Öğretmenin göreve başlamasının üzerinden yirmi sekiz yıl, yedi ay geçmiştir. Sanatının ise 30. yılındadır.

İlk şiir kitabı 1981’de Ayrı Beraberlikler adıyla yayımlanır. Bu ilk kitabı Şair Özer’e iki ödül birden kazandırır: Nevzat Üstün Şiir Başarı Ödülü ve Ömer Faruk Toprak Şiir Mansiyonu. İlk kitabı üzerine ilk yazı Kocaeli gazetesinde Ruşen Hakkı imzasıyla yer alır.
Şiir kitaplarının yanı sıra çocuklar için yazdığı öyküler, köşe yazıları, söyleşiler, inceleme-araştırma yazıları, gezi yazıları birbiri ardına kitaplaşır. İlk ödüllerini yeni ödüller izler. 1981’den başlayarak Kıyı dergisine el verir. Arkasından Karşı dergisinin kuruluşunda yer alır.
Yirmi sekiz yıl, yedi ayın ardından yalnızca altı ay “emekli bir öğretmen” olarak kalabilen Ahmet Özer, Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesinde Türk Dili dersleri vermeye başlar. Meslektaşları ve öğrencileriyle bu kez de “4 Mevsim”in çatısı altında buluşurlar. 4 Mevsim, yabancı dille öğretim yapan bir üniversitede Türkçenin aydınlık ufku olur.
“sevgilim şiir /dilim şiir/sesim şiir/sözüm şiir”
“Toplumun dirençli kardeleni, hiç tükenmeyen yeraltı suyu olan gerçek bir yazar” Ahmet Özer’in içinde dizeler at koşturmayı sürdürüyor.
Kaynak:
Sevda Yüksel, Ne Yazsam Eksik, Öğretmen Dünyası Yayınları, 2008, Ankara, s.83-90